Son dönem romanının ve öykülerinin (sınırları içinde yaşadığım ülkenin edebiyatını kastediyorum) en büyük sıkıntısıdır belki de insanı olduğu gibi anlamak yerine olmasını istediği gibi görmek, tanımlamak.

(Gerçi ben kimim ki, bu konuda fikir beyan ediyorum, yazar olarak değil, belki okur olarak fikrimi söylüyorum.)

Emeğiyle evine ekmek götüren mutlu simitçi ya da ayakkabı boyacısı çocuğun anlatıldığı öykülere sıkça rastlarsınız. İyimser yazarın gözünü kapatıp görmek istediği ütopyasını zihninde canlandırmasından başka bir şey değildir bu aslında. “Her işçinin gönlünde bir gün patron olmak yatar” gerçeğinden uzaklaşmış iyi niyetli sosyalistin bakışına benzerdir bu biraz da. Ama ne yaptıysa ne ettiyse de iyi niyetli bu sosyalist, sosyalizmi dünyaya hâkim kılamadı. Koltuğu kapan işçi patronluktan vazgeçmediği gibi simitçi çocukta önünden geçip bir simit bile almayı fazla gören bu amcadan nefret etmekten asla vazgeçmedi. Ayakkabı boyacısına gelince, onun durumu daha da derin, simit satmak çocuk için bir basamak daha yukardadır ayakkabı boyamaktan ne de olsa. Buna mendil satan küçük şirin kız çocuğunu da eklersek, işte o zaman işler fena. Zira onunki bir nebze dilencilikte kokar ki, nefreti ömür boyu paklanamaz.

Ama gelin görün ki çocuklar masumdur (buna kimsenin kuşkusu olmaz, benim de olmaz zaten) ve en masum yönleriyle anlatılır kitaplarda. Anlatılmalı mıdır? Jean Genet’in Hırsızın Günlüğü’nü okuyanlar anımsayacaktır ki, roman ya da öykü biraz da fotoğraflamadır, gerçeği ders verme ya da ahlaki denilen bir sürü kalın beton blokların altına gizlemeden göstermektir. Zira ahlaki denilen şey, kime göredir, kimlere göredir; ya da ders verme? Bilmelisiniz ki, devletler ve dinler bu isimler adı altında binlerce yıldır zorbalıklar yaptı ve hâlâ yapmakta. Ama bizim konumuz onlar değil; roman ve öykü; elbette ki en çok da bunlar insandan kopmamalı.

Ursula K. Le Guin uzayın derinliklerindeki yaratıkları bile anlatsa, biliyoruz ki insanı anlatmakta ve insan ruhunu. Çehov’un söylemiş olduğu varsayılan ‘ben yargıç ya da mahkeme değilim ki hırsızlığın kötü olduğunu yazayım” öyküsüne de girecek değilim. Tolstoy Anna Karenina’yı aldatan bir kadın olduğu için yerden yere vurmadı, anlamaya çalıştı. Dostoyevski’de katili anlamaya çalıştı, saklamadı. Ulysses’te Joyce daha da acımasızca davrandı. Ama gelin görün ki, son zamanlarda Migros’larda satılan gazete kâğıdı dergilerden tutun ve ülkenin en saygın yayınevlerinin kitaplarında bol bol görürsünüz simitçi çocuğa bakan, simitçi çocuğun gerçeğinden uzak, iyimser bakışlarını.

Oysa yazarın gözlerini açıp çevresine şöyle bir göz atması yeterli olacaktır. İyimser olmayın demiyorum elbette, iyimser olmak insana özgüdür, yoksa nasıl katlanır bunca yaşananlara, sonuçta burası Ortadoğu, ah bir de Mezopotamya coğrafyası var ki bitip tükenmez dertleri hep olmuştur. Ama gerçeği göstermek yalnızca belgesellerin ve haber kanallarının (ki zaten onlar da çoğu defa iktidarların yalanını gerçek diye anlatıp dururlar) görevi değildir, edebiyatın da görevi olabilmelidir. Ama burada kastım ders versin ya da nasihat etsin değil, gerekirse bu yollara mayın bile döşeyebilsin edebiyatçı.

Ancak şu şıkkı da unutmasın: öyküsünü uzayın en dip köşesinde bile kurarken tıpkı Ursula K. Le Guin gibi insanı anlatmaktan asla vazgeçmesin, gerçek insanı.