İrfan Aktan / Radikal

Gezi'de sürekli "Kürtler nerede?" diyenler "güç birliği" istiyordu. Kürtler ise gücün ortak mücadeleye tahvil edilmeden kurtuluş getirmeyeceğini iyi biliyordu…

Bir yıl önce, 28 Mayıs 2013’te Leyla Neyzi ve Haydar Darıcı’nın hazırladığı ‘Özgürüm Ama Mecburiyet Var’ isimli kitabı tartışmak üzere Sabancı Üniversitesi’nin Karaköy’deki binasında bir panel gerçekleştirildi. Kitap , Diyarbakır ve Muğlalı gençlerin Türkiye ’ye, hayata, Kürt meselesine, kimliğe, devlete, siyasete dair algı ve değerlendirmelerini aktarıyordu. Tahmin edileceği gibi iki şehirdeki gençlerin özellikle siyasete dair algıları arasındaki mesafe, coğrafi mesafeyle neredeyse paralel uzaklıktaydı. Muğlalı gençlerin Türkiye’siyle Diyarbakırlılarınki apayrıydı. Panel boyunca bunun sebep ve sonuçlarını tartıştık, “Ne olacak bu apolitik Türk gençlerinin hali” ve “Diyarbakır ile Muğla nasıl birbirine yaklaşır” üzerine kafa yorduk. Biraz umutsuz ayrıldığımız panelden sonra ağaç kesimine direnmeye başlayan arkadaşlarımızı ziyaret etmek üzere Gezi Parkı’na “uğradık”. Hayatında eline kürek almamış gençlerle beraber oracıkta birkaç ağaç dalı dikerken meselenin “üç-beş ağaç” değil, gadre tahammülün taşması olduğunu anladığımı hatırlıyorum. Nitekim Gezi Parkı o akşamdan itibaren binlerin, on binlerin ve giderek yüzbinlerin her türlü saldırıya rağmen günlerce ayrılmadığı bir mekâna dönüştü ve tüm Türkiye’yi saran isyan dalgasının fitilini ateşledi. Sonraki günleri anlatıp kimseye bunamış muamelesi yapmayayım ama paneldeki karamsarlığımıza saatler sonra gelen “yanıt”, toplumsal uyuşukluğun ebedi olduğuna dair öngörülere güvenilmemesi gerektiğini hepimize hatırlattı. Gezi’yle birlikte Muğlalı veya Diyarbakırlı, tüm gençlerin yepyeni bir hikâyesi oldu. Ama ne yazık ki bu “hikâyede” arzulanan düzeyde bir “aşk” yaşanamadı. Muğla hâlâ Diyarbakır’a yaklaşamadı.

UĞUR’DAN BERKİN’E…

Aslında Leyla Neyzi ve Haydar Darıcı, söz konusu kitaplarıyla, farkında olmadan bir dönemin son notlarını tutmuşlardı. On yıllardır Kürtleri “teröristleştiren” devlet, Gezi’yle birlikte yeni bir dönemin kapılarını açarak direnen Türkleri de “çapulculaştırmaya” başlamıştı. Bir kere 12 Eylül’den beri sessizliğe gömülmüş olan kitleler Gezi’yle birlikte başkaldırıyı yeni yeni öğrenirken, AKP (veya “yeni devlet”) ise başkaldırılara karşı Kürdistan’da epey bilgi-birikim ve deneyim sahibiydi. İstanbul Valisi, dönemin içişleri bakanı başta olmak üzere malûm erkân hakikatleri tersyüz ederek kamuoyunu yönlendirme konusunda Kürt karşıtı mücadelede epeyce donanmıştı. Kürtlerin teröristliği nasıl ki yaygın bir kanaat olarak Türklere zerk edilebildiyse, direnen Türklerin de üç-beş çapulcudan ibaret, etrafı yakıp yıkmaya niyetli “Neron’lardan” müteşekkil olduğu geniş kitlelere kabul ettirilebilirdi. Ne de olsa devlet, 14 yaşındaki Berkin Elvan’ın cebine “patlayıcı madde” koymayı, 2004’te evinin önünde öldürdüğü 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın başucuna kalaşnikof koymadan evvel öğrenmişti. Başkaldıran Türklere terörist yaftası yapıştırmak geniş kitlelerde kabul göremeyeceğine göre en makul sıfat da “çapulcu” olabilirdi. Buna karşılık, fena ama anlaşılır olan, belli bir kesim “çapulcuların” Gezi boyunca “teröristlerle” aynı kareye girmekten imtina etmesiydi. Çünkü on yıllardır devlet tarafından Türklere zerkedilen Kürt karşıtlığının panzehrinin Gezi direnişinde yeteri kadar üretilememesi, barışın toplumsallaştırılması konusunda büyük bir ıska sayılabilir. “Çapulcular” dolaylı olarak devlete ama esas olarak AKP’ye direniyordu. Oysa ANAP’ından DYP’sine, Refah’ından DSP’sine kadar yakın zamanki tüm iktidarların zulmünü deneyimlemiş olan Kürtler, AKP’nin de sadece devletin görünen yüzü olduğunu biliyor, bu yüzden de “devamlılığın esas olduğu” devlete direniyordu.

