Marx sık sık,  geniş ekonomik şema içinde, insanları bir bütünün basit, ihmal edilebilir unsurlarına indirgemekle suçlanıyor.

Şimdiye kadar felsefe ve politikaya odaklandık, şimdi de Marx’ın üretiminin asıl kısmına yani ekonomiye döneceğiz. Çünkü Marx’ın politik felsefesinin gerçekleştiği yer ekonomidir. Burada, onun ekonomi alanındaki geniş yelpazesini kapsayacak yeterince yerimiz yok ama bu kısmen sınırlı yazıda ele alınması gereken ve genel olarak üzerinde kafa yorulabilecek birkaç temel konu var.

1980’li yıllarda Margaret Tatcher’ın ekonomi danışmanı olan Alan Budd, bir defasında Marksist ekonomi teorisi ve enflasyonla mücadele konusunda zamanın hükümet politikası konusunda ilginç bir tespit yapmıştı:

“(İnsanlar) işsizliği artırmanın çok çok iyi bir yöntem olabileceğini gördüler, işsizliği artırmak da, işçi sınıfının gücünü azaltmak bakımından son derece arzulanabilir bir yöntemdi – isterseniz, burada tasarlanan şeye, Marksist terimlerle söyleyecek olursak, yedek işçi ordusu yaratan ve kapitalistlerin şimdiye kadarki en yüksek kârı elde etmesine imkân sağlayan kapitalizmin krizi deyin”.

Marx’ın temel çıkış noktası, eski tarihsel dönemlerin aksine, kapitalizmin, çalışanların emeğinin kendisinin de alınıp satılan bir metaya dönüştüğü “yaygın bir meta üretimi” sistemi olduğudur.

Bütün eski dönemlerde, insan emeği, genellikle geçimlik tarım ve önce takas, daha sonra da değişim için kullanılan artı ürün yaratmada kullanıldı.

Köleci üretim ve kölecilikten feodalizme kadar olan dönemde, ürünler ve onu üreten araçlar belliydi; gıda, giysi ve yaşam araçları. Sahip için çalışıyordunuz ve bir şekilde ona aittiniz. Örneğin, serfin Almancası Leibeigener; harfi harfine bedeniniz sahibe ait demek. Kapitalizm sizi bundan özgürleştiriyor; emeğinizi size uyan her hangi bir kimseye satmak için serbest sözleşme yapabilmek görünüşte sizi özgür bir özneye dönüştürüyor. Eski varlığınızdan kurtuluyor ve kendi yaptığınız yola çıkıyorsunuz. “Her şey parlak ve güzel”in (İngiliz kilisesinin ilahisi, ç.n.) ikinci kıtası – “zengin adam şatosunda/ yoksul kapısında/ Tanrı onları üstün ve düşük yarattı/ ve onların malikânesine hükmetti”-, artık geçerli değil. Önceleri bir köle iken, şimdi bir kalifiye işçisiniz ve aynı peri masallarındaki gibi, kendi geleceğinizi kendiniz yapmanız için yola koyulabilirsiniz.

Ekonomi diliyle ifade edersek, daha önce dokunulabilir bir artı ürün olan, şimdi dokunulmaz bir artı-değere dönüşüyor. Bir işverenle görünüşte serbest bir anlaşma yapıyorsunuz ama işten elde ettiğiniz ücret, yarattığınız değerin yalnızca bir parçası. Tıpkı daha önce, ürettiğiniz lahana ve kumaşın efendiye ait olması gibi, şimdi de üretim sürecinde yarattığınız parasal değerin bir kısmı işverene gidiyor ve siz yalnızca, eğer emeğinizle rekabetçi bir artı-değer oranı yaratıyorsanız işe alınacaksınız. Emek değer teorisinin Marx’daki yorumunun temeli bu. İşveren işin tamamlanması için gereken makine ve araçları (sabit sermaye), işçi de emek gücünü (değişken sermaye) sunacak. İşveren her zaman emeğin verimliliğini artırmaya çalışacak, ki bunu değişik biçimlerde yapabilir, ancak bunların hepsi ücretinizle emek gücünüz tarafından yaratılan artı değer arasındaki uçurumun büyümesi anlamına gelecek.

Marx için, bu, bütün diğer metalar emek katkısı olmaksızın hiçbir önemi olmayan ölü insan emeğinin yalnızca cisimleşmiş hali iken, değer artışı yaratmakta kullanılabilen tek meta olan emek gücünün özel bir karakterinin olması anlamına gelmektedir. Araba üretmede kullanılan gelişmiş bir robot, bir köylünün küreğinin yarattığından daha fazla değer yaratmıyor. Teoride, tonlarca kabak ve metrelerce kumaş olarak ölçüldüğü için, burada emek değer teorisinin geçmiş dönemlerden bir farkı yok, fakat şimdi çeşitli işlemler ve teknolojilerle, pazar mekanizmaları ve rekabetin bir şeyi üretmenin maliyeti ve fiyatı arasındaki farkı silmesi ve gizlemesiyle birlikte emek değer teorisi, aynı zamanda neredeyse mistik bir ilişki olan metalaşmış ve parasallaşmış bir ilişkiye dönüşüyor.

