Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, ‘rafa kaldırılan’ çözüm sürecinden çatışmalı sürece ve oradan darbe girişimine dek uzanan yaşananları Dicle Haber Ajansı’na değerlendirdi.

Ajanstan Hayri Demir ve Deniz Nazlım’ın sorularını yanıtlayan Selahattin Demirtaş’ın değerlendirmeleri şöyle:

İlk olarak darbe girişimiyle başlarsak, savaşın derinleştiği yıl dolmadan Türkiye bir darbe girişimiyle karşı karşıya kaldı. Darbe girişimin öncesinde özellikle PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın 'çözüm gelişmezse darbe mekaniği devreye girer' uyarıları da vardı. Darbe girişimini çözümsüzlük getirdi diyebilir miyiz?

Tabi mümkün, 15 Temmuz darbe girişimi birden bire ortaya çıkmadı. Türkiye adım adım bu sürece sürüklendi. Bunu böyle görmek, doğru tespitler yapmak dolayısıyla da kalıcı çözümlere ulaşmak açısından önemlidir. 7 Haziran seçimleri halklarımız açısından bir dönüm noktasını ifade ediyordu. Uzlaşma kültürünün halklarda karşılığının olduğunu görmemizi sağladı. Ancak tabanda oluşan bu hava, devletin tepesinde karşılık bulmadı. Aksine sivil darbe ile Meclis işlevsiz hale getirildi. Erdoğan'ın iktidarının sağlamlaşması ve devamı için savaş konseptini devreye koyacağı öncesinden belliydi. Dolmabahçe Mutabakatını yok sayması ve masayı devirerek çözümsüzlüğe döndü. 7 Haziran seçimlerinde beklediğini alamaması üzerine de savaşı başlattı. Erdoğan'ın bu savaş hamlesinde kendisine yeni müttefikler edinmesi gerekiyordu. Yeni derken, eskiye döndü tabi. Savaşı seçti, dolayısıyla da askere sahip olduğu imtiyazlı konumunu yeniden verdi. Geçtiğimiz günlerde askere verilen dokunulmazlık zırhı, bu yaklaşımın son örneğiydi.

Baktığımızda Erdoğan'ın çatışmadan güç almayı kendine şiar edindiğini görüyoruz. Kürt şehirlerinde sıcak çatışmaları yükseltirken, toplumda da kutuplaşmayı arttırdı. Ama gözden kaçırdığı ya da küçümsediği nokta şu ki; bu ülkede darbe mekaniği kendine fırsat bulduğu anda harekete geçer.

Sığ düşüncelerle belirlenmiş stratejilerle savaş konseptini devreye koyması ve askerin ülke siyasetindeki inisiyatifini arttırması ile 15 Temmuz'u yaşadık. Evet, Sayın Öcalan çok öncesinden bu uyarıyı yapmış ve çözüm süreci bitirilirse darbe mekaniğinin devreye gireceğini söylemişti. Bizler de her fırsatta bu temelde sürece dönülmesi yönünde çağrıda bulunduk, ancak dinlemek istemediler.

İki yıl süren Demokratik Diyalog ve Çözüm Süreci'nden bir kez daha savaşın daha da derinleştiği bir sürece geldik. Bu sürece nasıl gelindi, çözümsüzlük neden bir kez daha başvurulan bir yöntem oldu?

Bu son bir yıldır özellikle 24 Temmuz 2015'te Kandil'e yönelik hava saldırılarıyla birlikte ağır bir şekilde başlatılan savaş süreci tabi ki yakın geçmişle tarihsellikle de doğrudan bağlantılıdır. Nedenlerini sadece tek bir gelişmeye bağlayarak, tek bir gelişmeye bağlantılı olarak ifade edemeyiz. Fakat Sayın Öcalan'ın önderliğinde İmralı'da yapılan görüşmeler, Ankara'da, Kandil'de yapılan görüşmeler ve bu görüşmelerden ortaya çıkan Dolmabahçe Mutabakatı'nın artık Tayyip Erdoğan ve AKP yönetimi tarafından bir tehdit olarak görülmesi ve kendilerinin kişisel ajandası, kişisel hedefleri için bir tehdit olarak görülüp reddedilmesiyle birlikte biten bir süreç vardır. Bir defa bunu unutmamak iyi hatırlamak lazım.

