İrfan Aktan / zete.com

Cumhurbaşkanlığı seçimi yerel ve genel seçimlerden farklı olarak üç kişinin (Selahattin Demirtaş, Ekmeleddin İhsanoğlu, Tayyip Erdoğan) kimliğinde barındırdığı kodlar üzerinden yürütülen tartışmalara vesile oluyor. Farklı eğilimleri barındıran partiler üzerinden değil de üç şahıs üzerinden siyasi yönelimleri (ve hezeyanları) çıkarsamaya çalışmak bazı risklere kapıyı aralasa da, karmaşık problemi sadeleştirmeye de olanak tanıyor. Bir defa üç kişi üzerinden safını belirleyenlerin yerel veya genel seçimlerdekinden daha keskin, net kriterlerle argümanlarını sunması mecburi görünüyor. En başta da Selahattin Demirtaş’a oy vermeyeceğini açıklayan ama hâlâ solda yer aldığını söyleyen şahsiyetler veya kesimler açısından.

Tayyip Erdoğan ve Ekmeleddin İhsanoğlu bağlamında yaşanan saflaşma, aynı ekseni açık ediyor: İktidarı kim devralacak, köşk koltuğuna kim kurulacak, “Yeni Türkiye’de” kimin borusu ötecek! Devlet iktidarını halklar ve haklar lehine zayıflatmayı değil, onu mevcut haliyle devralmayı hedefleyen iki kutbun iki adayının “kimliği” bu açıdan birbirine benziyor. Elbette Erdoğan’ın “dik duruşunu” İhsanoğlu’nu köşke çıkararak bozma çabasının iktidarı zayıflatma hedefini içerdiği söylenebilir. Ancak bu, devlet iktidarını değil, yalnızca Tayyip Erdoğan’ın şahsî iktidarını zayıflatma çabası. Koltuk aynı, söylem benzer, kişi ayrı. Muktedire karşı yürütülen mücadele iktidarın kendisini hedeflemiyorsa, oradan yenilik adına sadece yüzü farklı ama kimliği aynı olan birinin çıkması beklenir. Ki buna da “yenilik” değil, olsa olsa “devir-teslim” denebilir. Devlet aklının işleyişi de buna göre şekillenmiştir. Kişiler değişse de, baki kalan ceberut devlet olmalıdır.

Böylece, haklı olarak nefret edilen mevcut muktedir koltuktan mahrum bırakılıp ona karşı, başkalarının nefret edeceği bir kişi oturtulmuş olur, o kadar. Muhakkak, Erdoğan’ın “günahları” (Roboski, Gezi, Soma, yolsuzluklar, kentsel dönüşüm, HES’ler, Mart 2006 Diyarbakır olayları ve daha niceleri) sıralandığında Ekmeleddin İhsanoğlu’na ehvenişer gözüyle bakılması anlaşılırdır. Fakat meseleye böyle bakanlar, üçüncü seçeneği (Demirtaş) kayda almayarak iktidara dair arzularını ve devlete yaklaşımlarını açık ediyorlar. Demirtaş’ın “nasıl olsa” ikinci tura kalmayacağını İhsanoğlu’na desteklerinin veya oy kullanmayacak oluşlarının maskesi yapanların oranı daha az gibi görünüyor. Fakat hem İhsanoğlu’na hem de Erdoğan’a tepkili oldukları halde Demirtaş’a yönelmeyenler çoğunlukta görünüyor. Demirtaş’ın “herkesi temsil etmemesini” daha ilk turda seçim boykotlarına dayanak yapanlar, yenilgiyi peşinen kabullenmekle kalmayıp Kürt meselesinde de devletin perspektifini benimsediklerini açık etmiş oluyorlar.

Demirtaş’a karşı alınan pozisyonların sadece aktüel siyaset üzerinden şekillendiğini söylemek yanıltıcı olur. Ortada Kürtlere dair algının tarihsel, siyasal, kültürel faktörleri var. Otuz yılı aşkın bir süredir devletle mücadele yürüten Kürt hareketini salt kimlik mücadelesine sıkıştırarak Kürt siyasetçilerinin temsil kabiliyetini ölçmeye kalkışmak, bir tespit değil, bir karşı-siyaset pozisyonudur. Zira “Demirtaş herkesi temsil etmiyor” iddiasının arkasındaki esas somut dayanak, onun Kürt kimliğidir. Bu ülkede bir Kürt siyasetçi örneğin Türkleri temsil edemez ama Türk siyasetçi Kürtleri (ve herkesi) temsil edebilir, öyle mi! Hâkim millet algısının yarattığı bu “meşruiyetin” bazı sol kalemlerde bile karşılığını bulması dikkat çekici değil mi?

