HDP İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile müzakereleri durdurma çağrısını, Avrupa Birliği ile gerilen ilişkileri, 13 Haziran’da AB ile Türkiye arasında yapılacak Gümrük Birliği müzakerelerini ve AKP’nin dış politikasını değerlendirdi.

AKP’nin AB ile Türkiye arasında yapılacak Gümrük Birliği müzakereleri sırasında milliyetçiliği arttıracağını savunan Kürkçü, Erdoğan ve AKP’nin Batı’da ve bütün diplomasi çevrelerinde “öngörülemez” olarak nitelendirildiğini söyledi.

Kürkçü, “Hükümet zaman zaman kendiliğinden "normal" devlet refleksi verirken Erdoğan'nın züccaciyeci dükkanındaki fil gibi her şeyi dağıttığını görebiliyoruz. Zaten şu an Erdoğan ve hükümetiyle ilgili olarak Batı’da ve bütün diplomasi çevrelerinde söylenen şey, “öngörülemez" olduğudur” ifadelerini kullandı.

13 Haziran’daki görüşmelerin zorlu geçeceğini ifade eden Kürkçü, “AKP ve Erdoğan'ın, Avrupa Birliği’nin AKP'den vazgeçse bile Türkiye’den vazgeçmeyeceğini kavramış olması, AKP'nin görüşmeler sırasında el yükseltme çabalarına yol açabilir. Yani AKP Gümrük Birliği'nin güncellenmesini hiçbir siyasi çıpaya bağlı olmaksızın sadece ticari, mali yarar ölçütlerine bağlamak ve daha yüksek avantajlar temin etmek gayreti içersinde olacaktır. Özetle her iki taraf açısından da oldukça sıkıntılı geçecek. Dahası AKP görüşmelerde istediğini elde edemeyeceği her durumu da milliyetçiliği köpürtmek için bir imkan sayacaktır” dedi.

Ertuğrul Kürkçü ANF’den Asuman Demir’in sorularını yanıtladı.

*Türkiye, AB ile Gümrük Birliği anlaşması revizyonu, mülteci meselesi ve uyum koşulları çerçevesinde 13 Haziran’da yeniden masaya oturacak. Bu yeni başlayacak görüşmeleri nasıl yorumlamak gerekli?

Tabii her şey normal ve bütün bu gerilimler yaşanmamış olsaydı, Gümrük Birliği anlaşmasının güncellenmesi Avrupa Birliği hukuku çerçevesinde; müzakerelerin geldiği aşamaya bağlı tek mesele olarak görülebilirdi. Fakat yaşanan bunca gerilim, Türkiye’de faşizm yönündeki büyük savruluş, Avrupa Birliği’nin merkez ülkeleri ve birliğin kendisi ile yarattığı gerilimden sonra artık pek de öyle değil. AB, özellikle de Avrupa Parlamentosu çevrelerinde Gümrük Birliği anlaşmasındaki her türlü ilerlemenin, demokrasi, insan hakları, özgürlükler ve barışla bir şekilde çıpalanması eğilimi var.

*Peki, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye hakkındaki kararı bu görüşmeleri nasıl etkiler?

Bu konuda AP’de yüksek bir kararlılık görüyorum. Ancak Avrupa Birliği Komisyonunda bu kararlılık bir gevşemeye dönüşüyor. Öte yandan AKP ve Erdoğan'ın, Avrupa Birliği’nin AKP'den vazgeçse bile Türkiye’den vazgeçmeyeceğini kavramış olması, AKP'nin görüşmeler sırasında el yükseltme çabalarına yol açabilir. Yani AKP Gümrük Birliği'nin güncellenmesini hiçbir siyasi çıpaya bağlı olmaksızın sadece ticari, mali yarar ölçütlerine bağlamak ve daha yüksek avantajlar temin etmek gayreti içersinde olacaktır. Özetle her iki taraf açısından da oldukça sıkıntılı geçecek. Dahası AKP görüşmelerde istediğini elde edemeyeceği her durumu da milliyetçiliği köpürtmek için bir imkan sayacaktır.

Buna belki şöyle bir şerh koyabiliriz: AKP dış siyaseti son birkaç yılda o kadar ittifaksız kaldı ki Avrupa Birliği ile ilişkileri tamamen çöpe atabileceği bir alternatifi yok. Bu yüzden bir yerde, bu kontrollü gerginliği yeniden uyuma döndürmeyi isteyebilir. Fakat her şey öyle kritik bir dengede duruyor ki, örneğin Avrupa Birliği ve Avrupa kurumları da Almanya’nın uçaklarını İncirlik Üssü’nden çekmesinde olduğu gibi “yetti artık” düşüncesine gelebilir. O yüzden her şey pamuk ipliğine bağlı diyebilirim.

