Dilek Çakır 6 seneden beri birlikte yaşadığı kocasından ayrılmak isteyince, henüz üç ve iki yaşındaki kızları kocası tarafından öldürüldü.

Diyorum ki; yazmak bir şey degiştirecek mi? Belki buyüzden ayrıntıları okumak da istemiyorum. İş icabı, yani mecburen You Tube kanalına düşen vidyo kayıtlarını izlerken sinirli bir sabırsızlıkla parmağımı zaman çubuğunda gezdirip, bildiğim sahneleri atlıyorum.

Bildiğim sahneler...? Mesela iki tabuta birden sarılan genç bir kadın... Bir de bu kadının sarıldığı tabutlarda iki küçük çocuk olduğunu düşünün... İşte tam orada beynimdeki film şeridi kopuyor. Anlayamıyorum.

Aile içi şiddete kurban edilen iki bebek...!!!

"Böyle film senaryosu mu olur?!" deyip elimle hıçkırığımı tutarak lanet okuyorum içimden. Ama izlediğim film değil ki; gerçek. Hem de ana haber bültenine konu olan bir gerçek..!

Tabutlara sarılan o genç kadın(anne) ağlamıyor artık. O şok altında, pınarları kuruyan gözlerini kocaman açmış, başına gelenleri sanki üçüncü şahıstan bahseder gibi anlatırken, ben oturduğum yerde kahroluyorum. Tabi reyting derdiyle yanıp tutuşan tv. kanalları ve onların pek meşhur sunucuları bayram ediyorlar. Çünkü şok altındaki mağduru ilk kendi programlarına konuk edebilmenin, hatta en çok kendi programlarında ağlatıp söyletebilmenin -haklı gururu- içindeler. Haklı gurura sebep veren konseptleri şu:

"Acı var mı acı?.." Nitekim onlara göre "film" ne kadar acılı, canlı ve kanlıysa o kadar iyi.

Peki neden böyle? Yani tv., basın-yayın, ve sosyal ağ - birlik olmuş gibi mağdur durumdaki insanın acısını ne diye ballandıra ballandıra anlatıyorlar? O acıyı haber yaparken, ayrıntı ve abartılardan kaçınıp, sadece sorunun merkezindeki esas sebebi teşhir etseler olmaz mı? Olur aslında. Zaten basının işlevine ve etiğine uyan da bu. Ama hepimizin bildiği gibi medya kuruluşları reytingten geçiniyor. Eeee en çok reytingi de acıyı sürekli taze tutuklarında yani toplumun yumuşak karnına dokunduklarında yapıyorlar.

Toplumun yumuşak karnı demek toplumdaki kurban psikolojisi... Kurban psikolojisi bizim toplumda hem büyük ve hem de yaşlı. Büyüklüğünü yoksulluktan, işsizlikten, yaşadığı günlük maddi çaresizlikten alıyor, yaşınıysa tarihsel travmalardan, başka bir deyişle etnik ve politik imha edilme korkusundan...

Özetle Türkiye´deki toplum acısını sürekli taze tutuyor. O tazelikte dönüp duruyor. Hatta kendi acısına katlanabilmek için başkasının acısını iştahla dinliyor, okuyor, izliyor. Medya kuruluşları da bunu bildiğinden yaptığı haberde acının dozunu ha bre arttırıyor.

Tıp dilinde bir ifade var; Tolerans. Bünye aldığı ilaca göre tolerans kazanıyor. Yani doz arttıkça, ilacın etkisi azalıyor. İlaç etkilesin diye doz her kullanımda arttırılıyor. Paradoks, uyuşturucu kullanımı gibi... Hastalık tabi ki iyileşmiyor. Sadece artan doza göre yaşayıp gidiyorsunuz. İşte Türkiye´deki şiddet haberlerinin toplumla ilişkisi de böyle bir şey. Toplum hasta, medyanın yaptığı şiddet haberlerinin dozu yüksek. Hastalık iyileşmiyor, ama ilacın dozu artıyor.