Çözüm sürecinden tarafların beklentilerinin örtüşmediği ve Erdoğan'ın beklentisini özellikle Kürt tarafının beklentisiyle taban tabana zıt olduğu Dolmabahçe Mutabakatı'ndan sonraki tutumla netleşmiş oldu. Dolmabahçe Mutabakatı'nda 10 maddelik demokratikleşme temel ilkeleri vardı. Türkiye'deki kimlik ve inanç kesimlerinin, kadınların haklarının ve özgürlüklerinin garanti altına alındığı bir anayasal düzenlemesi ve bununla bağlantılı olarak da PKK'nin eş zamanlı olarak silahlarını bırakacağı kongresinin toplanması kararı vardı. Bu bir mutabakattı bir uzlaşmaydı. Her ne kadar AKP bunu sürekli reddediyor olsa da tarafların uzlaştığı bir metindi. Devlet heyeti bunu AKP hükümetine götürmüştü. Cumhurbaşkanı bu metni incelemişti ve aynı zamanda Kandil yönetimi de bu metni incelemişti. Herkes görüşünü belirtmişti ve ortaklaşa bir metin olmuştu.

Ancak sonrasında bizzat Erdoğan tarafından da reddedildi. Ortaklaşılan bir metinken neden inkar edilmeye başlandı?

Erdoğan ve ekibi şunu fark ettiler; eğer bu mutabakata uygun bir şekilde adım atılırsa tekçi Türk devleti, ırka ve milliyete ve kimliğe dayalı ulus devlet demokratikleşecek. Sivil bir anayasa yapılması taahhüdü topluma verilecek ve bu anayasada evrensel temel hak ve özgürlüklerin tamamının yerine getirilmesi garanti olacaktı.

Bu da tam seçim arifesinde topluma bir taahhüt olarak güçlü bir vaat olarak deklere edilmesi gerekiyordu. Eğer bunu Tayyip Erdoğan deklere etmiş olsa ve 'biz bu mutabakattaki 10 maddeyi harfiyen yerine getireceğiz gibi bir anlaşmadır' şeklinde bir kendini bağlayacak ifadede bulunsaydı, bu durumda seçim kampanyasını buna göre yürütmek zorunda kalacaktı. Fakat bu Erdoğan'ın ne ideolojik olarak kafasına yatan bir durumdu ne de kişisel ajandasına uygun bir durumdu. Çünkü o yıllardır tek adam sistemini kafasında kurguladığı diktatörlük sistemini hayata geçirmek için fırsat kolluyordu.
7 Haziran seçimlerinde elde edeceği büyük bir zaferle artık bunu taçlandırmak ve sonlandırmak istiyordu.

Erdoğan, 7 Haziran seçimlerinde Dolmabahçe Mutabakatı'nı sahiplenmiş olsa büyük ölçüde artık kendi kişisel ajandasında ve yıllardır belki gizli bir şekilde hazırlığını yaptığı hedeflerinden tümüyle vazgeçmeliydi. Bunu tercih etmedi ve evet artık bir karar aşamasına gelindi. 'Dolmabahçe Mutabakatı yanlıştır' deyip, 'Kürt sorunu yoktur müzakere bitmiştir masa diye bir şey yoktur' gibi ırkçı bir söylemle çatışmayı ve savaşı körükleyecek bir yaklaşımla 7 Haziran seçimlerinin kampanyasının startını verdi.

Erdoğan başkan olamayacağını anladığı için mi süreç bitirildi?

Evet. Artık başkan olmayacağı netleşince Erdoğan süreci bitirdi. Özellikle 7 Haziran seçimlerine doğru giderken Erdoğan barajın aşılması durumunda arzu edilen anayasa değişikliğini yapamayacağını gördüğü için bütün stratejisini HDP'nin baraj altında kalması üzerine kurguladı. Öncesinden de birçok kez provokasyonlar devreye konuldu. Barış sürecini, ateşkesi tümüyle bitirebilecek ilk provokasyon girişimi de Diyadin'de yapıldı. Ama oradaki sivil halkın duyarlılığı ve işte kamera fotoğraf görüntüleri bir anda o provokasyonu boşa çıkardı. Oradaki insanlar yaralı askerleri kendi elleriyle kurtardılar, yaşamını yitirmesini engelleyerek AKP'nin provokasyon girişimini boşa çıkardı. Yine 7 Haziran seçimlerine biz yaklaşık 120 yerde HDP binalarının seçim bürolarının veya seçim çalışmalarının saldırıya uğradığı bir ortamda sandığa gittik. Bu saldırı ve provokasyonlara karşı halkımızın gösterdiği sağlam ve sabırlı duruş, 7 Haziran seçimlerinde HDP'nin ideolojik çizgisinin zaferinin netleşmesini sağladı.

