HDP İzmir Milletvekili Müslüm Doğan, Alevilerin yaşadıkları sorunlarla ilgili olarak rapor hazırladı.

Doğan'ın, sorunları 17 ana başlıkta sıraladığı rapor şöyle:

Giriş

HDP İzmir Milletvekili ve Alevi inancına mensup bir yurttaş olarak Alevi
inancına yönelik yok sayma, görmeme ve egemen inanç içerisinde eritme
politikalarına karşı sorunun tanımı ve teşhisine dönük belirleme ve tespitleri ele
almak ve çözüm önerileri sunmak üzere iş bu rapor tarafımdan hazırlanmıştır.
Raporda izlenilen yol, Alevi sorununu teolojik tartışmalardan uzakta ele
almak ve sorunun çözümü noktasında Alevi toplumunun tespit edilen
sorunlarına çözüm önerileri getirmektir.

Aşağıda konu edilecek sorunlar ve çözüm önerileri, alan araştırmasından
ve Alevi örgütlerinin yayınladığı belgelerden elde edilmiştir.

Alevilik, tarih boyunca ekonomik, kültürel (inanç dahil) ve siyasi
ortaklığa ruhsal formasyonun da eklenmesi sonucu oluşmuş, ideal insana (insan-ı Kamil) ulaşma çabasını ve kaygısını taşıyan, kararlı bir insan topluluğunun
ideolojisi olarak ifade edilebilir.

Bu topluluğun esas özelliği, kendini kültür ve inanç ortaklığında dile
getiren bir tür ruhsal biçimlenme ortaklığıdır. Bu biçimlenmenin ulaştığı düzey
ise, zahir (görünür) ile batıni’nin (görünmez) birlikte algılandığı süreçtir, yani
Hak ile halkın buluştuğu düzlemdir. Başka bir deyişle, zahir ile batıni’nin
birlikte algılandığı bir tür manyetik kuzeydir buradaki şekillenme. Bu
şekillenmenin de uzun tarihsel bir sürecin ürünü olduğunu da burada belirtmek
gerekir.

Farklı dinlerden ve inançlardan beslenmiş sonuçta bir öğreti ve inanca
dönüşmüş toplumsal birikimdir. Alevilik, bir mozaiktir, her dilden, her dinden,
kültürden, inançtan izler taşıyan senkretik (bağdaştırmacı) bir özelliğe sahip bir
yapıdır. Mayası sevgi, hoşgörü, paylaşımcılık, kardeşlik, birlik, dürüstlük,
özgürlük, herkesi “insan” görmedir.

Alevilik öğretisi, Hak (Allah) Muhammed Ali üçlemesi ile tartışılmayacak bir zırha bürünmüştür. Bu nedenledir ki öğretinin dinlerle olan ilişkisi
tartışılırken, eksen kaymalarının da Alevi toplumuna zarar verdiğini belirtmek
gerekir.

Alevi Sorunu Nedir? Nasıl Çözülür?

“Alevi sorunu” olarak belirtilen sorun, “ doğrudan bir bütün olarak
siyasal toplumun yapılanmasından ve onun örgütsel ifadesi olarak devlet ile
devleti cisimleştiren siyasal aygıtlardan, araçlardan, kurum ve kuruluşlar ile
ilgili siyasal aktörlerden kaynaklanan bir sorundur.”

Alevi sorunu, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri süregelen bir sorun
olmasına rağmen devletin egemen inanç oligarşisi (Hanefi-İslam) tarafından
sürekli olarak gizlenmiş, yok sayılmış ve meselenin çözümü yolunda isteksizlik,
kararsızlık ve ciddiye almama nedeniyle de meselenin günümüz sürecine kadar
taşınması sağlanmıştır.

Alevi toplumunun demokratik ve hukuk eksenli mücadelesinin karşılık
bulmaması sonucunda, meselenin uluslararası hukuk nezdinde ele alınmasına
varan bir süreçle karşı karşıya kalınmıştır.

Mevcut durum nedeniyle meselenin doğru tanımlanması, bu raporda temel
hedef oluşturmuştur.

Öncelikli olarak siyasal planda ya da planlamalarda, Aleviliği tanımlama
şeklinde yapılan değerlendirmenin ve teolojik tartışmaların yapılmasının,
sorunla ilgili çözüm için katkı sunamayacağını düşünmekteyim.

Alevilik sorunundan “Alevilerin sorunları” ya da “kendisi bir sorun
olarak Alevilik” anlaşılmamalıdır. Alevi meselesi), teolojik ya da tarihsel bir
sorun olmayıp, doğrudan ve öncelikli olarak siyasal bir sorundur. Sorunun
siyasal plandaki muhatapları da doğrudan Alevi toplumunun kendisidir, onların kurumsal temsilcileridir.

Alevi sorununun çözümünde karşılaşılan en önemli karşı duruş,
“kardeşlik” ve “birlik/beraberlik” söylemleri gelmektedir. İçi boş bir kardeşlik
ve birlik/beraberlik söyleminin, sorunları çözmek yerine, üstünü örttüğü artık
kabul edilmelidir. Alışagelmiş bu politikalardan vazgeçilmesi gerekmektedir.
Alevi sorununun çözümünde bir diğer söylemsel engel de, Aleviliğin bir
zenginlik olduğu biçimindeki yaklaşımdır. Bu yaklaşım, açıkça Alevi inançlarını
ve Alevi nüfusunu, egemen inanç biçimleri ve nüfusu karşısında
ikincilleştirmekte ve ötekileştirmektedir.

Son olarak, sorunun doğru teşhisi ve tanımı için atılması gereken ilk
adımların başında, Alevilerin ve Aleviliğin “güvenlik konsepti” (yani laikliğin ve
demokrasinin, insan haklarının sigortası) içinde değerlendirilmekten
vazgeçilmesidir. Bu bakıştan uzaklaşmak, sorunun doğru algılanmasına ve
çözümüne katkıda bulunacaktır.

Alevi sorununun, salt inanç siyasetiyle ilgili bir sorun olmadığı da kabul
edilmelidir. Sorun, aynı zamanda bütün yurttaşların eşitliği ve özgürlüğünün
karşılılık ve denklik çerçevesinde ele alınması gereken bir sorundur. Eşit bir
yurttaşlık ve insan hakları temelinde birlikte ve bir arada yaşamanın temel
anahtar kavramı, özgürlükçü laikliktir.

Cumhuriyet dönemi anayasalarının tamamında ya açık ya da örtülü bir
şekilde, 1920'lerin ortalarından itibaren net bir şekilde hayata geçirilen sorunu
görmeme ve asimilasyon politikası, bütün anayasaların ve hatta hükümetlerin
ortak kabulü olmuştur.

Alevileri tanımama ve mümkünse inkar, dönüştürme, Sünnileştirme
anlayışı, anayasal sistemin değişmez kabulü olarak bugüne kadar varlığını
sürdürmüş ve korumuştur.

Bununla bağlantılı olarak, Türkiye'de, 1925'ten itibaren bugüne kadar ki dönem, esas alınırsa, inanç konusunda değişmeyen bir anlayışın varlığı
gözükecektir. Bütün anayasaların açık ya da örtülü kabulü, Sünni, hatta
neredeyse Hanefi bir İslam anlayışının, resmi bir yorumla Türkiye'de egemen
olduğunun tescil edilmesidir.

Bunun yarattığı en önemli sonuç, Müslüman olmayanların ( Süryaniler,
Ezidiler, Nusayriler, vb..) ve Müslüman olup da Sünni olmayanların (Şiiler,
Caferiler, vb..) ya da Sünni olup da devletin yorumladığı şekilde yaşamayanların (ehli sünnet
sahibi olmayanlar, laiklik yanlıları, din, mezhep sorunu olmayanlar) bu sistemle
bir sorununun bulunmasıdır.

Söz konusu din ve inanç gruplarının özgürlükleri kısıtlanmakta, bu din ve
inanç grupları, kendilerine özgü değerleri, dini kurumları ve ritüellerini koruyup
geliştirmekte ciddi engellerle karşılaşmaktadır. Bu engellerin temel nedeni,
neredeyse sadece Türklüğe ve Sünni Hanefiliğe, kısacası Türk-İslamlığa dayalı
olan, eşitlikçi olmayan yurttaşlık anlayışına dayanmaktadır.

