Yetvart Danzikyan, Agos’taki köşesinde Erdoğan’ın 24 Nisan mesajını değerlendirdi, "Bir başbakanın, 24 Nisan’dan bir gün önce, ölenler için ‘Huzur içinde yatsınlar’ demesi ve torunlarına taziye dileklerinde bulunması önemlidir." dedi. Danzikyan şöyle devam etti: "Cumhuriyet tarihini düşündüğümüzde, kritik bir dönemeçte, kritik bir adımdır. Keza, taziye de önemlidir. Bu taziyenin karşılıksız bırakılmaması gerekir. Ama... Evet, epeyce bir ‘ama’mız var.."

İşte Danzikyan'ın "Erdoğan’ın 24 Nisan açılımı ve ‘ama’lar" başlıklı yazısı:

23 Nisan Çarşamba günü internet sitelerine düşen açıklama gerek Türkiye’de, gerek Diaspora’da ve Ermenistan’da, gerek dünya başkentlerinde dikkatle okundu ve not edildi. Buna hiç şüphe yok. Ve, dünden beri en çok merak edilenlerden biri, Diaspora’nın, Ermenistan’ın ve Türkiyeli Ermenilerin ne dediği.

Kendi adıma konuşabilirim elbette. Şöyle başlayayım: 2015’e doğru Türkiye’nin kimi diplomatik hamleler yapmasını bekliyordum. Buna bazı açılımlar da dahil olabilirdi. Bu, gelebilecek açılımların ilk hamlesi muhtemelen. Bunu bu kadar spektaküler olmayan kimi hamleler izleyebilir. Zira AKP pragmatist bir parti; resmi görüşün genel doğrultusundan ayrılmamak kaydıyla, gerekli gördüğü durumlarda bazı hamleler yapabiliyor ve zamanlamasını da iyi ayarlayarak bunu devasa bir hamle gibi sunmayı iyi beceriyor.

Gelelim metne. Her şeyden önce, bir Başbakan’ın ilk kez böyle bir açıklama yaptığını not düşmek ve önemsemek gerekir. Cumhuriyet tarihini düşündüğümüzde, kritik bir dönemeçte, kritik bir adımdır. Keza, taziye de önemlidir. Bu taziyenin karşılıksız bırakılmaması gerekir. Ama... Evet, epeyce bir ‘ama’mız var.

1915’le yüzleşme meselesinde önem taşıyan, hatta meselenin temel dayanakları olan birkaç noktaya değinmeden olmaz. Önce şu ifadeye bakalım: “Türkiye Cumhuriyeti hukukun evrensel değerleriyle uyumlu her düşünceye olgunlukla yaklaşmaya devam edecektir. Fakat 1915 olaylarının Türkiye karşıtlığı için bir bahane olarak kullanılması ve siyasi çatışma konusu haline getirilmesi de kabul edilemez.”

Burada kastedilen kesimin, bilhassa gerçek bir yüzleşme için çabalayanlar olduğunu anlamak zor değil. Dolayısıyla bu ifade, bu konuda neyi söylemenin meşru olduğunu, neyi söylemenin meşru olmadığını hâlâ Türkiye’nin belirlemek istediğini ortaya koyan bir ifade.

Şu cümlelere de yakından bakmakta fayda var: “Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayri insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır.”

Metnin en kritik bölümlerinden biri burası. Mesele gayri insani olarak nitelenmekle birlikte, olup bitenin failinden ve nedenlerinden söz edilmiyor. Sanki kendi kendine olmuş, kimsenin karar almadığı, kimsenin o kararları uygulamadığı bir vakadan söz ediyoruz. Bu da bizi ‘sorumluluk’ meselesine getiriyor. Denebilir ki, Osmanlı döneminde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin işlediği bir cürümden Türkiye Cumhuriyeti neden sorumlu olsun? Ancak şunu akılda tutmalıyız: Bu ‘sorumluluk’ 99 yıl boyunca inkâr edildi. Dolayısıyla, bu soykırımın failsiz, amaçsız, nedensiz ve kendi kendine olmuş bir olay gibi sunulması, orta yerde önemli bir mesele olarak duruyor. Metinde yer alan “20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermeniler” ifadesi de, bu mantığın bir örneği. Sanki Ermeniler bir doğal afette ölmüş gibi bir yaklaşımın, olup biteni anlamaya yardımcı olmayacağını söylemek gerek.

Metnin devamında gördüğümüz “ortak komisyonlar kurulsun” ifadesi de Türkiye’nin klasik pozisyonunu terk etmediği anlamına geliyor. 1915’te olanlara hâlâ “araştırılacak, doğrusu neyse bulunacak” bir mesele olarak bakılması; malları gaspedilmiş, ülkesinden sürülmüş ve 60 bin kişilik, sembolik bir azınlık haline düşürülmüş bir halkın torunları için, öyle devasa bir açılım değil. Bunu da akılda tutalım derim. Bu metnin bir yüzleşme ya da en önemlisi, bir ‘özür’ anlamına gelmediğini de bilelim.

Ve elbette, Kessab’da 1915’in neredeyse bir tekrarı yaşanırken, Hrant Dink’in perde arkasındaki katillerinin önüne kurulan koruma kalkanı hâlâ sapasağlam dururken, davada yedi yıldır hiç yol alınamamışken, bir 24 Nisan günü öldürülen Sevag Balıkçı’nın ailesi hâlâ adaletin tesis edildiği duygusunun yakınından bile geçemezken, bu metnin, düşünüldüğü çapta bir etki yaratmayabileceğini de bilelim.

Sonuç? Bunun, tüm sorunlu ifadeler akılda tutularak, olumlu bir gelişme olduğunu söylemek gerek. Meselenin özüne dokunmasa da, hayli etrafından dolaşsa da, diplomatik bir hamle kokusu taşısa da, bir başbakanın, 24 Nisan’dan bir gün önce, ölenler için “Huzur içinde yatsınlar” demesi ve torunlarına taziye dileklerinde bulunması önemlidir.

Velhasıl, bu metne şöyle bakmak taraftarıyım: Bu açıklama bir son değil, aslında bir başlangıç. Böyle meselelerde her hamle, ileriye konmuş bir taş özelliği taşır. Türkiye kendine göre ileriye bir taş koydu. Bu yetersiz bulunabilir, ki bilhassa yurtdışından gelen tepkiler, açıklamanın önemli ama yetersiz bulunduğunu gösteriyor. Erdoğan’ın, bu metnin yayımlanmasından sonra söyledikleri de (“Dağlık Karabağ sorunu çözülmeden adım atmayız”), bu açıklamadan bile geri adımlar atılabileceğinin işareti.

Çalışacağız. Çabalayacağız. Hakkaniyetli bir yüzleşme için çabalayacağız. 1915’te ve sonrasında ölenler belki ancak o zaman huzur bulacaklar.