7 Haziran seçimlerinde bir hafta kala; henüz sandık kurulmamışken hem bizim yaptığımız anketler, hem Saray'ın yaptırdığı anketler artık barajı aştığımızı AKP'nin de iktidardan düştüğünü gösteriyordu. Seçimlere 6 gün kala bizim edindiğimiz çok net bir bilgiyle Erdoğan'ın aslında 7 Haziran seçimlerinde iktidardan düşmesi halinde seçimi derhal yenileceği şeklindeydi. Bu bilgi, 7 Haziran seçimlerinde bir hafta kala bize ulaşmıştı. Yani Erdoğan'ın seçimi tanımayacağını biz 7 Haziran akşamı biliyorduk ve bütün hazırlığımızı, politikamızı seçim politikamızı buna göre yürüttük.

O süreçte koalisyon görüşmeleri de oldu. Sonrasında bu tartışmaları üzerinden de HDP'ye 'Koalisyonda yer alınmalıydı' şeklinde eleştiriler yöneltildi. Bir koalisyon hükümetinde yer almış olsaydınız, bu yaşanılanların önüne bir ölçüde geçilebilir miydi. Bu eleştirilere katılıyor musunuz?

O dönemki söylemlerimizin veya politikalarımızın nedenin iyi anlaşılması lazım. Biz o dönemi kesinlikle doğru okuduğumuzu düşünüyoruz. Biz koalisyon görüşmelerinden sonuç alınmayacağından kesinlikle emindik ve Erdoğan'ın ülkeyi erken seçime götüreceğinden hiçbir şüphemiz yoktu. Bu bizim için bir duyum değil, net bir bilgiydi.

Saray'da bunun konuşulduğu ve hazırlığının yapıldığı ve bazı araştırma şirketlerine erken seçim çalışması analiz ve saha araştırması için talimat verildiğini biliyorduk. Dolayısıyla Erdoğan'ın kafasında bir koalisyon yoktu. Partileri koalisyon görüşmeleri ile oyalayıp, yıpratıp erken seçimde arzu ettiği sonucu almak istiyordu. Biz HDP'yi böylesine bir tezgahın içine sürüklemeyi doğru görmedik. Çünkü 7 Haziran kampanyasında seçim sürecinde biz halkımızla yürüttüğümüz çalışmada şu vaadi ve sözü vermiştik; AKP ile seçim sonrası işbirliği yapmayacağız, AKP'ye karşı muhalif mücadelemizi sürdüreceğiz diye.

Savaşa dönersek, Ceylanpınar'da polislerin infaz edilmesi olayı devletin savaşı resmen ilan edişinin başlangıcı oldu. Bu olay çokta konuşuldu, karanlık yönleri olduğuna dair. Gerçekten öyle mi savaşı bu infaz olayı mı başlattı yoksa savaş kararı daha önceden alınmış mıydı?

Aslında Ekim 2014'te yapılan MGK toplantısında çözüm sürecinin artık bitirilmesi ve kapsamlı bir tasfiye operasyonun kararının alındığı ortaya çıktı. AKP savaş kararını Dolmabahçe'den çok çok önce vermişti ve bunun sadece fırsatını kolluyordu. Yine herkesin hatırlaması için hafızamızı hendek ve barikatlar konusunda tazelememiz lazım. Hendek ve barikat zaten çözüm süreci devam ederken vardı. İkincisi zaman zaman ateşkes ihlali diyebileceğimiz karşılıklı çatışmalar da yaşanıyordu. Gençler kent içerisinde infaz ediliyordu, hakeza asker ve polis kent içinde infaz ediliyordu. Ateşkesin ihlali diyebileceğimiz karşılıklı bazı durumlar da yaşanıyordu. Ceylanpınar'da iki polisin çok şaibeli bir şekilde infaz edilmesine kadar gelen süreçte zaten karşılıklı ateşkes bir kaç defa defacto ihlal edildi ama taraflar bunu gerekçe göstererek, savaşı başlatmadılar.

