HDP Kars milletvekili Ayhan Bilgen gündeme ve partisine ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Vize krizi ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nde referanduma değinen Bilgen, "Kürtler yaşadıkları bölgedeki bütün yönetimleri değişime zorlayacak güçlü bir dinamiktir. Yüz yıllık yok sayma siyasetinin sorunlarını halının altına süpürerek devam ettirmeye kalkmak sadece operasyonların derinleşmesine, daha çok kan akmasına ve bir arada yaşamın daha da zorlaşmasına hizmet eder" dedi.

Gazete Duvar'dan Özlem Akarsu Çelik'in sorularını yanıtlayan Bilgen, HDP'nin nasıl bir yol izleyeceği konusunda, "HDP, kuruluş döneminin koşullarına sahip değil. Dolayısıyla kurulduğu dönemin atraksiyonlarını aynı söylemle tekrarlayamaz. Bugünkü koşullarda özeleştirinin somut sonucu, kendi değerleriyle tutarlı karar alma süreçlerinin ve görevlendirme sisteminin bir alternatif olarak geliştirilebilmesiyle mümkündür" ifadelerini kullandı.

Çelik'in Bilgen'le söyleşisinin bir bölümü şöyle:

En sıcak gündem maddesiyle başlayalım isterseniz; ABD ile Türkiye arasında vize başvurularını karşılıklı askıya almaya kadar varan krizin sonuçları neler olabilir?

Dış politika tümüyle gerçeklikten kopuk ve iç kamuoyu algısı gözetilerek yönetiliyor. ABD-Türkiye ilişkileri açıklık, tutarlılık ve sürdürülebilirlikten uzak, tamamıyla hamaset ve kuşatma kıskacına sıkışmıştır. Sorunlar, onları ciddiye alıp toplumsal çıkarlar eksenli çözmeye yönelmek yerine, kapalı kapılar arkasında kotarılan işlerin savunmasına yönelik lobi zeminine hapsolmuştur. Öngörülemez bir pozisyona oturmuş ilişkilerin Türkiye açısından ciddi bir risk oluşturan boyutu vize kararıyla açık restleşmeye dönüşmüştür.

Reza Zarrab ve Halk Bankası gibi konular fiili bir rehine durumunu doğurmuştur. Yine Suriye’de Türkiye’nin destek verdiği kimi gruplar ciddi bir kriz konusudur. Vize, bardağı taşıran damla, yani patlama noktasıdır. İçeride otoriterleşme, dışarıda restleşme ile örtülemez. Türkiye geri adım atsa da dikiş tutması zor bir tablo ortaya çıktı. Yöneticilerin yaptığının bedelini toplum ödeyecek. Popülist otoriter siyasetin bedelini iki ülke de somut yaşıyor. Mekanizmalar yerini liderlerin tercihine bırakınca sınırlar daha kolay aşınıyor.

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin tüm baskılara rağmen yaptığı referandum neyi değiştirdi?

Değişim ne sadece Kürtler arasındaki doğal rekabetle daraltılabilecek ne de bölge ülkelerinin eski statükoyu koruma refleksiyle bastırılabilecek bir durumdadır. Bir biçimde yüz yıl önce haritalarda cetvellerle çizilerek kurulan dengelerin, toplumsal talepler ve bölgesel gelişmelerin basıncıyla sürdürülemez hale gelmesiyle karşı karşıyayız. Doğru, akılcı olan, Kürtler dâhil bütün Orta Doğu halklarının lehine olan bu sürecin kabul edilebilir bir yaklaşımla yönetilmesidir. Kafkasya ve Balkanlar değişimi iyi yönetememenin kanlı faturasını yaşadı. Yugoslavya örneği tam bir travmadır. Kimin ne kadar payı olduğu konusunda birbirini suçlamak yerine herkesin kendisini sorgulamasıyla Orta Doğu’da değişimi insani değerler tüketilmeden yönetmek mümkündür.