Yürürlükte olan mevcut Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, maalesef
Türklük ve Sünni Hanefilik anlayışı üzerine inşa edilmiş ve oluşturulmuştur. Bu
haliyle mevcut Anayasa, hem gayrimüslimleri, hem de Sünni/Hanefi olmayan
tüm yurttaşları sistematik olarak dışlamakta, ayrımcılığa maruz bırakmakta ve
birçok haklardan yoksun duruma sokmaktadır.

Buradan hareketle, eşit yurttaşlık anlayışıyla ayrımcı olmama ilkesinin
tümüyle geçerli ve egemen olduğu, inançlar arasındaki bu eşitsizliğin bir an
önce ortadan kaldırılması adına yeni ve demokratik bir toplum sözleşmesine
ihtiyaç vardır.

Siyasal iktidarın Alevi çalıştayları düzenlemesiyle Alevi toplumu,
Alevilerin ve temsilcilerinin özne kabul edilmesi, Cumhuriyet tarihinde bir ilk
olması anlamında önemsenmiştir.

Devlet ve devleti somutlaştıran siyasal aygıtların, kurum ve kuruluşların
ve ilgili siyasal aktörlerin, Alevilerin sorunlarını inançsal bir sorun olarak
tanımlayıp yürüttükleri kör, sağır, yok sayma siyasetinden vazgeçip sorunun salt
bir inanç sorunu değil, ayrıca siyasal ve hukuksal bir sorun olduğunu da kabul
etmeleri gerekmektedir. Bu kabullenme gerçekleşmeden sorunun kaynağına
inilemez ve sorun çözülemez.

Türkiye’de resmi laiklik tanımı, amaç-araç diyalektiğini ters yüz
etmektedir. Laikliğin amacı, devleti güçlendirmek değil, eşit ve özgür bir
yurttaşlığın inşasında harç görevi görmektir.

Burada temel koşul, politik toplumun dinsel referans ve söylemlerden
arındırılmasıdır.

Alevi sorununun çözümü, öncelikle sorunun, toplumun bütününün siyasal
sorunu olduğunu kabul etmekten geçmektedir. Bu anlamda Hükümet, Alevileri
salt kendi inançları doğrultusunda istemlerde ve çözüm önerilerinde bulunan bir
topluluk bütünü olarak görmekten vazgeçmeli ve daha da önemlisi, Alevi
toplulukları da bununla sınırlı olarak yeniden örgütleme girişimi anlamına
gelecek girişimlerden kesinlikle kaçınmalıdır. Özellikle inanç anlamında
yapacağı örgütlenmenin, ağır sonuçlar doğuracağı gözden uzak tutulmamalıdır.
Bu çerçevede Alevi sorununun, bir pazarlık meselesi haline getirilmesi
kesinlikle kabul edilemez bir durumdur.

Sorunu bir siyasi pazarlık meselesi haline getirmenin anlamı, Alevi
toplumu tarafından, Hükümet’in kendi anlayışına uygun bir “siyasal muhatap”
oluşturarak, kendi gereksinimlerine uygun resmi bir Alevilik inşa etme çabaları
olarak değerlendirilmektedir ki bu da devlete olan güveni zayıflatmaktadır.
Bir diğer konu ise, Alevilerin mutlak birliğinin dayatıldığı yaklaşımdan
uzaklaşılmalıdır.

Alevi toplumunun farklı sınıfsal karakteri ve farklı etnik yapıdaki durumu nedeniyle, farklı talepleri olduğu ön kabulüyle ihtiyaç temelli farklı bir siyaset
ortaya konmalıdır. Bu farklı ve ihtiyaç temelli siyaset mantığı içinde, yurtdışında
yaşayan Alevi toplumuyla da ilgili ülkelerin siyasal ve toplumsal koşulları ve
çerçevesi ile buralarda yaşayan yurttaşlarımızın gereksinimleri gözetilerek
mutabakat aranmalıdır.

Anayasamız bir bütün olarak ele alındığında Türkiye'de mevcut inanç
farklılıklarını ve bu çeşitliliğini kavrayacak genişlikte olmadığı gerçeği, artık
tüm kesimler tarafından da kabul görmektedir.

Anayasanın (ya da devletin) özel olarak Alevi inancı ve öğretisini
kendilerine rehber alan yurttaşların inanma, ibadet etme, erkanını yaşama ve
inanç kültürünü yeniden üretme konusundaki hakları güvenceye almaktan çok
uzak olduğu da ayrı bir gerçektir.

İslam dininin, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri Sünni ve Hanefi
mezheplerine resmi bir yorum katarak bir devlet dini oluşturulması ve bütün
topluma dayatılması kabul edilemez bir durumdur. Bu dayatmanın en önemli iki
parametresi, zorunlu din dersleri ile Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)’nın
kamusal alandaki büyüme/eritme politikalar izlemesidir.

ALEVİLERİN TEMEL SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Zorunlu Din Dersleri

Bilindiği üzere 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından 19 Ekim 1981'de
din dersleri fiilen “zorunlu” hale getirilmiştir. Bu durum, 1982 Anayasası'nın 24.
Maddesi ile de anayasal güvenceye kavuşturulmuştur.

Laik bir devlette, zorunlu din dersi, ülke nüfusunun çoğunluğunu da esas
alınsa da, Anayasa'nın 2. maddesine aykırıdır; dinsel inanç, Yaratanla (Tanrı)

inanan arasında bir vicdan sorunudur ve bireyi ilgilendirir. Bu yüzden kamusal
alanın dışında tutulması gerekmektedir.

Anayasanın 24. maddesi ile getirilmiş zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi
derslerinin, özellikle Alevi yurttaşların vicdan özgürlüğüne indirilmiş bir
darbedir. Anayasanın eşitlik prensibince zorunlu din dersi uygulamasına derhal
son verilmelidir.

“Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 9.11.2008'de
kesinleşmiş olan Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye davasına ilişkin
kararında, bir bütün olarak mevcut din kültürü ve ahlak bilgisi
eğitimi pratiğinin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1. Ek
Protokolü 2. maddesinde güvenceye alınan velilerin inançlarına
uygun eğitim hakkını ihlal edici nitelikte olduğu hükme
bağlanmıştır.”

Anayasanın ilgili amir hükmünün zorunlu dinsel eğitimi bütün yurttaşlara
dayattığı yolundaki hukuksal yorum, hukuken son derece tartışmalıdır ve
anayasanın en temel ilkelerden biri olarak işaret ettiği laiklik ilkesinin de özüne
aykırıdır.

Anayasa’nın 24. maddesinde konuyla ilgili olarak “Din ve ahlak eğitim ve
öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak
öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer
alır” hükmüne yer verilmekte ve devamında ise şöyle denilmektedir: “Bunun
dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de
kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır.”

Bu haliyle ilgili maddenin muhatabı, öncelikle yasama ve yürütme organlarıdır. Yani anayasa, din dersinin müfredatta
bulunması zorunluluğunu ilgili kurumlara bırakmaktadır. Ancak aynı anayasa,
bütün yurttaşların istisnasız din eğitimi almak zorunda olduğuna ilişkin herhangi

bir hüküm de getirmemektedir. O halde ilgili hükmün amacı, herkese zorunlu
olarak din dersi vermek değil, dinsel eğitimi devlet kontrolü altında tutmaktır ki
anayasaya içkin laiklik ilkesi bakımından da doğru olanın bu olması gerekir.

Bu açıdan ele alındığında ilgili hükmün açık anlamı şudur: “İlköğretim ve
lise düzeyinde din dersinin müfredatta bulunması zorunludur. Devlet, öğrenci
velisinin talebi halinde, öğrenciye din dersi vermekle yükümlüdür.” Kaldı ki
zorunlu din dersi uygulaması, dileyenlerin dersten muaf tutulması şansının
önünü kesmektedir. Nitekim AİHM, Polonya aleyhine açılan iki davada, muaf
tutulma olanağının olması halinde, zorunlu din dersinin Avrupa İnsan hakları
Sözleşmesi (AİHS)’ne aykırılık doğurmayacağını kabul etmiştir.
(Saniewski/Polonya, C.J ve diğerleri/Polonya davaları)

Anayasa’nın 13. maddesine göre, temel hak ve özgürlüklere ilişkin
getirilecek sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum
düzeninin ve laik Cumhuriyet’in gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz,
hakkın özüne dokunamaz.