AKP bir bahane yaratabilmek için Ceylanpınar'daki infaz olayın kullandı. Halen net olarak ortaya çıkarılabilmiş değil. Savcının gözaltına alıp tutukladığı kişilerin Ceylanpınar'daki infazla hiçbir alakasının olmadığı ortaya çıktı. Bu kişilerin o gün Ceylanpınar'da dahi bulunmadığı ispatlandı.

O zaman şehirlere dönük bu yıkıcı operasyonlarda önceden planlandı. Öyle mi?

Bir durumu ilk defa kamuoyunun bilgisine sunmak istiyorum. Davutoğlu, koalisyon tartışması ekseninde bize de geldi. Genel Merkezi'mizdeki o toplantıda Davutoğlu şunu söyledi: 'Bizim elimizde PKK'nin 80 bin kişiye silah dağıttığına dair bilgi var.' Ben dedim ki; Bu istihbarat bilgisi olarak sizde olabilir ama bunu bizim bilme şansımız yok.'

Dedi ki 'Biz tek tek evleri tarayacağız, operasyon yapacağız ve bu silahların hepsini toplayacağız.' O gün daha hendek barikat tartışması yoktu. Biz de dedik ki; 'Bu doğrumu yanlış mı bilmiyoruz ama gerçekten bu insanların ellerindeki silahı bırakmasını istiyorsanız, bunu şehir içinde operasyon yaparak gerçekleştirmeye çalışırsanız ortaya bir facia çıkabilir. Bunu tavsiye etmeyiz, gelin çözüm sürecinde kalındığı yerden devam edelim. Varsa gerçekten şehir içinde elinde silah bulunan kişiler diyalogla o silahlarını bırakmaya ikna edelim.'

HDP olarak da buna hazır olduğumuzu, çözüm sürecinin yeniden canlandırmak için elimizden geleni yapmaya hazırız dedik. Davutoğlu'nun kendisi de 'Hayır. Göreceksiniz biz ev ev hepsini temizleyeceğiz. Bedeli ne olursa olsun biz bu operasyonları yapacağız.' dedi.
O toplantıda kendisini uyardık. Davutoğlu hendek, barikat Ceylanpınar olayları tam bir gerekçe haline getirmek ve bunu bir fırsata dönüştürmek arayışındaydı.

İstese aslında bütün o hendek ve barikat, şehirlerde var olduğunu iddia ettikleri silahlar konusunda tümüyle bir görüşme trafiği sürdürülebilirdi. Bu kanallar açıktı. Bu kadar şehirler yakılıp, yıkılmadan savaş enkazına dönüştürülmeden de bu meseleye bir çözüm bulunabilirdi. Ama bunu bilerek tercih etmediler. Bu karar çünkü çok önceden verilmişti. Ağır bir savaş politikası bu şekilde adım adım devreye konuldu. Çünkü artık şunu gördüler; diyalog ve müzakereyle başkanlık adı altında bir diktatörlük kurmak mümkün değil.

Savaş sürecinde kimi heyetlerin arabuluculuğunda yeniden bir diyalog kurulma arayışı olduğu iddiaları ortaya atıldı. Yeniden bir diyalog durumu gelişti mi süreç içerisinde. Ya da şu anda için öyle bir durumdan bahsetmek mümkün mü?

Hâlihazırda bir görüşme ya da sorunların diyalogla çözümü konusunda hiçbir trafik, hiçbir ilişkimiz yok. Ama biz gerçekten hendek ve barikat çatışma meselesinin bir şekilde masaya dönüşle tartışılabilmesi için çok çaba sarf ettik. Ama Erdoğan ve hükümet çok kararlı ki, halen de öyle. Barış ve çözüm sürecinin kendisine oy kaybettireceğinden çok emin. Her gün cenazenin gelebileceği bir ortamı stabil hale getirmek istiyor. Cenazeler geldikçe şovenist duyguları kaşıyor, ırkçı ve milliyetçi söylemlerle kamplaşmayı derinleştirip sürekli oyunun artmasına yarayacak bir politika izliyor.

Bir yıl içerisinde AKP'nin bir dönem cezaevine dahi attıklarıyla geliştirdiği ittifaklar da oldu. Bu ittifakları nasıl okuyorsunuz?

