İslam dünyası aslında tarihi bir fırsatı kaçırmış bulunuyor. IŞİD denen bela, İslam ile şiddet arasında kurulan ilişkiden kurtulmak açısından bir fırsat sunuyordu: Fukaha (fakihler) IŞİD’i İslam-dışı ilan ederken, onların İslam’la neden bağdaşmadığını ortaya koymak gibi bir çabaya girip, “barışçıl yöntemlerle tartışmaya” dayalı medeni dünyada İslam için yer açabilirlerdi. Ama nedense bu yönde güçlü bir duruş ortaya konmadı.

Dolayısıyla IŞİD ve bundan ötürü cihadist şiddet ile İslam arasındaki yırtılmayan ilişki, artık İslam’a haksız olmayan biçimde yapışacaktır ve bundan sonra Müslümanların ‘İslamofobi’den şikayetlerinin temeli kalmamıştır.

İslam, neden IŞİD, El-Kaide, El-Nusra gibi örgütlerin yeşerdiği sosyolojiler üretiyor?

Kendi üzerine düşünmek gibi bir alışkanlığı olmayan İslam aleminin bu soruyla da uğraşmaya niyeti ve takatı olmadığına göre, “liberal/ılımlı İslam” söylem ve projeleri de tarihin çöplüğüne gitmiş bulunuyor.

Bu projenin başarısızlığı, sadece Müslüman Kardeşler ve AKP gibi başarısız liberal İslam deneyimleri nedeniyle değil; IŞİD'le/ cihadist şiddetle İslam aleminin "sessiz onay" üzerinden kurduğu ilişki ile tescillenmiş durumda...

Tescillenen başka bir husus ise, bir dönem benim de benimsediğim, postmodern din sosyolojisinin öne sürdüğü “din içinden sekülerleşme” iddiasının çürüdüğüdür.

Kapitalist tüketim toplumuna entegre olan AKP’yi ve tabanını anlamak için geliştirilen bu iddia, aslında amorf bir alanı işaret ediyor: Sekülerleşme bireyselleşme ile mümkün ve İslam coğrafyasına bireyselleşme ve yanı sıra özel-kamusal alan ayrımı şimdiye kadar hiç uğramadı. Cemaatlerin demokratik sivil alanı sömürmek/ kötüye kullanmak (abuse etmek) için kurduğu birkaç derneğe, STK’ya bakıp bu türden bir kanıya varmak, ucuz bir aldanmaydı.

İslam’ın yapısal olarak kendisinden söküp atamadığı cihadist şiddeti ile bireyselleşmenin bağlantısı da, şiddetin temel olarak kişinin “eksiklik duygusu”ndan kaynaklanmasından neşet ediyor. Bireyselleşme sürecini sağlıklı tamamlamamış olan aktörün mahkum olduğu siyasal zihniyet, karşısındakini kendisine benzetme ve onu yok etme üzerine kuruludur.

İslam’ın bireyselleşmeye engel olan bir yönü, daha önceki bir yazıda irdelediğimiz, “kul olmayı” salık vermesi iken, bir diğeri İslam’ın tanımladığı zaman algısı ile modern bireyin zaman algısı arasındaki çatışmadır: İslam “Kaderin yazılıdır ve bilinebilir. Ve her an ölebilirsin!” derken; modern birey, geleceğin belirsizliğini kabullenip, onu planlamaya çalışır ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar. Geleceğin belirsizliği ve dolayısıyla onu planlama güdüsü, kişiyi kendi hayatı üzerinde söz sahibi olmaya yöneltirken; zaten yazılı olan kaderi yaşadığını ve aslolanın öbür dünya olduğunu düşünen ve her an ölebileceğini düşünen kişi ise başkasının bilgisi çerçevesinde itaat ederek, sorgulamadan yaşamayı kabullenir. IŞİD gibi örgütler de, ilk etapta bu türden sorgulamanın dışarda tutulduğu bir sosyoloji içinden yeşeriyor.

Velhasıl, İslam coğrafyasında demokrasinin yerleşmesi, İslam’ı kişisel dünyaya hapsedip, toplumsal her türlü konuda ahkam kesen siyasal bir metin olmaktan çıkartmakla mümkün. Siyasal İslam’dan demokrasi çıkmıyor; tıpkı siyasal Hristyanlık’tan ve siyasal Musevilik’ten çıkmadığı gibi. Nihayetinde demokrasi, farklı çıkar ve tercihlerin ortaklaşması zemini ve hiçbir din öz olarak diğer dinlerle ortaklaşmaya meyilli değil.