Orta Doğu’da ihtiyaç duyulan Kürtlerin eski pozisyonuna mahkûm edilmesi ve diğer halklarla çatışma zeminine sokulması değil dezavantajlı durumun pozitif ayrımcılıkla hakkaniyetli yeni bir dengeye kavuşturulması ve Ortadoğu’nun sorunlarının Ortadoğu halkları tarafından çözülebileceği bir ekonomik kültürel işbirliği konseptinin geliştirilebilmesidir. Kürtler yaşadıkları bölgedeki bütün yönetimleri değişime zorlayacak güçlü bir dinamiktir. Yüz yıllık yok sayma siyasetinin sorunlarını halının altına süpürerek devam ettirmeye kalkmak sadece operasyonların derinleşmesine, daha çok kan akmasına ve bir arada yaşamın daha da zorlaşmasına hizmet eder.

Siz “pozitif ayrımcılıkla hakkaniyetli yeni bir denge” diyorsunuz, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise Kerkük için en az 5 bin ülkücü gönüllüden bahsediyor, Barzani’ye dedesinin ‘akıbetini’ hatırlatıyor, “82 Kerkük, 83 Musul…”diyor. Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ise toplumu, alınacak vergilerin silah için kullanılacağını söyleyerek ikna etmeye çalıştı. Bu savaş naraları ne kadar gerçek?

Özellikle uluslararası ekonomi konusunda söylem siyasetinin reel politikle makasının açılmasını dikkatle izlemek gerektiğini düşünüyorum. Yani hamaset dolu mesajlar, savaş naraları, iç politika açısından anlaşılabilir ama bölgesel gerçeklik açısından söz konusu olamayacak bir tutumu ifade eder. Türkiye’nin yüz yıl önceki maceracı ittihatçı yaklaşıma geri dönmesi mümkün değil. Ben özellikle cari açık ve bunun içerisinde enerji harcamalarının ifade ettiği payın Irak’a yönelik politikada belirleyici olacağını düşünüyorum.

Dünya parlamento geleneğinin başlangıcı kabul edilen Magna Carta ve İngiltere deneyimi 800 yıl öncesinden çok net bir ölçüyü ortaya koymaktadır. Parlamentoların varlık sebebi savaş ilan etme ve vergi koyma kararlarının kral tarafından değil halk ve onun temsilcileri tarafından alınabilmesidir. Bu iki stratejik kararı halkın iradesi doğrultusunda alamayan rejimlerin şeklen demokrasi gibi gözükmesi hiçbir şey ifade etmez. Bir süredir hükümetin Suriye ve Irak politikasının kendi tabanında bile destek bulmuyor olmasının yanı sıra yüksek vergi ve zamlarla borçlanmayla tamamen savaşa dönük bir ekonomik stratejinin tercih edilmesi halka rağmen sürdürülmek istenen bir siyasettir.

YEREL SEÇİM, CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİNİN ÖN SINAVI OLACAK’

Siyasi iktidarın Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı ile ilişkisine odaklanırsak, Recep Tayyip Erdoğan ile Melih Gökçek ilişkisini nasıl okuyorsunuz?

Burada aslında Erdoğan’ın kendi siyasi ömrünü uzatmak için cesaretle parti içinde operasyon yapma iradesi aynı zamanda bir iç iktidar mücadelesinin de zeminini oluşturmaktadır. Parti içinde, örgütte ya da belediyelerde kendisine daha güçlü alan açmak isteyenler Erdoğan’ın yenilenme stratejisini fırsata çevirmek istiyorlar.

İlk yerel seçim, ardından yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminin ön sınavı olacak. Yerel seçim sınavını kaybetmenin riskini göze alamayan Erdoğan kendisini, bunun için ne gerekiyorsa yapmak zorunda hissediyor. Yani bu konuyu yolsuzluklarla mücadele ya da FETÖ ile mücadele gibi kamufle etmenin hiçbir tutarlılığı ve inandırıcılığı yok.