Özellikle Rojava'daki gelişmeler, DAİŞ'in orada giderek tasfiye olması ve YPG öncülüğünde Suriye Demokratik Güçleri'nin giderek ilerlemesi ve Efrin ile Kobanê kantonları arasındaki bölgenin DAİŞ'ten temizlenmesi ve kantonların birleşme ihtimali Türkiye'deki savaşın konseptini ve gidişatını değiştirdi.
Erdoğan'ın kendi iktidar hırsı ve sarayın selameti için başlattığı savaş bir anda Kürt düşmanlığı etrafında yeni bir faşist bloğa dönüştü. Devletin bekası adı altında Kürtleri engellemek, Kürtlerin Ortadoğu'daki yükselişini durdurabilmek için bütün faşist ulusalcı kesimler bir anda sarayın etrafında bir blok oluşturdular. Burada bir geçici ittifak söz konusu. Stratejik bir ittifaktan söz edemeyiz belki ama geçici bir ittifak kurulu.

Erdoğan şimdilik başkanlık konusunda çok ısrarcı olmayacak, belki partili cumhurbaşkanlığı ara formülünde bir anlaşma sağlanacak. Buna karşılıkta ordu ve polis, savaşta bütün sorumluluğu üstlenerek ağır bir savaş politikası sahada yürütecek. Çünkü kimse Erdoğan için savaşmak istemiyordu. Hatırlanırsa asker-polis cenaze törenlerinde halk isyan ediyordu. 'Evlatlarımızı Saray için öldürmek istemiyoruz' diyordu. Ordu ve polis savaşma konusunda isteksizdi. Bu Erdoğan tarafından bir panik havasıyla okundu ve bir anda ordu ve polisi savaştırmak için yeni bir ittifak geliştirdiler. Artık bir Saray savaşı olmaktan çıkıp, topyekun bir faşist blok savaşına dönüştü.

Dikkat ederseniz yeni atanmış Başbakan Binalı Yıldırım da topyekûn savaştan söz ediyor. Herkesi daha fazla savaşa destek vermeye çağırıyor. Artık 1990'lardaki savaş konseptini de çok aşan bir anlayışla devletin bütün mekanizmalarını kendi amaçları için harekete geçirmeleri gibi bir planlamaları var. MGK'de bu detaylı bir şekilde masaya yatırıyor. Orada karar alınıyor, hemen harekete geçiriliyor. Şehirlerin bu kadar yakılıp yıkılması da MGK'da planlanmış ve Erdoğan'ın bizzat talimatıyla gerçeklemiştir.

Şu anda 15 bine yakın ev tümüyle kullanılamaz durumda, 50 bine yakın ev hasar görmüş, yaklaşık 500 bin insan da bu yıkımda etkilenmiş durumda. Bunu çok bilinçli bir politika ile hayata geçirdiler. Kentlerdeki silahlı kaç kişi var hendek var bunu biliyorlardır. Ama bir bakıyorsunuz şehrin tamamı yıkmışlar. Hasar görmemiş tek ev yok. Özellikle yurtsever olduğu bilinen bu ilçeler bir daha da inşa edilemeyecek şekilde tümden yıkım kararıyla bu ilçelere yaklaşılmıştır. Orada hedeflenen hem o ilçeleri yok etmek, o şehirleri ve oradaki yurtseverliği yok etmek ama onun aracılığıyla bütün Kürtlere de bir korku mesajı vererek, diz çöktürmektir. Bu da MGK'da planlanmış ve hayata geçirilmiş bir insanlık suçudur.

Bu süreçte Davutoğlu hükümeti de görevden alındı. Bunu nereye koymak gerekiyor?

Davutoğlu, Erdoğan ve MGK'ya sunduğu raporda Ocak ayı itibariyle yani 7 ay önce hendek ve barikatların bitirileceği ve PKK'nin Ocak ayı itibariyle tasfiye edileceği, Mart'a doğru gidildiğinde ortada PKK diye bir şeyin kalmadığını ve kimi kanaat önderleri ve bazı işbirlikçi Kürt partileriyle yeni bir sürecin başlatılacağı raporu vermişti. Bunun sözünü vermişti. Ocak ayında artık PKK tamamen bitmiş olacak. Fakat Temmuz ayına geldik bırakın PKK'nin bitmesi falan eğer PKK Ocak ayında gücü itibariyle on yedi ise bütün bu yönelimlerin ardından PKK'ye katılan gençlerle bu yirmiye çıktı. İki katına çıktı. PKK son iki yıl içerisinde iki kat daha fazla güç oluşturdu. Davutoğlu'nun gidişi biraz buna bağlıdır. Çünkü verdiği sözü yerine getirememiştir.

