Yılmaz Güney’in doğum günü olan 1 Nisan Çarşamba günü Kadıköy Belediyesi Barış Manço Kültür Merkezi’nde düzenlenen ‘Türkiye Sinema Tarihi ve Yılmaz Güney’ başlıklı panelde bulunan Yılmaz Güney'in kızı Elif Güney Pütün, BirGün'e konuştu.

Zahit Atam'a açıklamalarda bulunan Elif Güney, "Babam, özsuyundan kopmuş ağaç gibiydi" sözleriyle Yılmaz Güney'i anlattı. Elif Güney'in açıklamaları şöyle:

Yılmaz Güney'in mirası Türkiye için hep tartışmalı oldu. Mirası ve mirasın gerçek temsilcilerini nasıl görüyorsunuz?

Bugün benim için Yılmaz Güney’in mirasını tanımlamak önemli. Somut bir şekilde kitapları, filmleri, hayata, ülkesine, halkına karşı beslemiş, uğruna mücadele etmiş özgün değerleridir Yılmaz Güney’in mirası. Bir duruş, bir tavırdır, insani değerleridir. Günlük hayatında da bir militanlık sergisidir, sürekli bir değişim çabası içinde olmaktır, her şeyden önce insanın iç devrimidir. Kitapların okunamayacak durumda olması, filmlerin harap bir halde olması soru işareti yaratan şeyler. Ve demek ki bu temsilciler, üstlenmek istedikleri “misyonu” yerine getirememişler. Misyonu devralmak isteyen yeni kuşaklara da zor ve çetrefilli bir görev düşüyor; ama yılmamak, yargılamamak ve empati gücüyle hedefleri iyi belirlemek gerek. Kolektif bir “ego” savaşı tuzağına düşmemek gerek.

Yılmaz Güney'le sizin ilişkiniz pek çok "Yılmaz Güney üstadı" için şekillendiği halden sizde farklı şekilde yaşandı. Siz  "Yılmaz Güney üstatları" ile temelden farklı yönlerden gidiyorsunuz. Sizin için bir sanatçı kimliği bir de baba kimliği var, onlar için ise eksantrik bir kişilik ve büyük oranda sanatını yok sayıyorlar. Bu anlamda sizin özgül deneyiminizi anlatabilir misiniz?

Benim için ilerlemenin anlamı yüzleşme. Kendi kırılganlıkları, zaafları ile yüzleşemeyen kişiler ilerleyemezler.  Babam her zaman zaaflarının farkına vardı, kabul etti ve sonra birçok değişim süreci yaşadı. İçine, özüne bakmaktan hiç kaçınmadı. Bu anlamda sanatını yok sayıp Yılmaz Güney’i sadece “kabadayı”, “lümpen” gibi etiketlere indirgersek çok eksik bakmış oluruz. Hata onu görmeden yanından geçmiş oluruz. O zamanın sosyal, insani kodlarını çok iyi çözmüş bir sanatçı.

Benim babamla ilişkim karmaşık ve zor bir süreçti. Bir “kız evlat”,  bir olmayan, olamayan baba, bir de ilişkimiz vardı. Bu üçlüye bir de Yılmaz Güney eklenerek üçgen bozuldu. Bir denge kurmak söz konusuydu. Ve ben üçgeni "evlat, Yılmaz Güney ve ilişkimiz" olarak kurmayı yeğledim.

Yılmaz Güney’i tanımak için çaba gösterdim ve aslında sancılı bir süreçti. Çünkü filmlerinden tanımaya çabaladığım Yılmaz Güney ile babam çelişkideydi… Sanki zıtlık mevcuttu…

Filmlerinde yaşadığım duygularla babamla yaşadığım duyguları birleştiremiyordum. Aslında babamın film kahramanları gibiydim; kendi zıtlıkları arasında çelişen, o zıtlıkları apayrı kutulara koyan, fakat onların birbirleriyle iyi-kötü insanî bütünlüğe erişemeyen biriydim.

Sonra senelerdir kafamda olan kitap projesini gerçekleştirdim. Bir Odadan Bir Odaya’yı yazarken mesafe koyup sadece baba-kız ilişkisine odaklandım, babamı babam olarak yaşadım ve keşfettim. Artık duyularım buzlarını eritmişti ve satır arası mesajları okuyabiliyordum.  Babamla barıştım, babamla barıştıkça Yılmaz Güney’i daha iyi anlamaya ve kavramaya başladığımı hissettim. Bugün bir ebeveyn olarak babamın babalığıyla empati kurabildim,  onu daha da çok sevdim. Sancılı tutku yerini sağlıklı bir sevgiye bıraktı. Ve dengeli üçgenimi kurmayı başarabildim sanırım: "Babam Yılmaz Güney, ben ve ilişkimiz".

***

‘SÜRGÜN’ÜN ADI GENY OLMUŞTU’

Elif Güney ve Yılmaz Güney için Fransa’nın, sürgün olmanın anlamları farklıydı. Siz “sürgünlüğü” nasıl tanımlarsınız? Siz nasıl yaşadınız? O nasıl yaşadı?

Lügat karşılığı sürgün: Ceza olarak belli bir yerin dışında veya belli yerde oturtulan kimse olarak geçiyor. Sürgün kavramında benim dikkatimi çeken unsur ‘ceza’. Fransa’ya gelene kadar, babamın koruma içgüdüsüyle verdiği kararlardan dolayı “kök salmamı” zorlaştıran bir gezgin hayatı yaşadım. Arkama baktığımda, Türkiye’de de bir sürgün hayatı yaşadığımı fark ettim; çünkü her şehir değiştirmeyi, her aile değiştirmeyi o çocuk ruhumda bir ceza gibi algıladım; bilemediğim bir suça ait ceza…

Sonra ise babamlaydım. Şimdiye kadar “özel” bir ilişki kuramadığım, tanımaya fırsatım olmamış bir baba. Ben, kardeşim hiçbir baba ile yaşamamıştık. Fransa’ya geçtiğimiz zaman, şimdiye kadar üçlü düzenlenmiş bir aile figürü, yerini bir dörtlüye bıraktı. “Yeniden isimlendirildiğimiz” (kimliklerimiz gizliydi) Türkiye’den gelen Kolombiyalı bir aile kimliğine bürünmüştük. Babam Jose Martino, Fatoş Elena, kardeşim Remy ve ben Geny olmuştuk. Artık dönmeyecektik, dünkü Elif, yerini Geny’e bırakmıştı. Sürgünün adı Geny’di. Babam için sürgün saf acının ve büyük bir çelişkinin ifadesiydi. “Özgürdü” ama özsuyundan kopmuş bir ağaç gibiydi. Günlük hayatın getirdiği  her farklılık, aile dengesi, o özgürlüğü esarete döndürüyordu sanki…