İktidar içi tartışmaları hafife almak doğru değil ama muhalefetin bütün beklentisinin buraya odaklanmasını da algı siyaseti açısından Erdoğan’ın başarısı olarak okumak mümkün. Burada elbette ki geçmişle ilgili tartışmaların kamuoyuna açık seyretme ihtimali toplumun gerçekleri öğrenmesinin neredeyse tek imkânı olarak karşımıza çıkıyor. Bu da önemli bir kazanıma dönüştürülebilir. Fakat niyetin ne olduğunun farkında olarak değerlendirme yapmalıyız. Bu niyetin tümüyle ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak uğruna atılmış adımlar olduğu unutulmadan tartışma yürütülmelidir. Bu anlamda özellikle ‘metal yorgunluğu’ diye tarif edilen durumun, çok daha misyon tükenişi düzeyinde bir tartışmaya dönüştürülmesi gerekiyor. Yoksa bazı şahısların siyasi ömürlerinin bitmesi, yerlerine yeni yıpranmamış yüzlerin gelerek yapısal çürümenin üstünün örtülmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Bu da Türkiye’ye yeni on yılları kaybettirir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’a epey bir süredir yakın çevresine ‘koşulsuz biatçılardan başka kimseyi yaklaştırmadığı’ eleştirileri yöneltiliyor. Peki Erdoğan’ın gölgesine hapsolmuş, giderek silikleşen AK Parti, bu koşullarda nasıl bir yerel seçim stratejisi izleyerek kazanmayı planlıyor?

Elindeki bütün kozları özellikle büyükşehirler için sahaya sürecekleri görülüyor. Başbakan’ın büyük ihtimalle dâhil olduğu bir bakanlar kurulu listesiyle belediye başkanlıkları yarışına girilecek. Artık parlamentonun aritmetiğinin çok büyük bir önemi olmadığı için Cumhurbaşkanlığı seçiminde yapmayı hedefledikleri birinci turda kazanmak için kurulacak ittifakta en küçük partilere bile bol keseden milletvekilliği kontenjanı verme stratejisi yerel seçimlerde de denenecektir. Meclis üyelikleri, daha az nüfuslu şehirler ya da ilçe belediyeleriyle ilgili bir ittifak stratejisinin yürütüleceğini düşünüyorum. HÜDA-PAR, BBP, MHP blokunun yerel seçimde de korunabilmesi için bazı iktidar imkânları paylaşılacaktır. Bunun karşısında alternatif adayların çıkartılması noktasında özellikle CHP’nin “personel yönetiminde”, “adama göre iş değil işe göre adam” mantığıyla hareket edebilmesi gerekiyor.

Belediyeler, siyasette güçlenme aracı olarak görülmemeli. Siyasetteki çürümeyi durdurabilmek için toplumsal siyasetin inşa edileceği ve gerçekten demokrasinin beşiği rolünü oynayacak bir strateji belirlenmelidir. Ünlü isimlerle yarışmanın yolu, aynı minderde umurgörmüş şöhret yarışına girmek değil yarışı başka bir mindere çekecek paradigma hegemonyası hedeflemektir.

7 Haziran 2015 seçiminden bu yana HDP’ye yaşatılanlar ortada. Gelinen nokta, partiniz için bir var olma mücadelesine dönüştü. Parti içinde de sert tartışmalar yapıldı, yapılıyor. Bu koşullarda HDP ne kadar/nasıl direnecek?

HDP’ye yönelik yürütülen dışlama, cezalandırma, burun sürtme stratejisinin başarılı olamayacağını ispatlamak bile geleceğe dair önemli bir umut vesilesidir. HDP’nin özgünlüğü, kişisel siyasi hesaplarla ya da güçlü bir lider karizmasıyla ortaya çıkmış şahıs partisi olması değil bir sorunun zorunluluklarla ayakta tuttuğu bir siyasi hareket mirasına sahip olmasıdır. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde HDP’yi tümüyle demokratik zeminin dışına itmeye dair arayış ve planlamalar boşa çıkartılabildiği ölçüde o tarihsel mirasın yeni beklentilerle buluşması mümkün olacaktır.

