Öyle ölümler yaşadık ki her olayda biraz daha uzaklaştık barıştan. Umuttan bahsetmenin bile zorlaştığı bir dönemde barış dolu bir dünya yalnız düşlerde mi kalacak gibi bir sorgulamanın içine dahi girdik.

Biliyorduk!

Barış kıyıya cansız çocuk bedenlerinin vurması, küçücük çocukların savaşın olanca ağırlığını yaşaması; yargısızinfazlarla, patlatılan bombalarla çocuklar da dâhil onlarca insanın katledilmesi değildi! Barış, barış meydanlarının kana bulanması, düğün evlerinin cenaze evlerine dönmesi değildi!

Veya barış Soma’da, Ermenek’te, asansör facialarında onlarca canın yitip gitmesi, her gün bir sürü kadının öldürülmesi değildi! Gezi eylemlerinde ve Kürt illerinde sistematik olarak insanların ölmesi; kentlerin savaş alanlarına dönmesi barış değildi.

Biliyoruz!

Darbe girişimlerinde tankların namlularını halkın üzerine doğrultarak ateş açıp onlarca insanın ölümüne sebep olmak barış olmadığı gibi; barış, kendi yağıyla kavrulan gazeteleri basarak kapılarına kilit vurmak da değil.

Edebiyatçıların, dilbilimcilerin, yazarların tutsak edilmesi değil, hiç değil!

Cezaevlerini gazeteciler ile doldurmak barış değil, insanların gözaltında kaybolması da… Barış tiyatro sanatçılarının işlerine son vermek, sanatın evrenselliğini bir yana koyup tiyatronun “millî ve yerli oyun” zırvasıyla kısıtlanması olamaz.

Yahut demokrasinin önünü kapatan hiçbir siyasa, insanın temel hak ve özgürlüğünü, yaşam hakkını elinden alan hiçbir baskıcı, totaliter sistem barış getirmedi, getirmeyecek. Barış laikliği bir kenara itip din merkezli mezhepçi politikaların uygulanmasıyla gelmeyecek.

Siyasette, medyada, toplumda çoksesliliğin sesi kısıldığı, teksesliliğin hızla yayıldığı bir ülkede barış gerçekleşmeyecek.

Bombaların patlatıldığı, katliamların yaşandığı, şiddetin tırmandığı ve hattâ sıradanlaşmaya başladığı bu sarmaldan çıkılamadığı sürece barış ancak bir rüya olacak.

Barış demokratik siyasetin önünü kapatmak, diyalog süreçlerine son vermek, çözümsüzlük yolunu tutmak da değil!

Barış halkların kardeşliğinin yara alması, farklılıklara saygının yitip gitmesi, hoşgörü anlayışının kaybolması, birbirine tebessümle bakan insanların yerini birbirine nefret duyan, birbirinin ayağını kaydırmaya çalışan, jurnallemeler yapan insanların alması demek değil.     

Büyük yazar Hermann Hesse, “Savaş ve Barış Üstüne Notlar”da -Ahmet Cemal’in çevirisiyle- şöyle diyor:

“Savaşı isteyenler, hazırlayanlar ve bizi gelecekteki bir barışa ilişkin bulanık vaatlerle oyalayarak ya da dıştan gelecek saldırılarla korkutarak tasarılarına ortak etmeye çalışanlar, dünyamızın ve her türlü barışın baş belasıdırlar. (…) Kişisel olarak kaba kuvvet aracılığıyla dünyada yapılacak her türlü değişikliğe, bu değişiklik görünüşte en istenmeye değer ve haklı olsa bile, karşıyım. Öldürme eylemine girişenler, her zaman yanlış saftakiler olacaklardır; ama haklı da olsalar, bir şey değişmez, çünkü ben, öldürmenin iyiye götürücü ve adaleti yerine getirici işlevine inanmıyorum. Evet, haksızlıklardan ötürü hastalanmış bir dünyada yaşıyoruz. Ama bence sevginin, insanlığın ve kardeşlik duygusunun eksikliğinden ötürü dünyanın çektiği hastalık daha da ağır. (…) Savaşın tepeden inme değil, kendi istediğiniz ve yarattığınız bir şey olduğunu anladığınızda, barışa giden yol önünüzde açılacaktır. – Dünya sahnesinde sergilenmekte olan oyunu soğukkanlılıkla ve eleştirel gözle izleyebilen bireylerin sayısı arttıkça, en başta savaş tehlikesi olmak üzere, kitlesel çılgınlıkların yol açabileceği tehlikeler de azalır…”

Bundan iki yıl önce fakülteden arkadaşlarımızla sevginin, insanlığın ve kardeşlik duygusunun eksilmemesi için Yaşar Kemal ustanın dediği gibi dağlar, insanlar ve hattâ ölüm bile yorulduysa şimdi en güzel şiirin “barış” olduğunu ifade etmeye çalışmıştık.