Zorunlu din dersi, temel bir hakka müdahale olduğuna göre, Anayasa’nın
ilgili hükmü “herkes din dersini zorunlu olarak alır” ibaresine yer vermediğine
göre, bunu böyle yorumlamak, temel hak ve özgürlüklere aykırıdır. Bu
aykırılığın ortadan kaldırılması için mevcut anayasanın tümünün değiştirilmesi
gerekmektedir.

“Gerek Strazburg içtihadı, gerekse Türkiye’nin 2003’te taraf olduğu
BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin denetim organı olan
İnsan Hakları Komitesi’nin görüşlerinde açığa çıkan üç temel nokta
gözetildiğinde sorun, mevcut anayasal düzen içinde de rahatlıkla
çözülebilir. Buna göre, devlet okullarında müfredatta din dersi
bulunabilir. Ancak din dersi bir dini inancın öğrencilere aşılanması
şeklinde yürütülemez ve nihayet, din dersi zorunluysa, öğrencilere ayrım gözetilmeksizin din dersinden muaf olma hakkıyla beraber
velilerin rızasına uygun başka seçenekler de sunulmak zorundadır.”

Bu nedenle derhal muafiyete ilişkin düzenlemeler yapılmalı, dileyen
öğrencilere velilerin isteği doğrultusunda din dersi verilmelidir.

Muafiyet düzenlemesi sonrası tek bir mezhebi imleyen tüm din ve ahlak
bilgisi kitapları değiştirilmelidir. Muaf tutulan öğrenciler için yeni seçenekler
oluştururken Alevi konular belirlenmeli ve seçenekler, Alevi topluluklar ve
örgütleri nezdinde geniş bir tartışma zemininde değerlendirildikten sonra
müfredata konulmalıdır.

Zorunlu din dersleri uygulamasına son verilmelidir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nin bu yönde vermiş olduğu
karar, zaman geçirilmeden uygulanmalıdır. Öğrencilere ayrım gözetilmeksizin
din dersinden muaf olma hakkıyla beraber, velilerin rızasına uygun başka
seçenekler de sunulmak zorundadır. Tüm din ve ahlak bilgisi kitapları
değiştirilmelidir.

Alevi toplumlarının bilgisi ve desteği alınarak yeni bir müfredat
hazırlanmalıdır. Bu konuda yapılacak olan itirazlara anayasa ve uluslararası
yargı yolları da açılmalıdır.

Diyanet İşleri Başkanlığı

Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), Türkiye'de din alanındaki devletin siyasal
müdahalesinin ideolojik araçlarından en önemli kamu kurumudur.
Cumhuriyet kadrolarının Hilafet’e bakışı nedeniyle ya da gerekçesiyle
oluşturulmuş bir kurumdur.

Kurucu idare iktidarı koruma amacıyla Hilafet karşıtı bir kurum yaratmıştır. Yani kurum ve din, iktidar aracı olarak düşünülmüş ve günümüze
kadar da istenmeyen boyuta ulaşmıştır.

Kurum anlamında ulaştığı düzey ve işlevi, temel yurttaşlık hakları, din ve
vicdan hürriyeti açısından tarafsız devlet ilkesi ile bağdaşmamaktadır.
633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında
Yasa’nın 633 sayılı 1. Maddesi Anayasa’nın 136.maddesine aykırıdır.
Bu nedenle söz konusu kurum yerine, hiçbir dini ve inancı finanse
etmeyen, görevi sadece din ve inançlar arasında diyaloğu savunan ve bu amaçla
gerekli denetimleri, kamu düzeni, kamu güvenliği ve kamu sağlığı açısından
yapan bir organizasyon kurumu inşa edilebilir.

Bu konuya ilişkin olarak ileri, çağdaş Batılı ülkelerde olduğu gibi inanç
vergisi adı altında kişinin iradesine bağlı bir vergi tarhı getirilmelidir. Toplanan
bu vergilerin amacı dışında kullanılması engellenmelidir.

Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye'de din alanındaki siyasal müdahalenin
temel kurumu haline dönüşmüştür.

Bu durum, Alevi algılamasında, evrensel açıdan eşitlik ve devletin tarafsız
kalması ilkesiyle de çelişmektedir. Vicdan özgürlüğüne direkt bir müdahaledir.
Alevilerin de vergileriyle yürüyen Diyanet İşleri Başkanlığı, Alevilere
karşı geliştirilen dinsel hegemonyanın oluşturulduğu ve toplumsal alana yayılıp
Alevilere ve diğer inançlara karşı mahalle baskısının üretildiği bir merkeze
dönüşmüş durumdadır.

Başka bir konu da, DİB'nın, 1924 tarihli kuruluş yasasından farklı olarak,
1965 tarihli yasa ile üstlendiği “toplumu din ve ahlak konularında aydınlatma”
görevinin, genelde ahlak sahasını dinselleştirmek ve özelde Alevileri
Sünnileştirmek temelinde amaca yönelik hizmet ettiği konuları aleniyet
kazanmıştır. DİB sonuçta bir kamu kurumudur. Teolojik değil, hukuki ve siyasi
öncüllerden hareket etmek zorundadır.

Bu çerçevede,
DİB’in gerek kuruluş yasası ve gerekse kendisine görev veren tüm
düzenlemeler gözden geçirilerek, İslam dini alanında tekel oluşturan vasıfları
ortadan kaldırılmalı, toplumu din ve ahlak konularında aydınlatma görevi
elinden alınmalı, ibadethanelerin yöneticisi olma vasfı kaldırılmalı ve denetim
göreviyle sınırlandırılmalıdır.

DİB, devletin oluşturduğu resmi din anlayışını topluma yayma konusunda
da kuruluş amacını aşarak açıkça siyasi bir kurum haline gelmiş ve hükümetler
üstü bir statü kazanmıştır.

15 Temmuz darbe girişimi sonrası bu kurumdan tasfiye edilen kadroların
nicel ve nitel olarak tasnifin de politik gelişmişliği ortaya çıkmıştır.
DİB, yürüttüğü faaliyetlerle açıkça birçok örnekte olduğu gibi temel
çerçevesi olan laiklik ilkesini zedelediği gibi, temel işlevsel sınırlarını da ihlal
ettiği, 15 Temmuz darbe girişiminde ortaya çıkmıştır. Daha önce yayınlanmış
fetvaların çoğunun yanlış ilan edildiği bu kurumda büyük bir tasfiye
gerçekleşmiştir.

Böylesi bir kurum içerisinde iktidarı hedef alarak darbe yapma isteği,
devleti ele geçirme planı, demokratik, eşit ve laik bir toplumda kabul edilebilir
bir durum değildir. Bu nedenle, DİB, Alevilik sorunun çözümünde başlıca
engellerden biri olarak görülmelidir ve de görülmeye devam etmektedir.
Gerek zorunlu din dersleri, gerek kaynakların eşit paylaşımı, gerek
inançların kendilerini tanımlama özgürlüğü ve gerekse inançların gerektirdiği
ibadet tarzlarını uygulamada, DİB, engelleyici bir kurum olarak karşımızda
durmaktadır.

Hükümet, bu konuda bir adım atarak 2820 sayılı Siyasi Partiler
Kanunu’nun ilgili hükmünü derhal değiştirmelidir

Bu hükme göre, (M.89) “Siyasi partiler, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve
bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirmek
durumunda olan Diyanet İşleri Başkanlığının, genel idare içinde yer almasına
ilişkin Anayasanın 136 ncı maddesi hükmüne aykırı amaç güdemezler.”
Sonuç olarak, bu çerçevede Alevi toplumu, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı,
bu şekliyle ülkemizin demokratik yapısına, çok kültürlülüğüne, farklı
inançlardan zenginliğine karşılık gelecek bir kurum olarak görmemekte ve bu
kurumu bir asimilasyon kurumu olarak değerlendirmektedir.