MÜCADELE BİRLİĞİ

1990’lı yıllarda Yüksekova’dan İstanbul’a gidip dönenler anlatırdı: “Orada polisler hatta askerler bile bankada kuyrukta bekliyor.” Buna benzer tanıklıklar bizde özgürlüğe dair bir imgeden ziyade Türklerle devleti özdeşleştirme algısını güçlendiriyordu. Bu özdeşimin Türkler tarafından da kurulmadığını kimse söyleyemez. Birkaç gün önce Twitter’da bir fotoğraf dolaşıma girdi. Yatağındaki küçük çocuk korku dolu gözlerle, eve baskın yapan bir polise bakıyordu. Kimine göre fotoğraf Okmeydanı’nda kimine göreyse Irak’ta çekilmişti. Nerede çekildiğinden ziyade bu fotoğrafın sosyal medyada küçük bir infial yaratması daha fazla düşündürücüydü. Oysa Kürdistan’da bu sahneye uyanmamış çocuk bulmak için epey çabalamanız gerekirken, “Türklerden” herhangi bir itiraz sesi yükselmemişti. “Susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganı solcuların, Kürtlerin devletle karşılaşma biçiminden türemiş muazzam içeriğe sahip bir deneyim paylaşımıdır. Nitekim yıllarca kendilerine ait bir aygıt olarak algıladıkları devletin Kürtlere, Alevilere, solculara yaptıklarına sessiz kalanlar, Gezi’yle birlikte yanılgılarını kısmen de olsa idrak etmeye başladılar. Fakat bu idrakin hâlâ “çapulcuları” “teröristlere” yaklaştırmaya vesile olmaması Gezi’nin muhtemel başarısını zedeliyor. “Gezi günlerinde” Ankara -Kuğulu Park’ta bir “çapulcu” şöyle demişti: “Kürtler bu işe karışırsa tüm meşruiyetimizi yitiririz.” Bunu diyemeyenler ise “Kürtler AKP’yle anlaştı, bize sırtlarını döndü” diye hamasi bir “sızlanmaya” başvuruyordu. 30 yıldır “Türkler nerede” diye sormayan Kürtler, Gezi İsyanı’na yakıştırılamıyordu bir türlü! Fakat başından beri söylediğimiz gibi, Gezi, Kürtlerin de parkıydı. Gezi İsyanı’nda gözünün önündeki Kürtleri görmemekte ısrar edip “Kürtler nerede” diye soranlar “mücadele birliği” değil, “güç birliği” talep ediyordu. Oysa Kürtler, gücün ortak mücadeleye tahvil edilmediği sürece devleti sarsmayacağını, kurtuluş getirmeyeceğini başından itibaren iyi biliyordu.

GEZİ’NİN TOHUMLARI

Şapkamızı önümüze koyup muhasebe edince, Gezi İsyanı’ndan çıkaracağımız dersler kadar özeleştiri sebepleri de var. Kürtlerin 30 yıl sonra Batı’da peydah olan Gezi direnişçilerine “şimdiye kadar neredeydiniz” deyip hasretle kucaklaşması, “çapulcuların” da “30 yıldır sizi yalnız bıraktık” diye hayıflanıp Kürtlere sarılması gerekiyordu. Devletin psikolojik harp merkezleri “çapulcu-terörist” kucaklaşmasını engellemek için her türlü propagandayı yaparken meselesi devlet değil AKP olanlar da bu propagandanın gereğini yerine getirmekte az mahir davranmadı. Ama yine de “teröristlerle çapulcuların” birbirlerine “neredeydin/neredesin” diye sormaya başlaması, kucaklaşma öncesi hesaplaşma sayılabilir. Dolayısıyla “sorgulama” eninde sonunda hayırlara vesile olacağı için bir müddet daha devam ettirilebilir. AKP’nin veya devletin ceberut yüzü İstanbul’un Okmeydanı’nda, Hakkâri’nin Meskan Dağı’nda can almaya devam ettiği müddetçe Gezi ruhunun dirilmesi için ortak sebeplerimiz var olacak. Gezi İsyanı, “teröristlerle çapulcuların” ortak isyanı, ortak acısı olamasa da devlete karşı ilk buluşmasıdır. Bunca kötü maziden sonra yaşanan buluşmanın tutkulu bir aşka dönüşmesini beklemek acelecilik olur. Geçen sene Gezi Parkı’na toplumsal barış fidanının tohumları ekildi. Onun meyvelerini ileriki yıllarda toplayabiliriz. Yeter ki o fidanı kırmaya kalkanlara karşı “Gezi”yi ısrarla korumaya devam edelim. Birbirimizle didişirken o tohumları ezmeyelim ki, o tohumlar fidana, fidanlar ağaca, ağaçlar ormana dönebilsin. Ethem’in, Ali İsmail’in, Abdullah’ın, Berkin’in, Mehmet’in, Uğur’un, Ahmet’in fotoğrafının yanında Medeni’ninkini koyanlar bu açıdan Gezi ruhunun sürdürücüleridir. Evet, Gezi İsyanı muazzam bir kucaklaşmaya vesile olmasa da benzersiz bir temastır ve direniş boyunca epey ter döken arkadaşımız Emrah Serbes’in ‘Behzat Ç.’sinde dediği gibi “her temas iz bırakır”.