Kriz dönemlerinde siyasi tutarlılık, ilkeli yaklaşım, ciddi bir toplumsal teveccühü beraberinde getirebilir. Kriminalize etme ve korkutarak yöneticilerin yalnızlaştırılması planlaması hiçbir şekilde başarıya ulaşmayacaktır. Özellikle Kürt sorununun dönemsel ve bölgesel belirleyici gücü, HDP’nin kendisini yenileyerek ayakta durma ve büyüme stratejisinin ana motivasyonunu oluşturmaktadır. Kürt sorununun niteliğindeki değişiklik özellikle batıdaki büyük Kürt nüfusunun beklentileri, HDP’nin yeni bir barış stratejisi ve demokratikleşme iradesini inşa etmede güçlü bir rol oynamasını zorunlu kılmaktadır.

İlk belediye seçimleri kayyum yönteminin nasıl geri teptiğini gösterecektir. Cizre-Sur sürecinde demokratik siyaset kurumlarının sorunu çözmeye güç yetirememiş olması elbette HDP’nin geleneksel tabanında ciddi bir sorgulama ve tartışma nedeni olmuştur. Ancak bunun Kürt sorununda çok daha antidemokratik yerde duran iktidara ya da başka Kürt partilerine bir oy kaymasına dönüşmesini beklemek ham hayaldir.

HDP’li belediyelere el konulurken, belediye başkanları, milletvekilleri tutuklanırken HDP’nin kitlesi sokağa çıkmadı. HDP olarak sizden esaslı bir özeleştiri bekleniyor. Bu süreci nasıl aşmayı planlıyorsunuz?

İktidar tarafından kurulmak istenen korku eşiğinin aşılmaya başlandığı düşüncesindeyim. İnsanların demokratik eylemlere katılmaktaki çekincesi elbette ki ağır yargılamalarla da ilişkili olmakla birlikte belki daha önemlisi demokratik siyasetin çözüm üretebilme kapasitesinin sorgulanıyor olmasıyla bağlantılıdır. Bu da siyaset kurumunun yeniden bir güven tazeleme ihtiyacı duyması ve belki bugün yaşanan krizi bir yeniden yapılanma fırsatına dönüştürmesiyle aşılabilir.

HDP, kuruluş döneminin koşullarına sahip değil. Dolayısıyla kurulduğu dönemin atraksiyonlarını aynı söylemle tekrarlayamaz. Bugünkü koşullarda özeleştirinin somut sonucu, kendi değerleriyle tutarlı karar alma süreçlerinin ve görevlendirme sisteminin bir alternatif olarak geliştirilebilmesiyle mümkündür.

Siyasetteki genel yozlaşmadan en az etkilenmiş olmak önemli görülebilir ama Türkiye’nin sorunlarının siyaset eliyle çözülebilmesi için çok daha radikal demokrasiye uygun hamlelerin açılımların gelişmesi gerekiyor. HDP’nin en öncelikli gündemi, toplumsal dinamiklerin siyasete taşınabilmesi ve siyasette hak ettiği yeri elde edebilmesine aracılık etmektir, kolaylaştırıcı rol oynamaktır. Bu da kariyerizme, kişisel hesaplarla siyaset yapmaya sıfır toleransla mümkün olabilir. HDP’nin gücü ekonomik imkânlarından, medya imkânlarından değil kendisine inanmış ve çok ağır bedeller ödemiş sistem mağduru toplumsal kesimlerin fedakârlığından gelir. Bu gücün farkında olmak ve hakkını vermek HDP’nin birinci gündemi olmalıdır.

SÖYLEŞİNİN TAMAMINI BURADAN OKUYABİLİRSİNİZ