Bu nedenledir ki, hiçbir dini ve inancı finanse etmeyen, görevi sadece din
ve inançlar arasında diyaloğu savunan ve bu amaçla gerekli denetimleri, kamu
düzeni, kamu güvenliği ve kamu sağlığı açısından yapan bir organizasyon
kurumu inşa edilebilir.

Cemevleri, Cemevlerinin İbadethane Olarak Kabulü

Eşit haklar ve ibadet yerlerinin genel hukuki statüsünün eşitliği ilkesi
açısından cemevleri de diğer inanç merkezleri gibi eşit kabul edilmeli ve eşit
davranılmalıdır.

Cemevlerine karşı sürdürülen ayrımcılık mevcut hukuk düzeni içinde
dahi hukuk tekniği açısından hiç de zor olmayan bir müdahaleyle giderilebilir.
Sadece cemevlerinin, yasal statü kazanması için herhangi bir yasa
metninde geçmesi yeterlidir.

Cemevleri’nin Alevilerin ibadet mekanı olmasının yanı sıra, aynı zamanda
kamu dışı bir inançsallığın da mekanı olması, dinin demokratikleşmesin için de
bir imkan olarak görülmelidir.

Alevilik, doğal ve batıni bir inanç ve ibadet düzeni olarak tanınmalı ve bu
doğrultuda cemevleri, ibadethane statüsüne kavuşturulmalıdır.

Cemevleri, somut olarak ibadethane işlevi yanında çeşitli sosyal işlevleri
de üstlenmektedir. Bu temel bakışla hiçbir siyasal aktör ya da siyaset kurumu,
cemevlerinin ibadethane olmadığı konusunu ileri süremez. Bu ölçü üzerinden
bakılırsa, diğer inançların ibadethane statüsü de tartışmalı hale gelecektir.
Sonuç olarak, tüm yasal düzenlemelerde öncelikle ve ilkesel olarak uygun
olmayan ifadelerin taranarak değiştirilmesi gerekmektedir. Yapılacak bu işlem,
zaman alacağından cemevlerine yasal olarak ibadethane statüsü verilmelidir.

667 Sayılı Tekke ve Zaviyeler Kanunu

667 Sayılı Tekke ve Zaviyeler Kanununda Alevi inancını ilgilendiren
kısım kaldırılmalı, bu alandaki yasal düzenlemeler, özgürlükçü laiklik
ekseninde, devletin bütün inançlara eşit mesafede duracağı ve hakem rolünü
üstleneceği yaklaşımına uygun olarak yeniden yapılmalı, devlet bütün inanç
merkezlerine eşit mesafede durmalıdır.

Bu yasa ile el konulan Alevi Bektaşi tekkeleri, Alevi toplumuna iade
edilmelidir.

Hacı Bektaş Dergahı ve diğer Alevi dergahları Alevilere geri
verilmelidir.

Alevilerin en önemli merkezlerine ziyaretçi statüsünde ve ücret karşılığı
girmeleri kabul edilemez bir durumdur; bu kabul edilemez durumun ortadan
kaldırılması, Hükümetin olumlu bir adımı ancak yetmeyen bir adımıdır.
Dergahın asıl sahipleri, Alevi toplumuna devredilmesi ile bu süreç
tamamlanmalıdır.

Başta Hacı Bektaş Veli Dergahı olmak üzere Alevilere ve Bektaşilere ait bütün dergahlar, müze statüsünden çıkartılmalı, bu dergahlara ait bina, arazi gibi
taşınmazlar, ilgili kişi ve kurumlara devredilmelidir. 1826 ve 1925'de
yağmalanan, bir çok simgesel değerde eşya ve kitabı satılan dergahların bu
ürünlerinin bulunup iadesinin sağlanması için bir 'araştırma komisyonu'
kurulması sağlanmalıdır.

Özel Öneme Sahip Günler

Aşure Günü ve Arap Alevileri için özel bir öneme sahip Gadir Hum
Bayramı, resmi tatil ilan edilmelidir.

Ayrımcılıkla mücadele ve önlenmesi, kamu hizmetlerinde ayrımcılık

Aleviler ve farklı inanç sahipleri aleyhine işletilen ayrımcılık süreç ve
uygulamaları yalnızca mevcut normatif (kuralcı) hukuksal, siyasal
yapılanmadan, formel (biçimsel) eşitlikçi ve ayrımcı işlemlerden
kaynaklanmaktadır. Aynı zamanda kamu görevlilerinin Aleviliği ve farklı
inançları anlamlandırma ve algılama biçimlerinden ve görevlerini yerine
getirirken bu biçimleri temel ve biricik referans olarak kabul etmelerinden
kaynaklanmaktadır. Hatta çoğunlukla Aleviler üzerindeki baskıcı uygulamalar,
kamu görevlilerinin bu ve benzeri yaklaşımları sayesinde yaygınlaşmaktadır.
Alevi köylerine zorla cami yaptırılmasından da vazgeçilmelidir.

İlk ve ortaöğretimde ayrımcılık

İlk ve ortaöğretimde ayrım gözetilmeksizin, milli eğitim müfredatının
yeniden gözden geçirilmesi ve özellikle ders materyallerinin, ayrımcılığa karşı taranması ve devamla okullarda ayrımcılığın sürekli izlenmesi temel ve
önemlidir.

Okullarda mescit açılması ise Alevi inancından öğrencileri psikolojik
olarak etkileyecektir. Mescit ya da namazgah açılması, milli Eğitim
Bakanlığı’nın asli görevleri arasında değildir, olmamalıdır.

Kamusal yayıncılığın, ayrımcılıktan arındırılması;

Kamu radyo ve televizyonculuğunda yer alan ve özellikle Sünni/Hanefi
İslam biçiminin özel günlerinde yoğunlaşan, ama onun dışında da rutin olarak
üretilen ve yayını sürdürülen bütün dinsel içerikli programların üretimi ve
yayınına derhal son verilmelidir.

Bu ülkede kamu fonlarıyla finanse edilen ve kamuya ait olan TRT, nasıl
bu ülkenin diğer inançlarını, örneğin Katoliklerin, Ortodoksların, Protestanların,
Yezidilerin ve Süryanilerin, Bahailerin, bütün çeşitliliğiyle Alevi topluluklarının
kendi kutsal günlerinde özel program üretmiyor ve yayınlamıyorsa, aynı kural
Sünnilik/Hanefilik için de geçerli olmalıdır.

Bu konuda da her inanç için özel programlar yapılmalı kamu yayın
tarafsızlığı tesis edilmelidir.

Ayrımcılık saikiyle işlenmiş nefret suçlarının cezalandırılmasının
yasalaşması ve nefret suçları

Bilindiği üzere mağdurun dili, dini, milliyeti, etnik kökeni, cinsiyeti,
felsefesi ya da siyasal inancı, cinsel tercihleri, bu gibi özelliklerine karşı duyulan
düşmanlığa dayalı işlenen suçlara nefret suçları adı verilmektedir. Yine fail
tarafından, mağdura, salt farklı bir toplumsal kesim kimliği taşıdığı için zarar

vermek isteniyorsa, işlenen suç tipi hangisi olursa olsun, o suç genel olarak aynı
zamanda bir nefret suçudur. Ayrımcı ve ırkçı suçlar ya da halkın bir kesimine
karşı kin ve düşmanlığı tahrik eylemleri de bir yönüyle nefret suçlarıdır.
Devletin ve siyasal iktidarın, nefret suçları kapsamında Koçgiri, Dersim,
K.Maraş, Çorum, Sivas ve Gazi katliamlarıyla yüzleşmesi gerekir.

Basın ve Medya;

Medya ile ilgili yasalar, eşit yurttaşlık yaklaşımına uygun yeniden
düzenlenmeli, ayrımcılık ve nefret suçlarına yönelik cezai yaptırımlar
arttırılmalı, farklı kültürler ve inançlar arasında barışı ve kardeşliği öne çıkaran
programlar yapılmalıdır.

