Foti Benlisoy / Evrensel

Önce dokunulmazlıklarla ilgili anayasa değişikliği dolayısıyla gündeme geldi Nazizm. Hitler’in meclisi devre dışı bırakması örneği anıldı bolca. Sonra AKP kongresinde Erdoğan’ın mesajının ayakta okunması, kongre “koreografisinin” tamamen bir kişilik kültüne uyarlı olarak tanzimi, bir kez daha Führer örneğini gündeme taşıdı.  Tarihsel analojiler kurmak, yani günümüzde olup biteni yakın ya da uzak tarihte yaşananların ışığında değerlendirmek, kolektif deneyimin imbiğinden geçirmek elbette anlamlı. Ancak bu hususta dikkatli olmak, tarihsel mukayeseye teslim olarak hâlihazırda varolan siyasal ve sosyal güçler dengesine dair yanlış çıkarımlarda bulunmamak da elzem.

Mesela şu dokunulmazlıklar ve meclis tartışması bağlamında verilen örneği ele alalım. Malumunuz Hitler, 30 Ocak 1933’te şansölye olur. 24 Mart 1933’teyse mecliste (Reichstag) gerçekleşen oylama sonucunda Hitler’in ülkeyi meclise bağlı olmadan yönetmesini sağlayacak dört yıllık bir olağanüstü hal kararnamesi çıkarılır. Meclisin kendi oyuyla kendi kendini paralize etmesi anlamında elbette bizdeki durumla bir kıyaslama söz konusu olabilir.

Ancak Hitler’in ve Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin Alman devlet aygıtına neredeyse bütünüyle ve bu kadar hızlı (söz konusu kararname çıktığında Hitler ancak iki aydır iktidardaydı) el koymasını sağlayan şey, faşizmin paramiliter aygıtının gücüydü. Nazizm daha iktidara gelmeden sokakta iktidar olmuş, sayısı onbinleri bulan bu ordulaşmış sokak gücüyle her türlü muhalefeti bastırıp sessizleştirmekte hükümete gelmeden ciddi mesafe katetmişti. Biraz önce bahsettiğim düzenleme mecliste oylanırken Reichstag zaten Nazi paramiliterlerlerinin kuşatması altındaydı ve Hitler de bunun verdiği güvenle mecliste vekilleri, “savaşla barış arasında karar verme yükümlülüğü sizde beyler” diye tehdit ediyordu.

Erdoğan ise bir Hitler kadar güçlü değil. AKP toplumsal muhalefet güçlerini önce 10 Ekim -1 Kasım aralığında, seçim sonrasındaysa ard arda gelen şok taarruzları ve savaş siyasetiyle paralize etmeye muvaffak olmuşsa da ne devlet içinde ne de toplumsal düzeyde 1933 sonrası Hitler misali bir mutlak iktidara kavuşmuş değil.

Bir başka örnekle, Hulusi Akar’ın nikâh şahitliğiyle alakalı bir örnekle izaha çalışayım. Hitler, kendisine bağlı “aşağıdan” kitlesel tedhiş hareketinin yarattığı güç ve hatta pazarlık payıyla orduyu kendine bağlamakta başarılı olur. İktidara gelişinden daha bir sene geçmişken Alman ordusunda Nazi sembolleri kullanılmaya, hatta askerler Hitler’e kişisel bağlılık yemini etmeye başlar. Ordu içerisinde Hitler’in kimi tercihlerine dönük bazı homurdanmalar olur olmasına da ordu komuta kademesinden Hitler’e karşı örgütlü bir direnişin gelmesi için ta 1944 yılını, yani neredeyse savaşın sonunu beklemek gerekecektir. Dünya savaşında yenilginin artık görünür olduğu bir dönemde, “20 Temmuz komplosu” olarak bilinen olayda, yüksek rütbeli subaylardan bir grup Hitler’i öldürerek iktidara el koymaya çalışır ancak başarısız olur. Yani ordu, neredeyse sonuna kadar Hitler’in yanında olacaktır.

Türkiye’ye dönersek Erdoğan’ın orduyla ittifakında bu kadar güçlü olduğunu söylemek öyle pek mümkün değil. Çok daha pürüzlü, karşılıklı tavizleri gerektiren ve çatışmaya gebe bir ortaklık ilişkisiyle, Erdoğan’ın bir Hitler kadar kontrolü ele alamayacağı bir partnerlikle karşı karşıyayız. Bu hususlar detay gibi gelebilir. Ancak siyaset, güç dengelerinin dikkatli ve hassas bir değerlendirmesine dayanmalı. Erdoğan’ı Hitler ile benzeştirmenin ajitatif değeri ne olursa olsun karşı karşıya olduğumuz durumu olduğundan daha da vahim göstermenin katkısı değil zararı var. Üç yıl önce Gezi ayaklanmasıyla başlayan bir siyasal çevrim kapanmış, siyasetin sarkacı bu kez sağa kırmış, yani yenilmiş olsak da bu, kesin, nihai, sonuçları itibarıyla geri döndürülemez bir mağlubiyet değil.

