Türkiye’deki 16 Nisan’da yapılacak olan referandum sadece ulusal bir mesele değil aynı zamanda Avrupa’nın birçok ülkesinin gündemi durumunda. Bu süreçte referanduma hayır diyen bireyler ve partiler iktidar tarafından terörist ilan edilirken Avrupa’da seçim propagandasının yasalara aykırı olmasına rağmen AKP’li politikacıların referanduma evet oyu kazanmak için bakanlık statülerini kullanarak etkinlikler düzenlemeleri diplomatik siyasal krizlere yol açtı.

Almanya’nın çeşitli eyaletlerinde AKP’li politikacıların mitingleri engellendi ya da istenmediği yönünde açıklamalarda bulunuldu. Hollanda hükümeti ise daha önceden Türk politikacılarının seçim amaçlı etkinliklerini istemediğini belirtti, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun ülkelerine girişini reddedip ve akabinde Aile - Sosyal Politikalar Bakanı Sayan Kaya’nın uçağının inişine izin vermedi. İsviçre’de ise Çavuşoğlu’nun katılması planlanan etkinlik otel sahipleri tarafından güvenlik gerekçesi ile iptal edildi. Yine benzer yaklaşımlar Avusturya ve Danimarka’dan geldi.

Erdoğan’ın Nazi benzetmesi yaparak kullandığı dışlayıcı ve suçlayıcı retoriği ile daha da gerilen ilişkiler artık en apolitik kesimlerin dahi bu süreçte Erdoğan’a ve onun Avrupa karşıtlığı söylemlerine tavır almalarına, referanduma açıktan hayır çağrısı yapmalarına vesile oldu.

Çavuşoğlu’nun ise tepkisel olarak düşünce özgürlüğünü dile getirip AİHM’ye başvuracaklarını aktarması ise trajikomik bir durum. Çünkü bugün düşünce özgürlüğünü diye bağıran bu hükümet, akademisyenleri sadece görüşlerinden ötürü işlerinden atan, milletvekillerini tutuklayan ve onlarca gazeteciyi özgürlüklerinden yoksun bırakarak insanların haber alma hakkını gasp eden aynı hükümettir. Düşünce özgürlüğü “her zaman ve yalnızca farklı düşünenin özgürlüğüdür” belirlemesini es geçen bu rejim salt kendi tekelinde bir düşünce özgürlüğünden bahsetmektedir. Farklı düşünenlerin ötekileştirilmeden korkusuzca ifade hakkını kullanabildiği bir yerde düşünce özgürlüğünden bahsedilebilir. Ancak bu durum Türkiye’de bir nebze dahi söz konusu değildir. Bu yüzden de hükümetin düşünce özgürlüğü argümanı yabancı basında gayet gülünç olmaktadır.

Bu siyasal krizin elbette tarihsel arka planında farklı politik gerilimler bulunmaktadır. Avrupa, bugünlerde Erdoğan ve AKP’nin umduğu gibi olmadığını kavramıştır. Bir süreliğine belli bir payda buluşabilen bu aktörler Suriye krizinde Erdoğan’ın belirsiz politikaları ile sürekli yön değiştirmesi, radikal İslamcı grupları desteklemesi, Kürt cephesini tanımaması ve mülteci pazarlığını sürekli tehdit unsuru olarak kullanması bugün bu krizin diğer dayanaklarıdır.

Dünya basınında ve Avrupa’da giderek teshir olan bir AKP-Erdoğan Türkiye’si mevcuttur. Son olarak Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Ofisinin kaleme aldığı raporda konu edinilen Cizre ve Nusaybin’deki insan hakları ihlalleri yabancı basında yankı buldu. Her ne kadar Erdoğan seçimle gelen ve darbeyi durduran kişi sıfatını taşısa da sivil bir diktatör resminden kurtulamamaktadır. Çünkü sivil darbe olan Erdoğan rejimi, militer ve paramiliter örgütlenmesi, demokrasinin temel ilkesi olan kuvvetler ayrılığını reddetmesi ve Kürt halkının iradesini temsil eden siyasetçilere zor kullanarak belediyelere kayyumlar ataması onun diktatör karakterini ortaya koymaktadır. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden politikacılar ve bağımsız bireyler kayyumları değil, belediye başkanlarını ve milletvekillerini zindanlarda ziyaret ederek bu rejimin meşruluğunu sorgulamaktadırlar. Bu uygulamalar ile Türkiye AKP-Erdoğan’ı Avrupa’da prestij kaybetmiştir.

Ancak Erdoğan, tıpkı ilk Israil’e karşı “one minute” çıkışında olduğu gibi bugün de bu Avrupa karşıtlığı ile sağ yükselişe hitap edecektir. Bu durum tutucu, milliyetçi ve laik kanadın bir kesiminin yön değiştirip vatana sahip çıkma paydasında buluşmasına neden olabilir. Bu da referanduma hayır diyecek olan bir kesim milliyetçi-laik cepheyi Avrupa’ya karşı ulusal kimlik kutuplaşma ile evet tercihine sürükleyebilir. Bu konuda havuz medyası rollünü yerine getiriyor. Türkiye’nin yalnız olduğunu, Avrupa’nın Türklere düşmanlaştığını, çekemediğini sert bir retorikle dile getiren medya endüstrisi bu kutuplaşma üzerinden iktidarın koltuğunu sağlamlaştırma gayesindedir.

Yetkisini korkuyla ve şiddetle yaratan bu iktidara karşı hayır demek, ses olmak elzemdir. Bizler, hayır haykırışlarımızı kutuplaştırıcı değil, birleştirici gerçek anlamda düşünce özgürlüğünden yana bir tavır alternatif yapmalıyız. Sesimizi duyurabileceğimiz alanların bize sistematik olarak kapalı olması, devletin zor aygıtıyla sosyal kontrol ve baskıyı yaygınlaştırdığı bu koşullarında kolay olmasa da hayır ile bu süreci tersine çevirebilir ve bastırılan dinamiği referandum sonrası açığa çıkarabiliriz.