Negatif ayırımcılığa yol açan ve derhal değiştirilmesi gereken
mevzuat hükümleri

1. 1924 tarih ve 442 sayılı Köy Kanunu, Md. 2: “Cami ...baltalık gibi orta
malları bulunan … insanlar … bir köy teşkil ederler.”
2. 1924 tarih ve 442 sayılı Köy Kanunu, Md. 13 14 .fıkrası “ Köyde bir
mescit yapmak (yeniden yapılacak ise köy meydanının bir tarafına
yapılacaktır.)”
3. 2005 tarih ve 5307 sayılı Sıvılaştırılmış Petrol Gazları (LPG) Piyasası
Kanunu ve Elektrik Piyasası Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun
4. 3402 sayılı kadastro kanunu, Md 16 –A) Kamu hizmetinde kullanılan,
bütçelerinden ayrılan ödenek ya da yardımlarla yapılan resmi bina ve
tesisler, (Hükümet, belediye, karakol, okul binaları, köy odası, hastane ya
da diğer sağlık tesisleri, kütüphane, kitaplık, namazgah, cami genel mezarlık, çeşme, kuyular, yunak ile kapanmış olan yollar, meydanlar,
pazar yerleri, parklar ve bahçeler ve boşluklar ve benzeri hizmet malları)
kayıt, belge ya da özel kanunlarına
5. 1925 tarih ve 677 sayılı Kanun, Md. 1

İdari Düzenlemeler

1. 11.07.2001 tarih ve 24459 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan CAMİ
YAPTIRACAK YA DA ONARACAK DERNEKLERE VE KÖYLERE
YAPILACAK YARDIMLAR HAKKINDA YÖNETMELİK,

2. 24.05.1985 tarih ve 18763 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan
CAMİLERİN BAKIM ONARIM TEMİZLİK VE ÇEVRE TANZİMİ
HAKKINDA YÖNETMELİK

3. 02.11.1985 tarih ve 18916 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan İMAR
KANUNUNUN 18.İNCİ MADDESİ UYARINCA YAPILACAK ARAZİ
VE ARSA DÜZENLENMESİ İLE İLGİLİ ESASLAR HAKKINDA
YÖNETMELİK

4. 14.04.2006 tarih 26139 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan KUZEY
ANKARA GİRİŞİ KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ
YÖNETMELİĞİ'ne, 10.10.2006 tarih ve 26215 sayılı Resmi
Gazete'de yayımlanan KUZEY ANKARA GİRİŞİ KENTSEL
DÖNÜŞÜM PROJESİ YÖNETMELİĞİNDE DEĞİŞİKLİK
YAPILMASINA DAİR YÖNETMELİK ile ekli, İhale İşlemleri başlıklı
Md. 27/A:

5. 7.8.1959 tarih ve 4/11999 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile konulmuş
Ziraat Odaları ve Ziraat Odaları Birliği Nizamamesi, Md. 11:

Yasalar
1. 1987 tarih ve 3482 sayılı Kadastro Kanunu, Kamu Malları başlıklı Madde

2. 1924 tarih ve 442 sayılı Köy Kanunu, Md. 91

3. 1956 tarih ve 6831 sayılı Orman Kanunu, Md 31

Aleviliğin Temel Dinsel Kurumlarının Düzenlenmesi ve Dedelik
Sorunu

Alevi toplumunun inancı ve öğretisi üzerinde özgün halinin ileri kuşaklara
aktarımını engelleme, onu doğal mecrasından uzaklaştırma ve beslendiği
damarlar olan dinlerden arındırma girişimi, teolojik tartışmalara konu etme,
devlet eliyle olduğu gibi siyasal süreçlere çekilerek de Alevi toplumu içerisinde
girişimler söz konusudur. Bu girişimler, Alevi inancının ve öğretisinin özgün
haline zarar vermektedir.

Özellikle “Dedelik” kurumuna yönelim, bu kurumu tasfiye girişimleri
kabullenilemez boyuta ulaşmıştır. Bu kuruma müdahale, onu etkisizleştirme
çabası yanlış ve onarılamaz sonuçlara götürme anlamında son derece tehlikeli
bir yaklaşımdır.

İnanç ve öğretinin en temel bağı Dede-Talip bağı ile kurulan ilişki olduğu
unutulmamalıdır.

Zaman zaman Dedelere maaş bağlanması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda
kadro verilmesi tartışmaları da son derece yanlıştır.

Alevi toplumu, bu girişimleri kesinlikle kabul etmemektedir. Dedelerin
sınıfsal ve eğitim durumlarından yararlanarak bu girişimlerde bulunmak,
devletin de kabul edeceği bir gerçeklik olamaz.

Alevi toplumu, Dedelik kurumunun DİB’e bağlanarak kadrosal ve
iktisadi bir düzeye indirgenmesini kabul etmemektedir. Bu konudaki temel ilke, her inanç topluluğunun kendi dinsel gereksinimlerini kendilerinin finanse
etmeleridir. Alevilerin yarattığı bu model, toplumda var olan inançların
örgütlenmesine ışık tutacak niteliktedir.

Dedelerin nasıl yetiştirileceği, kimlerin Dedelik yapıp yapamayacağı,
Dedelerin yapacağı hizmetlerde aranacak ölçütler ve koşullar, tümüyle Alevi
öğretisinin iç konularıdır ve orada da belirli bir düzene bağlanmış durumdadır.
Bu düzene müdahale edilmesi, açıkça yeni bir Alevilik inşası anlamına gelecek
ve bu da Alevilik sorununun çözümüne hizmet etmeyeceği gibi, çözülmek
istenen yeni bir Alevilik sorununun da inşası demek olacaktır.

Hacı Bektaş Veli Dergahı’nın Durumu

Hacı Bektaş Veli Türbesi ve bir bütün olarak dergah (1834 yılında yapılan
cami istisna tutulmak üzere), Alevi toplulukların tümü için önemli bir kült
merkezi, bir bölümü içinse adeta Niyaz merkezidir. Dergahın asıl sahibi, Alevi
topluluklardır ve asıl sahiplerine teslim edilmelidir. Bu konuda özellikle 677
sayılı yasada yapılacak bir değişiklikle sorun çözülecektir.

Kur’an Kursları, İmam-Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri Sorunu

Türkiye’nin siyasal ve sosyolojik olarak belirli ve egemen bir Sünni algı
doğrultusunda resmi devlet dininin bütün topluma dayatılmasında en önemli
rolü üstlenen ve ideolojik bir aygıtın parçaları olarak “imam-hatip liseleri” ile
aynı anlayışın uzantısı olan ilahiyat fakülteleri gelmektedir.

İlkesel olarak gerek lise ve gerekse üniversite düzeyinde özel ve paralı
dinsel okullar ile yine ücretli olmak kaydıyla dinsel mahiyetli kurslar açılmasının önündeki engeller kaldırılmalı, bu nitelikteki okul ve kursların
kamusal finansmanına derhal son verilmelidir. Devlet, dinsel eğitimi, o inancın
sahiplerine bırakmayı kendisine hedef olarak koymalıdır. DİB, dinsel eğitim
veren bir kurum olmaktan çıkarılmalı, Kur’an kursları tümüyle ilgili inanç
sahiplerinin alanına terk edilmelidir. Bu alanda devlet, özellikle çocuk ve
gençlerin ruh sağlığı, gelişim koşullarını gözeterek denetleyici olmalı, belirli bir
yaşın altındaki hiçbir çocuk velisi istese dahi, bu kurslara kabul edilmemelidir.
Devlet ve hükümet, dinsel eğitimi veren değil, laiklik çerçevesinde denetleyen
olmalıdır.

İlk ve Ortaöğretimin ayrımcılıktan arındırılması

İçinde bulunduğumuz toplumda negatif ayrımcılık yalnızca zorunlu din
dersleriyle ya da DİB ve benzeri dinsel nitelikli kurum ve kuruluşlar eliyle
üretilmemekte, aynı zamanda genel ilk ve ortaöğretim kurumları aracılığıyla da
üretilmekte ve yaygınlaştırılmaktadır. Bu nedenle ilk ve ortaöğretimde ayrım
gözetilmeksizin, her seviyede MEB müfredatının yeniden gözden geçirilmesi ve
özellikle ders materyallerinin ayrımcılığa karşı taranması ve devamla okullarda
ayrımcılığın sürekli izlenmesi gerekmektedir.

