Demokrat bir siyaset ihtiyacı

Sezin Öney’in dünkü Taraf’ta yer alan Oslo Üniversitesinden Thomas Hylland Eriksen’le yaptığı kısa ama anlamlı söyleşiyi, özellikle sol cenahın okumasında büyük yarar var. ( BURADA >>> )

Bir deli mi yoksa kendi “manifesto”sunda belirttiği gibi “Tapınak Şövalyeleri” adlı masonik bir örgütün görevlendirdiği bir katil mi bilemediğimiz Anders Breivik’le ilgili söyleşide Eriksen, Avrupa’da sağın merkezileştiği ve solun da politika üretmediği ile ilgili soruya şöyle cevap veriyor:

“Ortada herkes için yeni bir politik düzen olduğu kesin. Sınıf temelli yaklaşımlar ve sosyal içerikli konulardan, kültürel ve etnik odaklılara kayıldı. Özellikle sol açısından, bu kavramlarla uğraşmak daha zor. Sol, çok kültürlülük mü asimilasyon mu bilmeden bocalayıp duruyor. Sol, genelde eşitlik konusundaki yaklaşımlarında çok başarılı ama “farkların” yarattığı sorunlara çözüm getirmek konusunda öyle değil”.

Doğrusu, ironik bir biçimde de olsa bu cümleler ne kadar da “Batılı”laşmış olduğumuzun bir kanıtı aslında. Çünkü bizdeki solun da önemli bir kesimi tam da Eriksen’in tarif ettiği bocalamanın içinde. Kendine “sol” diyen ama aynı zamanda “farklılardan” nefret eden, ulusalcı kıvamda bir sol bizim de (ölçüsü nedir bilmiyorum ama) bir sorunumuz.

Tabii yine de unutmamak gerekir ki Eriksen Avrupa solundan söz ediyor ve en azından onların “eşitlik” konusundaki yaklaşımlarının başarılarından bahsedebiliyor. Bizde ise bu konuda da bildik “devletçi” pozisyonlar dışında başka pırıltısı olan yeni bir öneri yok.

Solun “sınıf” temelli yaklaşımlara takılıp kalmasının en temel nedeni sanırım küresel dünyanın yeni denizlerinde kaybolup gitme korkusu. Oysa bu korku, zamanlarında cesaret dahi edilmesi zor konulara girip, oralardan pratik mücadele yöntemleri devşiren solun “babaları”nın duydukları bir duygu hiç olmadı.

Açıktır ki Marx, tanıklık ettiği ulus devletlerin oluşum süreci içinde kapitalizmin nasıl farklı mesleklerden insanları “proleterleştirerek” homojen toplumlar yarattığını ve bunu yaparken de onları sermaye sahipleri karşısında nasıl “bağımlı” hale getirdiğini gördü, analiz etti ve yazdı.

Bir başka deyişle Marx’ın, daha çok sayıda insanın (işçi sınıfının ya da genel olarak çalışanların) daha az sayıda insana (sermaye sahiplerine) “bağımlı ve muhtaç” hale gelmesinin yarattığı dünyaya “hayır” diyerek “sol” siyasetin yolunu çizmiş olduğunu, onun teorisini yaptığını söyleyebiliriz.

Oysa günümüzdeki küreselleşmiş kapitalizmin yolu, bu kez, kültürleri homojenleştirerek aynı işi yeryüzü düzeyinde yapmak yönünde gelişiyor. Bu gelişmenin ise bildik sorunlara ek olarak çok sayıda yeni sorun ortaya çıkarmakta olduğu ise açık ve nitekim Eriksen de sözünü ettiğim söyleşide bunun altını çiziyor.

Solun bugünün dünyasına seslenebilen bir siyasi kulvar olabilmesi küreselleşmenin yarattığı kimlik sorunlarını kendi kapsama alanına almasını gerektiriyor. Nasıl ki bir zamanlar kapitalizm, sermayeye “bağımlı” ve dolayısıyla “mağdur” bir işçi kesimi yaratmışsa tıpkı onun gibi bugünün kapitalizmi de küresel sermayeye “bağımlı” ve “mağdur” kimlikler yaratmıştır.

Ve nasıl ki o zamanlar işçi sınıfı bu mağduriyeti aşmanın bir dinamiği haline gelmişse, bugün de “kimlikler” bugünün kapitalizmini aşmak için yeni bir dinamik haline gelmiştir. O nedenle de solun günümüzün dünyasında anlamlı bir siyaset üretebilmesi bütün “mağdur kimlikleri” harmanlayan ve onları demokrat bir kimlik etrafında birleştiren yeni bir siyaset yolu örebilmesinden geçiyor.

Günümüzde milliyetçi ve ırkçı siyasetlere en iyi cevap da bana, böyle bir demokrat siyasetle mümkün gibi geliyor.

Batı’da da Doğu’da da...