Aslında bir süredir Erdoğan ve AKP sırtını AB’ye alternatif olarak Körfez ülkelerine dayıyordu. Şimdi orada da Katar’a ilişkin ciddi biz kriz yaşanıyor. Siz de son 1-2 yılda gelişen ittifaksızlıktan bahsettiniz. Fakat Cumhurbaşkanı en son Bürksel’de ‘biz de çeşitli adımlar atacağız’ gibi söylemlerde bulundu. Adımlar atabilmesi için AB'nin koyduğu kurallar belli. Sizce AKP, bu anlamda adım atabilir mi? Yani sizin de dediğiniz kontrollü gerilimi uyuma dönüştürebilir mi?

Kendinizi bir devletin yerine koyun. Kimi -sözüm ona ideolojik- takıntılarınız dolayısıyla her gün yeni bir krizle uyanmayı mı istersiniz, yoksa hiç değilse bir cephede işlerin yatışmasını mı? Mantıklı cevap elbette ikincisi. Fakat Türkiye’deki durum yalın ve rutin bir devlet tahlili çerçevesine sığmayacak kadar kompleks. Bunun nedeni çok kompleks bir devletimiz olması değil. Devlet yönetimi tek parti üzerine kurulu; o parti de tek kişinin hakimiyetinde; bu kişi de uluslararası alanda ve iç işlerinde tam bir cehalet ve ön yargıyla hareket edince bir anda tüm dengeleri altüst edebiliyor.

Aslında ABD Başkanı Trump'ta da aynı davranışın küresel ölçekteki bir örneğini görebiliyoruz, burada ise yerel, bölgesel olanıyla karşı karşıyayız. Binali Yıldırım’a kulak kabarttığınızda Dışişleri Bakanlığı ve diğer yetkili kurumların hazırladıkları en azından kağıt üzerinde rasyonel kimi planlar işitebiliyoruz. Örneğin ‘Dostlarımızın sayısını artırmak, düşmanlarımızın sayısını eksiltmek, dış politikadaki temel hedefimizdir bundan asla ayrılmayacağız' gibi... Ama uygulamaya gelince bu söylemin ardından dost sayısı eksilmeye, düşman sayısı artmaya devam ediyor, bir anda Araplararası düşmanlıkların orta yerinde buluyoruz kendimizi... Veya "tamam" diyor Binali Yıldırım, ‘Referandum bitti arkada bıraktık, şimdi yeni şeyler konuşmamız lazım, Avrupa ile her şeyi müzakere edebiliriz. Stratejik olarak Avrupa konseptine bağlıyız, başka da bir stratejik hedefimiz yok.’ Fakat AKPM Denetim Komitesi kapıyı çalınca 'evde yokuz' deniyor. Yani hükümet zaman zaman kendiliğinden "normal" devlet refleksi verirken Erdoğan'nın züccaciyeci dükkanındaki fil gibi her şeyi dağıttığını görebiliyoruz. Zaten şu an Erdoğan ve hükümetiyle ilgili olarak Batı’da ve bütün diplomasi çevrelerinde söylenen şey, “öngörülemez" olduğudur. Bu hijyenik bir terimle, "kokmuyor, bulaşmıyor" deniyormuş gibi gelebilir; ama bu günlük hayatın dilinde "yarın ne yapacağı belli olmaz", ya da "serseri mayın" diye tarif edilen davranıştır.  Şu an Türkiye dışişlerine, AB ile ilişkilerde hasar giderme çabası gerektiği düşüncesi hakimmiş gibi görünse de işlerin bu yönde devam edip etmeyeceğini içinde bulunduğumuz keyfilik dolayısıyla söyleyemiyoruz.

Türkiye halihazırda Almanya ile İncirlik Üssü konusunda bir kriz yaşıyor. Hatta son olarak Almanya İncirlik’ten çekildi. Türkiye, AB’ye karşı mülteci sorununu her daim bir koz olarak kullandı. Almanya’ya karşı da İncirlik öyleydi. Fakat şimdi bu kozun ortadan kalktığını söyleyebiliriz. Bu, Türkiye’yi masada nasıl etkiler?

Almanya’nın Avrupa Birliği’ndeki etkisi ve gücü artar, Almanya seçimleri de eğer öngörüldüğü gibi Merkel’i iktidara getirirse, onun göçmen siyasetinin Avrupa'ya yön vereceğini söyleyebiliriz. Böyle olunca Erdoğan’ın mülteci kozu zayıflayabilir. Çünkü Merkel’in yaklaşımı, göçmenlere demir perde örmek değil, kontrollü bir biçimde göç kabul etmek yönünde. Merkel nitelikli işgücü açığının giderilmesi için göçmen kabulüne razı. Durum Avrupa’nın güneyinde ve doğusunda böyle olmasa da ‘Açarım kapıları, salarım göçmenleri’ tehdidinin önceki gibi korkutucu olmayabileceğini, ‘Haydi bakalım yap da görelim’ denilebileceğini düşünüyorum. Çünkü bu durumda sadece Avrupa kamuoyu değil, Türkiye kamuoyunun da söyleyeceği şeyler olacaktır, hatta bütün dünyanın diyeceği... AKP'nin elinin artık o kadar da güçlü olmadığını düşünüyorum. Çünkü bir kere vazo çatladı, restleşmeye başlandı. Almanya İncirlik’ten çekildi. AKP "nasıl olsa yapamazlar" diyordu ama yapabiliyorlar.