Bu çerçevede,
Bütün müfredat, başta farklı inançlar ve inançsızlar aleyhine geliştirilen
ayrımcılık olmak üzere, dil, din, cinsiyet, etnik köken, renk, ırk gibi, uluslararası
insan hakları normları doğrultusunda taranmalı ve elden geçirilmelidir. Özellikle
Türkçe, Türk Dili ve Edebiyatı, Tarih, Yurttaşlık Bilgisi, Milli Güvenlik, Felsefe
grubu dersleri gibi sosyal ve kültür derslerinin materyalleri, kesinlikle taranmalı
ve ayrımcı ifadelerden ayıklanmalıdır. Aynı şekilde, pozitif bilimlerle ilgili tüm
ders materyalleri, pozitif bilimin sınırlarını aşan ve doğrudan pozitif bilimleri dinle ikame etmeye çalışan yaklaşım ve her tür değiniden, örnek ve
uygulamadan arındırılmalıdır. Bunun için ayrımcılığın teşhis ve
tanımlanmasında uluslararası hukukun geliştirdiği normlar esas alınmalıdır.

Kamu Hizmetlerinde ve Toplumsal Dokuda Ayrımcılığın Önlenmesi

Merkezi ve yerel kamu kuruluşlarının resmi mezhep algısı doğrultusunda
ülkenin siyasal ve toplumsal olarak dinin nüfuz alanının içerisine çekilmesinde
öncü, taşıyıcı, kolaylaştırıcı, teşvik edici bir rol üstlenmemesi gerektiğinin altını
önemle çizmek gerekmektedir.

Bu anlamda sosyal yaşamı sekteye uğratacak ve sosyal yaşama müdahale
olarak kabul edilebilecek içki ruhsatlarının iptali, içki yasağı, el ele tutuşan
gençlerin hırpalanması, dövülmesi, oruç tutmayanlara dönük öldürmeye varan
linç girişimleri gibi siyasal ve mahalle baskılarına derhal son verilmelidir.

Bu çerçevede,
Hükümet, Alevi sorununun çözümünde merkezi ve yerel kamu
otoritelerini bu anlamda düzenli ve sürekli olarak gözetim ve denetim altında
tutup izleyerek, ayrımcılığın görüldüğü yer ve örnekte, hiçbir belirsizliğe
meydan vermeksizin derhal ve kararlı bir biçimde üstüne gitmeli, buna dönük
denetim ve izleme mekanizmaları oluşturmalıdır.

Alevi köylerine gizli-açık baskı yoluyla 1980 Askeri darbesinden bugüne
yapılan camiler, ibadethane statüsünden çıkarılmalı, mevcut binalar köyün ortak
iradesinin tasarrufuna bırakılmalıdır.

Başta Emniyet ve Jandarma olmak üzere İçişleri, Milli Savunma, Milli
Eğitim, Sağlık, Dışişleri, Çalışma ve Sosyal Güvenlik, Maliye, Kültür ve Turizm bakanlıkları olmak üzere bütün bakanlıkların merkez ve taşra teşkilatları,
devamla merkezi ve yerel otoriteler, sistemli ve düzenli olarak ayrımcılığa karşı
farkındalık ve duyarlılık eğitimine tabi tutulmalı, bu eğitimler için Alevilerden,
Alevi kurumlarından, örgütlerinden ve diğer ayrımcılığa uğrayan kesimlerden
destek alınmalıdır.

Kamusal Yayıncılığın Ayrımcılıktan Arındırılması

Kamu adına yayın yapan radyo ve televizyon kurumlarının laik olduğu
öne sürülen bir ülkede, resmi din çerçevesinde ve yalnızca ilgili egemen
inançlılara (Sünni kesime) dönük olarak program üretmesi ve yayınlaması, kabul
edilemez bir durumdur.
Kamu radyo ve televizyonculuğunda yer alan ve özellikle Sünni İslam
biçiminin özel günlerinde (Ramazan, kandil geceleri, dini bayramlar, vb..)
yoğunlaşan ama onun dışında da rutin olarak üretilen ve yayını sürdürülen bütün
dinsel içerikli programların üretimi ve yayınına derhal son verilmelidir.

Madımak Oteli, “Utanç Müzesi” Yapılmalıdır

Alevilerin Sivas Madımak Oteli’nin “Utanç Müzesi”ne dönüştürülmesi
gerektiğini bir kez daha belirtmek gerekir. Bilindiği gibi, Sivas katliamı,
ülkemizde yüzleşmeyi bekleyen ve önemli travmaya neden olan bir öldürüm
olayıdır. Katliam sırasında kamu hatası ve duyarsızlığı nedeniyle Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin bu ayıpla yüzleşmesi, Alevi toplumunun acılarına saygı
gösterme anlamına da gelecektir. Bu bağlamda, Madımak Oteli’nin müze
yapılması talebi, Alevi toplumu anlamında aynı zamanda acının paylaşılması ve
katliamın utancıyla yüzleşilmesi bakımından hayati bir öneme sahiptir.

Alevi toplum sorunlarının iç hukuk ve uluslararası hukuk anlamında
örnek sonuçları

Cem Vakfı, 2005 yılında Başbakanlığa başvurup Diyanet İşleri
Başkanlığı’ndan, Alevi ve diğer inançları da kapsayacak şekilde kamu hizmeti
vermemesinden dolayı şikayetçi olmuştur.

Vakfın talepleri arasında, “Aleviliğe hukuksal statü tanınması,
cemevlerinin ibadethane (mabed) olarak tanınması, cemevi inşasına imkan
tanınması, cemevlerinin işleyişi için kamusal fon öngörülmesi ve Alevi
Dedelerine devlet memuru statüsü kazandırılması” hususu da yer almıştı. Tüm
bu talepler, 19 Ağustos 2005 tarihinde Başbakanlık tarafından reddedilmiştir.
Başbakanlık, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tüm dinlere “eşit” yaklaştığını,
cemevlerine ibadethane statüsü verilemeyeceğini, Alevi Dedelerinin devlet
memuru olamayacağını, Alevilere özel kamu fonu aktarılamayacağını
bildirmiştir.

Başbakanlığın bu yanıtı üzerine Alevi inancına bağlı 1919 vatandaş,
Başbakanlığı ulusal mahkemelere şikayet etmiştir. Ancak mahkemeler,
Başbakanlığın ret yanıtının yürürlükteki yasalarla uyumlu olduğuna ilişkin karar
vermiş ve söz konusu karar, 2 Şubat 2010 tarihinde Danıştay tarafından da
onanmıştır. Bunun üzerine Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan, beraberinde 202
kişiyle birlikte konuyu 2010 yılında AİHM gündemine taşımış, dava AİHM
tarafından 2013 yılında görülmeye başlanmış ve davanın kapsam ve önemini
göz önünde bulunduran mahkeme, dosyayı 7 yargıçlı küçük bir daire yerine,
kararları nihai olan 17 yargıçlı Büyük Daire’ye göndermiştir.

Davacı grup, AİHM’ye sunduğu iddianamede, “Alevilerin devletin
sağladığı din hizmet ve olanaklarından yararlanamaması ve bu hizmetin sadece
Sünni İslama mensup Müslümanlara verilmesinin Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin (AİHS) din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili 9’uncu maddesine aykırı
olduğunu” ve Aleviler, bu durumun AİHS’nin ayrımcılıkla ilgili 14’üncü
maddesine aykırı olduğu tezini de işleyerek talebini somutlaştırmıştır.