Mesela Dilek Çakır da diyor ki:

“Sağır sultan duysun bunları. Kadınlar dayanışabilir. İnsanlar birleşsin. Korkmayın hiç kimseden, hiçbir şeyden korkmayın”

ve devam ediyor;

“Neriman’ın sesi duyulmadı. Duyulmadığı için biz bu durumdayız. Daha fazla duyulabilirdi. Sahip çıkılabilirdi. Ben Neriman’ı televizyonlarda izlemiştim. Bir gün onun yaşadıklarını yaşayacağımı hiç düşünmemiştim. Ama yaşadım. Bir gün bunu herkes yaşayabilir. Benim yerimde herkes olabilir. Bugün bu acıyı yaşayan Dilek. Bugün ölen Elif, Hira... Adı fark eder mi? Bunlar yaşanıyor. Çıkın sokağa, çıkın. Neden çıkmıyorsunuz. Neden sesiniz çıkmıyor?”

Bu satirlari okurken icimden Dilek´le konuşuyorum.

Gerçekten bu kadınların sesleri duyulmuyor mu? Yoksa duyuluyor da toplum duymaya alıştığı için mi kayıtsız kalıyor?

Kadına yönelik şiddetin hangi gerekçeyle olursa olsun, medya tarafından reyting malzemesi olarak kullanılmasına karşıyım. Şiddete uğramış, şok altında, travma geçiren, ya da depresyon belirtileri gösteren bir insanın - değil kamera önüne çıkarılması, - gerekli olmadığı taktirde fotoğrafının çekilmesi bile engellenmeli. Çünkü bu hem insan haklarına hem de basının etik değerlerine karşıt bir durum.

Basın emekçilerinin işi, bağlı bulundukları basın kuruluşlarının maddi çıkarlarını arttırmak değil, toplumu yaşanan gelişmeler hakkında en doğru şekilde bilgilendirmek olmalı. Bunu yaparken de özellikle mağdur durumdaki insan(lar)ın özlük haklarını gözetmeli. Doğal, yani olması gereken özgür haber anlayışı bunu gerektirir.

Yeni değil, medya kuruluşları malesef şiddet haberlerini ele alıp işlerken problem bilinciyle hareket etmeyip, sorunların daha da karmaşıklaşmasına ve dolayısıyla artmasına sebep oluyor. Hatta bu tarzdaki haberlerin özendirici, teşvik edici olduğunu bile söyleyebilirim…!

Yukarda bahsettiğim Dilek Çakır adlı kadının yaşadıkları ne toplumun ne de kendisinin defalarca üzerine konuşarak halledebileceği bir durum. Zaten yaşanan olaya bakıldığında şiddetin ölüm ve cinayete kadar gelmesinin tek sorumlusunun devlet kurumları olduğu anlaşılıyor. Burada normalde basının yapması gereken; çözüm üretmeyen // koru(ya)mayan devlet kurumlarının ve yetkililerin teşhiri olmalı. Bu teşhiri yaparken de konuya hakim uzmanları davet edip disiplinler arası fikir alış-verişinde bulunmalarına zemin yaratabilir.

Şiddeti engellemeye yönelik programaların yapılması mümkün. Bunlar kuşkusuz daha zahmetli ve daha nitelikli programlar olacaktır. Eğer kadına yönelik şiddete karşı gerçekten mücadele edilecekse bunun bir ayağını da basın emekçilerinin doğru ve hakikatli çabası oluşturacaktır. İşkenceyi, tecavüzü, katliamı kitleler önünde en ince ayrıntısına kadar irdeleyen renkli tv. ve basın, esas sorumlu olan devlet kurumlarıyla ilgili haberleri – her nedense son derece becerikli bir incelikle - kısaca verip geçiştiriyor. Halbuki en çok önem verilmesi, ciddiyetle üzerinde durulması gereken konu o. Sorunun muhattabı tamamıyla devletin kendisi.

Tek tek insanların ya da kitle örgütlerinin insiyatifi elbette ki bu toplumsal sorunu bitirmeye yetmeyecektir. Ki şimdiye kadar da gördüğümüz gibi; şiddet konusunda artan bir şeyler var, ama eksilen bir şey yok.

Son olarak bu şiddet haberlerini hem okuyan hem de yazan herkese hitaben şunun altını çizmek istiyorum:

"Acılı bir annenin iç yaralayan çığlıkları(!!!)" ya da "Cani bir katilin kendi çocuklarını nasıl katlettiği(!!!!)" türündeki ifadeler şiddetin pornosudur. O ponografi de şiddeti bitirmez, aksine varlık sebebi şiddet olduğundan onu güçlendirir.

Lütfen kendinizi ve çevrenizi kandırmaktan vazgeçin.