Avrupa’nın ve kapitalist dünya sisteminin Türkiye’yi bu yönsüzlüğü içinde bir tarafa iterek değil, ama ona yön değiştirterek, ayar vererek sistem içinde tutmaya gayret edeceğini düşünüyorum. Kısa vadede iplerin çatır çatır kopmasındansa Türkiye’nin iç politikasında uluslararası sistemin ihtiyaçlarına yönelik kimi rötuşlar için müzakerelere girişileceğini ve tartışmaların, basınçların uygulanabileceğini öngörebiliriz.

Peki Kürt sorununa değinirsek eğer, son çatışmalı dönemde, AB çok pasif durdu. Daha sonrasında Avrupa Parlamentosu’nun aldığı tavsiye kararı var elbette ama bu süreçte Batı dünyası biraz daha sadece ‘endişe duyuyoruz’ da kaldı. Bu da insanların aklına belli pazarlıklar yüzünden Kürt sorununa karşı daha mesafeli duruluyor düşüncesini getirdi. Siz nasıl değerlendireceksiniz? Hâlâ OHAL sürerken, Türkiye’ye de uyum kriterleri dayatılırken Kürt sorununda AB nasıl bir tavır takınacak bu yeni süreçte?

AB’nin Kürt meselesinde 2013 pozisyonunu benimsediğini ve bunun sürmesinden memnun olacağını, politika ayarlarını buna göre yapmak istediğini düşünüyorum. Fakat 2013 pozisyonunda yani Öcalan’ın çağrısı döneminde en önemli imkan çatışmasızlıktı. Çatışmasızlık ikliminde verilen destekler, çatışma alevlenince geri çekildi. "Hendekler"le simgelenen dönemi Avrupa, Türkiye'de silahlı isyanın geri dönüşü olarak okudu. Bunu bir yurttaş ya da sivil hareketi, bir kent hareketi olarak görmedi. Doğrusu mızrak da çuvala sığmadı. Yani çatışmanın böyle okunabileceği bir sivil katılım da olmadı. Bunu hepimiz gördük, biliyoruz ve yaşadık. Özetle, şiddetin geri dönüşüyle Kürt meselesinin barışçı çözümü ihtiyacı arasındaki uyuşmazlıktır Avrupa’nın dilini tutan. Bu noktada kaçınılmaz olarak tüm Avrupa devletleri, AB’nin kurumlarıyla birlikte müesses nizamın yanında duruyor. Terörle mücadele gerekçeleri ve konseptleri akan suları durduruyor. Şüphesiz böyle olması Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin tedbir kararı taleplerini geri çevirmesini gerektirmezdi. Cizre’deki insanların bodrumlarda cayır cayır yakılacağı ana doğru saatin tik takları işlerken mahkemenin 'başvuru usulümüze uymuyor’ diyerek bu karardan kaçınması şart değildi.

Fakat, müesses nizama geri dönülüp çatışan taraflar arasında tercih söz konusu olunca NATO’nun teşhisini ve devletin yanını tutmaya yönelik hakim sınıf refleksleri çalıştı. Ancak kamuoyu, medya, siyasi partiler, işçi sendikaları, belediyeler yeniden harekete geçip hükümetleri baskı altına aldıktan sonra parlamentodan sesler yükselmeye; bir, bir buçuk yıl içinde Türkiye'yi bir kez daha çatışmayı müzakereyle çözmeye çağırma noktasına gelindi. Ne var ki, çatışma sürüp giderken ve barış için iki taraftan da yüksek bir irade ortaya çıkmadığından bu çağrı da henüz o kadar güçlü değil.

Yani yeni bir çatışmasızlık süreci AB’nin bakış açısını düzeltecek...

Silahlı mücadele, çatışma dışında etkin yollar bulunmadıkça bu tutukluk devam edecek gibi gözüküyor. Ancak şu an Türkiye’de özellikle referandum döneminde ayyuka çıkan ve çırılçıplak gözüken, totalitarizme, faşizme doğru gidiş karşısında başka bir dayanışma iklimi de var. Fakat bu konjonktürde dahi silahlı çatışma, özellikle sivil kayıplara yol açtığı ölçüde -ister tercih ister zorunluluk olsun- halâ bir seçenek olarak kabul görmüyor. Bu çerçevede Kürt meselesinde, Kürtlerin haklarının varlığı ve kabulü yönündeki ısrarlarda kamuoyu düzeyinde bir eksilme olmadığını söyleyebilirim. Ancak bunların ifade edilmesi, dolaşıma sokulması, diplomasiye dahil edilmesi bakımından çatışmanın sertliği ve yaygınlığı bir dezavantaj olarak ortada duruyor. O açıdan bu kurumlarda çalışırken işimiz zor. Bu zorluklardan kaçılacak değil elbette, fakat etkili olmak için mutlaka bu alanda yaratıcı çabalara ihtiyaç var. Onlar olmayınca uyarıcı rol oynamak ve sonuç almak da -ne kadar haklı bir yerden konuşursanız konuşun- güçleşiyor.