Hükümet, AİHM önünde kendini, Alevilerin kendi aralarında “homojen
bir yapıya” sahip olmadıkları, devletin dinlere karşı “tarafsız ve yansız” olduğu,
Diyanet’in “İslam’ın Sufi yorumuna hizmet vermediği”, cemevlerinin cami,
mescit, kilise ve sinagogların aksine ibadethane (mabed) kategorisine girmediği
tezleriyle savunmuş, “Alevilerin kendilerini İslam’ın sufi, rasyonalist ve pratik
bir yorumu” olarak gördüklerini belirten hükümet, Alevi inancının “ne tam
olarak bir din olarak ne de İslam’ın bir dalı olarak görülemeyeceği, Sufi tarikatı
olarak ele alınması gerektiği” tezini savunma olarak mahkemeye bildirmiştir.
Hükümetin bu tezleri, AİHM'de kabul görmemiş, Mahkeme “ Dini
toplulukların ne olduklarına devlet ya da ulusal yargının değil söz konusu
toplulukların ruhani liderlerinin karar verebileceğine işaret ederek hükümetin
Alevileri ‘Sufi tarikatı’ olarak tanımlamasının Alevileri, dini inançlara yasaklar
getiren 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar
ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” kapsamına aldığını
hatırlatarak, Türk hükümetinin “Aleviler kendi aralarında bölünmüş haldeler”
tezine de “ bu durum onların dini bir topluluk olarak hakları olduğu gerçeğini
değiştirmez” yanıtını vermiştir.

AİHM, devletin Alevileri resmen tanınmaması ve hukuksal statü
sağlamamasıyla, AİHS’nin din ve vicdan özgürlükleriyle ilgili 9’uncu
maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır.

Strasbourg Mahkemesi, Alevilerin hiçbir kamusal hizmetten
faydalanamamalarını da “dini ayrımcılık” olarak tanımlamıştır.

Alevi inancını inkârın “laik devleti koruma” teziyle gerekçelendirilmesini
de reddeden AİHM, Türkiye’de din ve inançlarla ilgili hukuksal yapının “nötr”
kriterlere dayanmadığını ve bu durumun bazı inançların ayrımcılığa maruz
kalmasına neden olduğunu ayrıca not etmiştir.

Türkiye’de devletin din ve inançlara yaklaşımını “hedefle orantısız”
olarak tanımlayan AİHM, Alevilere yönelik uygulamanın “akla uygun ve
objektif temele dayanmadığına” ve bu nedenle Alevilere “dinsel ayrımcılık”
yapıldığı görüşüne hükmetmiştir.

AİHM kararında 2009-2010 yıllarında Türkiye’de hükümetin Alevi
kuruluşlarıyla birlikte düzenlediği Alevi çalıştaylarının sonuç raporları temel
alınmıştır. Karar, 17 yargıçlı Büyük Daire tarafından alındığından temyiz olasılığı bulunmamaktadır. Karar, sadece Aleviler değil, devletten kamu hizmeti
alamayan tüm inançlar için de örnek oluşturuyor.

Bu nedenledir ki AHİM kararlarının bir an önce uygulanmasının, Alevi
toplum talebi olduğu gerçeğiyle sorunların çözümünde ve güven artırma olarak
değerlendirilmesi gerekmektedir.

Bir başka örnek de Erenler Cemevi’ne ilişkindir.
BEDAŞ, Mart 2015 yılında borç ödenmediği gerekçesiyle hiçbir ihtar
yapmaksızın ve hukuka aykırı olarak Erenler Cemevi’ne icra götürmüş, ardından
aboneliğini iptal etmiş, bu iptale dayanarak fiilen enerji kesmeksizin elektrik
kesme bildiriminde bulunulması akabinde kanuna karşı hile yolu kullanılarak
kaçak elektrik kullanılmış gibi gösterip, kaçak kullanım işlemi yapmıştır.
Faturalandırmalarını cezalı olarak yapmıştır. Akabinde 16.04.2015 tarihinde
Erenler Cemevi hakkında icra takibi başlatmıştır. Kaçak kullanımdan dolayı suç
duyurusunda bulunulacağı iletilmiştir.

Hâlihazırda yürürlükte olan 6446 sayılı Enerji Piyasası Kanunu’nda
‘’Toplumun ibadetine açılmış ve ücretsiz girilen ibadethanelere ilişkin
aydınlatma giderleri Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesine konulacak ödenekten
karşılanır’’ ibaresi yer almakta, ibadethaneler de ‘’Toplumun ibadetine açılmış
olma ve ücretsiz girilme’’ dışında herhangi bir şart belirtilmemektedir.
Cemevleri, Alevi inancına mensup kişilerin dini inançları çerçevesinde ve
kutsal amaçla ibadet ettiği yerlerdir.

CLK Boğaziçi Elektrik Dağıtım Anonim Şirketi’nin yapmış olduğu keyfi
uygulama; Anayasa’mıza, Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ne, Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve AİHM’nin kararına özelde ise hâlihazırda
yürürlükte olan 6446 sayılı Enerji Piyasası Kanunu’na açıkça aykırı olduğu
gerçeği nedeniyle Erenler Cemevi elektrik giderlerinin karşılanması için
20.04.2015 tarihinde Esenyurt Kaymakamlığı’na başvuru yapılmış olup; kabul
edilmemesi nedeniyle İstanbul 6’ncı İdare Mahkemesi’ne 18.05.2015 tarih ve
2015/331 sayılı dosya ile konu hakkında dava açılmıştır.

Yerel mahkemeye açılan dava, 29.04.2016 tarih ve 2016/982 sayılı kararla Erenler Cemevi’nin elektrik giderlerinin Diyanet İşleri Başkanlığı’nca ödenmesi
yönünde karar vermiştir. İdare, itiraz için Danıştay’a başvurmuştur. Danıştay 13.
Hukuk Dairesi, yerel mahkemenin kararını yerinde görerek onaylamıştır. Bu
karar da iç hukuk tarafından cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi
anlamına gelmektedir.

Başka bir örnek;
Boğaziçi Elektrik Dağıtım AŞ (BEDAŞ) Cem Vakfı (Cumhuriyetçi
Eğitim ve Kültür Merkezi) aleyhine 2007’ye ait ödenmeyen 10 adet elektrik
faturası için icra takibi başlatması nedeniyle Vakıf, ödeme emrine, “fatura
tahakkuk ettirilen yerin bir ibadethane olduğu için elektrik kullanım bedeli talep
edilemeyeceği” itirazı yapmıştır.

Yasaya göre itiraz üzerine icra takibinin durması nedeniyle BEDAŞ,
itirazın iptaline karar verilmesi için Bakırköy 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde
dava açmıştır.

Vakıf, elektrik faturası gönderilen binada cemevi olduğunu bildirmiş ve
Elektrik Piyasası Kanunu’na göre ‘toplumun ibadetine açılmış ve ücretsiz girilen
yerlerin aydınlanma giderlerinin Diyanet bütçesinden karşılanması’
gerekmektedir” diye itiraz beyanında bulunmuştur.

Binada cemevi, cenaze hizmetleri bölümü ve aşevi olup olmadığı
konusunda keşif yapılması da ayrıca istenmiştir. Talebi reddeden mahkeme,
BEDAŞ lehine karar vermiş ve Vakfın itirazını kaldırmıştır. Vakıf tarafından
temyiz edilen karar, 28 Mayıs (yıl ???)’ta Yargıtay 3. Hukuk Dairesi’nce
oybirliği ile bozulmuştur.

Kararda özetle şöyle denilmiştir.

“Cemevi, Alevi-İslam inanışına sahip yurttaşlarımızın öteden beri
cem ibadetini yaptıkları mekanın adıdır. Cem kelimesi, Arapça’da
‘toplanma’ anlamına gelmekte ve dini, törensel ve ritüel
uygulamalarının tümünü kapsamaktadır. Tüm Alevi toplumunca
kabul gören cemevleri, Alevi-İslam inancına sahip yurttaşların
ibadet mekanıdır. Bu ibadet şekli, Anadolu’da yüzyıllardan beri
böyle süre gelmiştir. Öncelikle, bir mekanın ibadet yeri sayılıp sayılmamasının münhasıran o inanca tabi insanların takdirinde
bulunmalıdır. Alevi inancına mensup insanlarının inanç ve ibadet
merkezlerinin cemevleri olduğu, Alevilerle birlikte tüm toplum
kesimleri tarafından kabul edilmiş bir olgu ve gerçekliktir.
Cemevlerinin bir ibadet merkezi olduğu, Anadolu Alevilerinin
gelenek ve kültürlerini yaşatmak üzere kurulduğu tartışma konusu
olmaktan uzaktır. Alevilik, Orta Asya’da ortaya çıkmış ancak büyük
ölçüde Anadolu’da gelişmiştir.