Örneğin, bu konularda, hiçbir yerde hiç kimsenin emeğinin bir girdi olmadığı, üretimde %100 otomasyona ulaşıldığı bir çeşit paradoksal kapitalist ütopya varsayımına karşı Marx’ın bir eleştirisi mevcut. Bu saçmalığa indirgeme (reductio ad absurdum), elbette, işçilerin fazlalık olduğu Arnie’nin Terminatör’ü ya da John Fredersen’in Metropolis’inin dünyası kadar gerçekçi, ancak bu, eğer kimse üretim sürecinden bir ücret elde etmeyecekse, üretilen ürünlerin nasıl satın alınacağı konusunda ileride ortaya çıkacak olan başka bir soruyu açıklamaya yarıyor.

Kapitalizmde emek verimliliği düzenli olarak iyileştirilebilir, ancak üretilen mallar için gereken talebi ortadan kaldıracağından hiçbir zaman sıfıra indirilemez. Öyleyse, malları dağıtmalı ya da emek girdisine bağlı olmaksızın belli bir ölçüye göre bütün nüfusa kupon dağıtmalısınız. O halde, buradan nereye varıyoruz? Bildiniz, elbette, herkesin yeteneğini sunduğu ama ihtiyacına göre pay aldığı Komünizme. Böylece, emek verimliğine dayanan kapitalist rekabet kendi mezar kazıcılarını yaratmakta ama aynı zamanda işi bitirecek kürekleri (ya da robotları) de sunmakta.

Emek verimliliği, işçileri daha az paraya daha çok çalıştırarak, üretim bantlarının hızını artırarak, çalışma günlerini artırarak, insanları aynı ya da daha az paraya daha uzun çalıştırarak, küreselleşme süreci üzerinden daha ucuz işgücü kaynakları araştırarak vb. gibi geleneksel yöntemlerle artırılabilir. Alan Budd, bunların hepsinin düzenli olarak kullanıldığına işaret ediyor, fakat Marx’a göre bunların hepsi yalnızca, işçilerin daha çetin ve daha verimli çalıştıkları, yarattıkları artı-değerden kendilerine daha az bir pay düştüğünü fark edecekleri o korkunç yıkım gününü öteliyor.

1970’lerin ortalarından itibaren, bu çöküşü geciktirmenin ortak yöntemi hem devlet hem de özel şahısların aşırı derecede borçlanmasıydı. Bu eğilim hem Sovyetler Birliğinin yıkılmasını getirdi –ki politik zorunluluklar nedeniyle verimliliği artırmadan tam istihdamı sağlamak için aşırı borçlanıldı- hem de talebi yapay olarak uyarmak amacıyla borçlanmayla şişirilmiş varlıkların fiyat balonu yüzyılın Batıdaki en büyük mevcut krizini yarattı.

Fakat Marx için, bütün bunların kökeninde, artı-değerin nasıl yaratıldığı ve dağıtıldığı ve bunun özellikle insan ilişkilerinde ve arzusunda yaptığı etki var. Emek gücünün metalaşması, yanı sıra, insanların metalaşmasını, kendilerine ve emek güçlerinin ürünlerine yabancılaşmasını doğuruyor. Marx’a sıkça yöneltilen bir suçlama, onun, geniş ekonomik bir şema içinde, insanları bir bütünün basit, ihmal edilebilir unsurlarına indirgemesidir, ancak tersinin geçerli olduğu ve Marx’ın ekonomik analizinin ana fikrinin, tam da insanları metalaştıran yaygınlaştırılmış meta üretiminin ve bunun böyle olmamasının kabulünü sağlama çabası olduğu öne sürülebilir.

Bu serideki son iki yazı, bu ekonomik yabancılaşma sürecinin nasıl din ve ideolojiyi beslediği ve insanların daha geniş güçlerin basit oyuncağı haline gelmesiyle nasıl başa çıkabileceğinin olanaklarını; otonomi, inanç ve umudun anlamının görünüşte sınırlanmış, akılcı ve geleceği olmayan bir dünyada nasıl korunduğunu tartışmayı sürdürecek. Bu bizi başladığımız noktaya geri getirecek: Ideologiekritik (eleştirel ideoloji) toprağına.

(9 Mayıs 2011, The Guardian)