KÜRTLERE BİÇİLEN KİMLİK HAPSİ

Gasp edilen haklarını geri almak için mücadele edenlerin ortak kaderi, o kimliğe hapsedilmeleridir. O kimlik dışındaki hiçbir aktivitelerinin, üretimlerinin görünür olmamasıdır. Bir süre sonra kimlikleriyle var olmaya çalışanlar da dönüp dolaşıp o kimliğin içine gömülür ve daha ötesine dair beklentilerini ötelemeye, giderek unutmaya başlarlar. Bugün Kürt hareketine, devlete sırtını yaslayarak “inkâr kalmadığına göre isyan da kalmamalı” çağrısı yapan bazı Kürt sağcıları bu kategoride ele alınabilir mesela. Var kılınmaya çalışılan kimliğin değil de, egemen kimliğin içine doğmuş olanlar ise (devlete muhalif olanlar dâhil) kimlik mücadelesi yürütenlerin başka yüzlerini göremeyecek kadar “tepede” konumlanırlar. Onlara göre örneğin, bir Kürt siyasetçisi, sadece “Kürt kimliğiyle” vardır. Ona başka alanlarda siyaset yapma, üretim yapma, söz söyleme, söylem ve eylem geliştirme kabiliyeti yakıştırılmaz. Aslında bu, tam da devletin Kürtlere reva gördüğü hapistir: Eğer temsil kabiliyetini artırmak istiyorsan, kimliğinin, kimlik mücadelenin üstüne “beyaz” bir örtü sererek yola çıkmalısın!

KÜRTLERİ HOMOJEN GÖRMEK

Elbette, Bülent Erkmen’in dediği gibi, yüzünüz kimliğinizdir. Bir kavga sırasında en fazla yüzünüzü kollamaya, orada bir faça oluşmamasına gayret edersiniz. Yarasını örtemeyeceğiniz yegâne yeriniz, yüzünüzdür çünkü. Oysa yediğiniz darbelerin acısı eşittir. Ha karnınızdan almışsınız darbeyi, ha yüzünüzden, ha sırtınızdan… Buna rağmen saldırı karşısında öncelikle yüzünüzü kollarsınız. Kürtler de yüz yıllık devletler işgali, sömürüsü, saldırısı, tecridi karşısında öncelikle kendi yüzlerini, yani kimliklerini koruma, kollama mücadelesi yürüttüler. Kürt isyancılarının sınıf meselesini öncelikleri yapamamalarının sebebi, kimliklerine yönelik ağır saldırıları savuşturma ve var kalma mecburiyetinden kaynaklanıyordu.

Her ne kadar Kürdistan İşçi Partisi (PKK) yola ilk koyulduğunda devletle işbirliği içinde halkı sömüren ağalarla mücadeleyi önceliklerine alsa da, artan devlet zulmüne karşı kimlik temelli mücadeleyi giderek daha fazla öne almak durumunda kaldı. Bu mücadelede de büyük bedeller karşılığında tarihsel bir zafer kazandı. Ama kimlik hakları elde edildiğinde Kürt hareketinin sonlanacağını kimse beklemesin. Zira Kürtlerin esas mücadelesi, iktidarlara mukabelesi gasp edilmiş kimlik tamamen elde edildiği zaman başlayacak. Dolayısıyla, isyana dâhil olan Kürt siyasetçilerin “Kürtçü” olarak yaftalanıp mücadelelerinin kimlikçiliğe indirgenmesi, siyasi yaşamlarının bu süreçle sınırlandırılması çabasının neticesidir ve tamamen sömürgeci zihniyetinin bir tezahürüdür.

Kürtler sadece etnik kimlikleriyle var değiller. Kürtleri homojen görmek, aslında Kürtleri hiç görmemektir. Zira Kürtler de tıpkı diğer tüm halklar gibi etnik kimliklerinin yanısıra başka pek çok kimliğe ve konuma sahip; yoksul, zengin, işçi, işsiz, sağcı, solcu, iberal, demokrat, halkların kardeşliğini arzulayan enternasyonalist veya buna inanmayan milliyetçidir. Üstelik bu kimliklerin pek çoğu, doğrudan devletin Kürt kimliğini yok etme politikası sırasında türedi. Eğer Türkiye’deki sınıf meselesini devletin yarattığı Kürt sorunundan bağımsız olarak değerlendirmeye girişirseniz, her iki probleme dair de reçete bulma ihtimalinizi, güncel olarak da mevcut cumhurbaşkanı adaylarının arkaplanlarındaki kodları çözme şansınızı yitirirsiniz. Selahattin Demirtaş’ın temsil kabiliyetinde bir zayıflık görüp “keşke herkesi temsil edecek bir isim olsaydı” diyerek etnik kökeni Türk (veya Kürtlük dışında) olan solcu, sosyalist veya demokrat isimleri işaret edenlerin meseleye bir de bu gözle bakmasında fayda olabilir.