Başkanlığın önünü açacak bir politika üretecekti. Yine PKK'yi bu süreç zarfında bitirecek ve Kürtleri de dize getirecekti. Fakat bırakın başarılı olmayı tam bir fiyasko ile sonuçlandı. Bu onun siyasi hayatına mal oldu. Şimdi yeni atanmış Başbakan tümüyle Saray'ın verdiği perspektif ve talimatlar doğrultusunda savaşı her yerde derinleştirme politikası izliyor. O kadar çaresiz bir halde ki, CHP ve MHP'ye çağrı yapıyor, bölgede örgütlenmeleri için. CHP ve MHP'nin orada teşkilatları yıllardır var. Başbakanın bundan haberi yok. Fakat içerisine düştükleri durum açısında hazin bir çağrıdır. Bu içine düştükleri acziyeti baskıyı artırarak aşmaya çalışacaklar.

Dış politikadaki bu ittifak arayışları Kürt savaşında özellikle Rojava'da elini güçlendirmek, ekonomik krizin etkisini düşürmek, diplomatik alandaki sıkışmışlığı aşabilmek için başvuruyorlar.

Şehirlerin yakılıp, yıkıldığı bir süreçten geçtik, geçiyoruz. Bundan sonrası için bir öngörünüz var mı? Şiddet daha da tırmanır mı?

Erdoğan ve beraberindeki bu faşist blok, bütün suçları ve günahları bir an önce masaya dönmek için işlemiyorlar. Sürdürülebilir bir savaş politikalarını en azından kendi arzu ettikleri anayasa değişikliğini gerçekleştirene kadar yani Türkiye'yi diktatörlük rejimine götürene kadar sürdürme kararlığındalar. Yakın zamanda bir diyalog ve müzakere ihtimali kesinlikle görünmüyor. Benim tahminin maalesef şiddetin artacağı yönündedir. Öngörümüz bu şekildedir. Fakat bunu peşinen kabul edip, yerimize oturmak yerine barış arayışlarımızı ve savaşa karşı demokratik cephe arayışlarımızı biz sürdüreceğiz. Bir yandan da yakılıp, yıkılan şehirlerle halkımızla dayanışma kampanyalarını örgütleyeceğiz. AKP'nin faşist yürüyüşünü durdurabilmek için de meydanlarda alanlarda çok daha örgütlü güçlü bir çıkış yapacağız. Yaz boyunca örgütlenme çalışmalarımız, eğitimlerimiz devam edecek. AKP'yi sadece parlamento da değil, sokaklar da meydanlarda durdurmanın bir meşru hak olduğu bilinciyle demokratik bütün halklarımızı önümüzdeki dönemde çok daha aktif bir şekilde kullanmaya devam edeceğiz.

Yaşanan bunca katliam ve bölgedeki kentlerde olup bitenler karşısında Avrupa'nın sessizliği de en çok eleştirilen konu oldu. Avrupa bunca olup bitene neden sessiz kaldı?

Avrupa'nın bu konudaki ikiyüzlülüğü çok net ortaya çıktı. Belki bütün Avrupa kurumları bu şekilde değerlendiremeyiz ama karşı karşıya kaldıkları mülteci krizi nedeniyle Erdoğan'a muhtaç olmak ve Türkiye'ye muhtaç olmak pozisyonuna düştüler. Kendileri krizi çözmekten aciz oldukları için Erdoğan ile iyi geçinmek adı altında Kürt katliamına sessiz kaldılar. Kürt şehirlerinin yakılıp yıkılmasına sessiz kaldılar.

Tabi bu durum Avrupa halkı tarafından tepkiyle karşılandı. Halk, Erdoğan ile girilen ilişkiye tepki gösterdi ve kendi hükümetlerini çok sert bir şekilde eleştirdiler. Çünkü Kürtler, DAİŞ gibi bir insanlık belasını durdurabilen tek güç. Bütün dünyanın başına bela olmuş bu barbar ordusu karşısında kahramanlık destanı yazan Kürtlere karşı bu kadar acımasızca saldıran bir liderle iş birliği yapması Avrupalı liderlerin de kendi toplumlarında eleştirilmelerinin önünü açtı. Bu tutum giderek değişti artık eskisi kadar sessiz kalamıyorlar.