İki önemli tasavvufçu olan Hoca Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaşi
Veli, bu dini hareketin ortaya çıkmasında oldukça etkili olmuş,
kaynağını Türk toplumu ve tarihinden almıştır.

Alevilik ve Alevilerle ilgili sorunlar ülkemizde ve Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nde yargılama konusu olmuştur. Nitekim, Cem
Vakfı/Türkiye davası, somut olayla bire bir örtüşmektedir.
Her iki davanın tarafları aynı olup, konuları benzerdir. Bu davada
ülkemizin, İnsan Haklan ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına
İlişkin Sözleşmenin 9 ve 14. maddelerini ihlal ettiğine
hükmedilmiştir.

Tüm bu maddeler ve özellikle Uluslararası Sözleşme hükümleri ile
birlikte normatif düzenlemeler kapsamında hukuki olgulara göre;
cemevlerinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9 ve 14.
maddelerine aykırı olduğunu bildirir, AİHM’in Cem Vakfı kararı da
dikkate alınarak, davalı vakıfta, alanında uzman bilirkişi marifetiyle
keşif yapılarak; söz konusu vakfın ibadethane kapsamında
değerlendirilecek bu bölüme ait aydınlatma giderleri tespit edilmeli
ve sonucuna göre hüküm kurulmalıdır.”

Bir başka örnek, zorunlu din dersleri

AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) eğitim hakkıyla
ilgili maddesinin ihlal edildiği konusunda hüküm vermiştir.
Mahkeme, oybirliğiyle aldığı kararda, Türk hükümetinden “zaman geçirmeden öğrencilerin zorunlu din ve ahlak kültürü derslerinden muaf
tutulmalarını da sağlayacak yeni bir sisteme geçmesini” istemiş, kararda,
Türkiye’de din ve ahlak kültürü kitaplarının içeriğinde yapılan son
değişikliklerin “yetersiz” olduğu belirtilip devletin dini konularla ilgili
düzenlemelerde “yansız ve tarafsız olma yükümlülüğü” hatırlatılmıştır.
AİHM, din ve ahlak kültürü kitaplarında Türkiye’de çoğunluğun ait
olduğu Sünni İslam’a daha fazla yer ayrılmasının “beyin yıkamak” olmadığını
belirtmekle birlikte, Alevi inancının özellikleri dikkate alındığında, ebeveynlerin
çocuklarında okul ile kendilerine has değerler arasında bir “bağlılık çatışması”
yaratabileceğini düşünmekte haksız olmadıklarına kanaat getirmiştir.
AİHM’nin gerekçeli kararında, Türk eğitim sisteminin sadece Hıristiyan
ve Musevi öğrencilere zorunlu din derslerinden muaf tutulma hakkı tanıdığı
belirtilerek, “Bu durum, çocukları, okulda gördükleri eğitim ile ailelerinin dini
ya da felsefi inançları arasında çatışmaya itebilir” ifadeleri kullanılmıştır.
Avrupa ülkelerinin çoğunluğunun öğrencilere din derslerine girmeme ya
da bu ders yerine başka bir derse girme hakkı tanıdığını da hatırlatan AİHM,
Türk eğitim sisteminin ebeveynlerin inançlarına saygı konusunda hâlâ Avrupa
standartlarında olmadığı ve AİHS’nin eğitim hakkıyla ilgili maddesini ihlal
ettiğine hükmetmiştir.

AİHM, sorunun “yapısal” olduğunu da belirterek, kararın nasıl
uygulanması gerektiği konusunda Ankara’ya mesaj da vermiştir.
Mahkeme, en kısa sürede din ve ahlak kültürü derslerinin zorunlu
olmaktan çıkarılıp, öğrencilerin muaf tutulabilecekleri bir sisteme geçilmesi
gerektiğine hükmetmiştir.

Bir başka örnek, kişisel başvuruyla alınan karar;

Hasan Zengin adında bir yurttaş, Alevi bir aile olduklarını, çocukları
Eylem Zengin’in zorunlu din dersine tabi tutulmasını istemediklerini söyleyerek
dava açmıştır. İç hukukta karşılık bulmayan başvuru, 2004’te AİHM’e
taşınmış, 2006’da duruşması yapılan dava, 9 Ekim 2007’de karara bağlanmıştır.
Kararda, “ zorunlu din dersi olamaz” denilmiştir.

Bu karar, Eylem Zengin/Türkiye Davası olarak arşivlerde yerini almıştır.
Karara karşı 3 ay içinde devletin itiraz hakkı olmasına rağmen Türkiye
Cumhuriyeti Hükümeti itiraz etmemiştir. Böylece karar, 9 Ocak 2008’de
kesinleşmiş, bu kararın uygulanması için üç aylık yasal süre olmasına rağmen,
Hükümet bu kararı uygulamamıştır.

2008 Nisan ayında, Başbakanlığa yasanın değişmesi için ihtar çekilmiş
olmasına rağmen söz konusu yasanın değişikliğine ilişkin hiçbir işlem tesis
edilmemiştir.

Yasanın değişmemesi hususu nedeniyle 13 Ağustos 2008’de Avrupa
Konseyi Bakanlar Komitesi’ne konu şikayet edilmiştir.
Şikayette, AİHM’nin yargı yetkisi ve gücünü kabul etmiş olan TC
Hükümeti’nin, söz konusu kararı yok saydığını ve gereğinin yapılması
istenmiştir. Komite, o günden beri konuyu inceleyip bir değerlendirme de
bulunmamıştır.

Bu konu ile ilgili olarak da din dersi ve Ahlak bilgisi derslerinin din ve
vicdan temelinde değerlendirilerek isteğe bağlı olmak üzere yasal düzenleme
yapılması gerekmektedir.

Sonuç;

Alevi toplumu, mevcut durumu itibariyle farklı ritüellere sahip olsa da
“yol bir, sürek bin bir” inanç felsefesi nedeniyle sorunlarını ortaklaştırmayı
başarmıştır.

Bu kararlı inanç ve öğreti topluluğu İnanç ve öğretilerinin özgün halinin
ileri kuşaklara aktarmadaki kaygısının temel müsebbibi olarak aşağıdaki
sorunların çözülmesini istemektedirler.

1. Devletin Alevileri tanımaması

2. Alevilerin inancına devlet müdahalesi

3. Zorunlu din dersi

4. Alevilerin kapatılmaya çalışılan dernekleri

5. Cemevlerinin yasal olarak tanınmamas

6. Cemevlerinin camilerin yararlandığı desteklerden faydalanamaması

7. Cami ve personelinin masraflarına Alevilerin de katlanmak zorunda
kalmaları

8. Anne ve babanın çocuğu için tercih ettiği dini eğitimi verdirememesi

9. Alevilik inancı hakkında dini okul açamamaları

10. Din adamlarının devlet memuru olmak zorunda bırakılması

11. Devletin dini alandaki tekelini, Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) aracığıyla
koruyup kullanması

12. Alevi kimliğiyle bilinen devlet memurları ya da çalışanların çektikleri
sıkıntılar, uygulamaları üst düzeyde kamu görevlisi olamamaları

13. AB 2013 yılı İlerleme Raporu’nda da vurgulandığı gibi Alevi inançlı
yurttaşlara kamunun her alanında ve her kademesinde hiçbir şekilde görev
verilmemesi ya da seçilememesi ( yargıda, üniversitelerde ve devlet
bürokrasisinde üst düzeyde hiçbir Alevi yöneticinin bulunmaması

14. Cemevleri, tekkeler, Bektaşi dergahları masrafları, restorasyonu ve
benzeri işleri için bütçeden pay ayrılması ve düzenli, denetimli olarak
verilmesi.

15. Alevi köylerine zorla cami yaptırılması, cami olmamasına karşın imam
atanması (İmamın bankamatik usulü devletten hak etmediği maaşı alması,

17.Zorunlu din derslerinin kaldırılması isteği yanı sıra seçmeli de olsa din
dersi ve benzeri derslerde Alevilik ve Bektaşilik konusundaki bilgilerin devletin
resmi ya da istediği çizgide değil, Alevi uzman ve araştırmacıların katkısıyla
yazılması gerektiği hususları, duyarlı kamu oyuna arz ederim.