***

Yenilgi demişken… AKP, tabi sınıfların 2001 krizi karşısında direnemediği, sermayenin saldırısına karşı kendi inisiyatifine, örgütlenme kapasitesine, kolektif enerjisine, muhalif potansiyeline dair özgüvenini kaybettiği bir momentte iktidar oldu. Yani AKP’nin daha ilk başa geçişi, alt sınıflar açısından ciddi bir siyasal-sosyal-moral yenilginin akabinde mümkün oldu. AKP o günden sonra sınıf çelişkilerini “kültür savaşlarına” tahvil ederek birleşmesi gerekenleri (emekçiler) bölmek ve ayrılması gerekenleri (emekçilerle sermaye) de birleştirmekte hep başarılı oldu. İşte Erdoğan/AKP’yi mağlup etmek, o “kök” yenilgiyle hesaplaşmakla mümkün.

Bu nedenle mevcut iktidar bloğuna karşı sınıf içeriği belirsiz kalan her itiraz, her birlik girişimi daha baştan mevcut siyasal denklemi kabul etmek, sınırları baştan çizilmiş o alanda top koşturmak anlamına geliyor. Mevcut toplumsal güç ilişkilerinde kısmi de olsa bir dönüşüme yol açmadan siyasal güç dengelerinde anlamlı bir değişimi kışkırtmak zor.

Önümüzdeki dönem bir tür demokrasi cephesinin kurulması doğrultusunda çokça tartışma olacağı anlaşılıyor. Siyasal iktidarın pervasızlığı, fiili bir ara rejimle karşı karşıya oluşumuz itibariyle birleşik cephe taktiklerinin gündeme gelmesi elbette doğal. Ancak sadece siyasal üstyapıya odaklanacak, rejim tartışması düzeyinde kalacak ve sınıflar arası güçler dengesinde ezilenler lehine bir kaymayı gerçekleştirmeye soyunmayacak cephe ya da birlik girişimlerinin ufku da ömrü de sınırlı olacaktır.

Dolayısıyla önümüzdeki temel “görev”, her şeyden önce AKP iktidarını mümkün ve berdevam kılan alt sınıfların bu kırılmış kolektif özgüvenini tamir etmeye soyunmaktır. Bizler açısından kritik olan, Erdoğan’ın kendi oluşum halindeki kişilik kültü etrafında bir araya getirebildiği toplumsal blokta çatlaklar oluşturmak, AKP tabanının hiç değilse küçük bir bölümünün “tarafsızlaşmasına” neden olabilmek. 7 Haziran’da kısmen de olsa başarılmış bir şeydi bu.

Yakın geçmişi hızlıca unutarak sadece bugün yaşadığımız bir dizi felakete odaklanmak, bizi siyaseten felç eden bir karamsarlığa sürükleyebilir. AKP toplumsal muhalefet güçlerini paralize etmeyi başarmış olsa da rejimin gücünü olduğundan fazla gösteren bir yaklaşımdan uzak durmalıyız. Toplumsal muhalefet güçleri açısından mevcut geri çekilişi belli bir vadede tersine çevirecek, bir “karşı saldırıyı” mümkün kılacak, kısa vadede hiç değilse mevcut moral dağınıklığı tersine çevirecek mevzileri bugünden oluşturmak gerekiyor.

 “Canavarın” zayıf yanını, onun birleştirilemez olan toplumsal sınıfları bütünleştiriyor olmasını hedeflemeliyiz. Kiralık işçiliği dahi büyük ölçüde sessizlikle geçiştiren bir muhalefet, sarayın siyaset alanını belirlemek adına koyduğu sınırlara, toplumsal-sınıfsal olanı depolitize etmesine riayet ediyor demektir. Oyunun kurallarının değişmesi için zorlamak, siyaseten görünmez kılınmaya çalışılan meseleleri yeniden siyasallaştırmak, bu yolla AKP/Erdoğan’ın dayattığı siyasal saflaşmaların ötesine taşmak şart. Ancak bu yolla o bugün sarsılmaz görünen iktidar bloğunun yaslandığı toplumsal zeminde küçük ama gelecekte büyük sarsıntılara gebe gedikler açılabilir.