Bir düşün! Savaş! Açlık, çaresizlik… Her yer kan revan! İktidarlar buna karar vermiş elbette. Ah, bu iktidarları başa getiren halklar çoğu defa farkındalar mı bunun, hayır demeyi ne çok isterdim, ama halkların da o zamana kadar içleri öfke ve nefretle bir güzel doldurulur bu iktidarlarca. Bu nedenle lağım çukurunda debelenirken bile razıymış gibi görünürler aynı halklar, aksi olsa da zaten susturulurlar aynı iktidarlarca. Tabii dünyanın her yerinde, hangi savaş hazırlığı yapılmışsa yapılsın buna karşı çıkan birileri de olur her zaman, olmuştur da; binlerce türlü baskıya ve sindirmeye rağmen. Ah, bu barbarlıkta her zaman masumlar yanar, belki bir çoğunun haberi bile yoktur bu savaştan, kulağına bir şeyler fısıldanmıştır, belki bir korku, belki bir tehdit; hepsi o kadar. 

Coetzee’nin okuduğum ilk kitabıydı “Michael K. Yaşamı Ve Yaşadığı Dönem” romanı. “Yavaş Adam” ya da başka bir kitabıyla başlamış olsaydım, belki de yazara tanıdığım süre biter, kanımca onun en etkileyici olan bu kitabına hiçbir zaman başlayamazdım. Bilindiği gibi ömür kısa, okunacak binlerce kitap, izlenecek yüzlerce film bekler hâlihazırda. Ve bu piramidi alttan kemirdiğimizi varsayarsak, üsten hızla yükselmekte, çoğalmakta. Elbette ki, her yazarın her kitabı ve her yönetmenin her filmi başka bir bakış açısı sunar bize. Yine de kendi payıma itiraf etmeliyim ki; her yazara ve her yönetmene ayırdığım zaman iki-üç kitap ve iki-üç filmini geçmez çoğu defa. İstisnalar kaideyi bozmaz burada da; zira bunların eserlerini yutarcasına tükettiğim gibi, eserleri üzerine yazılanlara-çizilenlere de bakmadan duramam. Gelelim konumuza:     

Savaş insanlığın atası, şahıdır.

Kimini tanrı yerine koyar, kimini insan

Kimini tutsak eder kimini özgür kılar.

Bu epigrafla başlar Coetzee’in romanı.  

Coetzee, bu romanını kelimelerin ve cümlelerin güzelliğiyle-uyumuyla(yukarıdaki epigraf hariç) değil; kelimelerin bir araya gelerek zihnimizde oluşturdukları görüntüyle yaratmıştır adeta. Okur, kitabı bitirdiğinde aklında kalan bir tek cümle bile yoktur(dediğim gibi yukarıdaki epigram hariç). Bu yüzden kitaptan şöyle etkileyici bir söz ya da paragraf bekleyen kişiye, göz ucuyla bakıp sessizce duracaktır. Zira görüntünün içinde kelimeler değil, renkler vardır yalnızca. Bu kitaptaki renkler de; tonlamalar gri olduğu kadar, şekiller de buz gibi soğuktur. Bizi de çarpan bunlardır kanımca.                              

Romanın kahramanı olan Michael K. doğuştan gelen fiziksel bir kusurla gözlerini açar dünyaya. Buna zihinsel kusur da eklenir zamanla. Nitekim ilköğrenimini bile tamamlayamayacak kadar özürlü bir beyne sahiptir. Çalışmış olduğu işlerde bu yüzden olacak ki, sosyal statü anlamında olabilecek en düşük seviyelerde yer almakta. 

Kitabımız yeryüzünün herhangi bir yerini, herhangi bir ülkesini anlatıyor olabilir kuşkusuz (aklıma Ortadoğu dışında başka bir yer gelmemektedir, tabii Mezopotamya, ne de olsa yaşadığımız yerden bakarız dünyaya); zira kahramanımızın ve yaşadığı olayların nerede ve hangi ülkede geçtiği bilinmemektedir. Bu durum romanı zayıflatmadığı gibi, daha da evrenselleştirmektedir. 

Michael K. annesinin külünü sırtında taşıdığı bir kutu içinde, ölünün doğup büyüdüğü yere yürüyerek götürmekle hükümlü biri. Savaştan bihaber biri için, bu acımasız şartlarda görevini yerine getirmek hiç de azımsanacak bir iş olmasa gerek.   

Michael K. tıpkı Kafka’nın Dava’sındaki Josef K. gibi kitap boyunca nedenini bilmediği bu suçtan dolayı sürüklenip durmakta. Kahramanımızın suçu nedir peki, doğduğu ya da yaşadığı yer mi, ah bu coğrafya! Neden olmadığı ve kendiyle ilgili hiçbir bağ hissetmediği bir savaşın ortasında bulunmak mı? Evet, bu bir suç olabilir; tıpkı savaşlarda ölen ve yaralanan binlerce çocuk, yaşlı, hasta gibi. Hayvanları, ağaçları ve kentleri de unutmadan.

Kuşkusuz roman bundan ibaret değildir yalnızca. 

Coetzee, savaşın (işin aslı roman boyunca öyle ahım şahım bir savaş görmeyiz, silahlar sık sık patlamadığı gibi zırhlı araçlar da her yerde kol gezmemektedir) savaşla ilgisi olmayan insanlar(o mekânda yaşamak dışında) üzerindeki etkilerini anlatmakla yetinmez. Zaten böyle yapmış olsaydı sıradan bir kitap olurdu; zira savaşı anlatan o kadar çok roman ve film dururken, birini daha eklemek neyi değiştirirdi ki. Coetzee, burada yeryüzüne düşmüş ilk insanın resmini yapar adeta. Kahramanımız, bu yaşam yolculuğunda hiç de yaşanılır olmayan koşullarda hayatını sürdürmeye çalışır. Açlığını gidermek için olabilecek en ilkel yöntemlerle hayvanları avlayıp etinden yararlandığı gibi; tahıl, sebze gibi ürünleri de pek modern sayılmayan yöntemlerle ekip biçmeyi tasarlar.

“Michael K. Yaşamı Ve Yaşadığı Dönem” romanı, insanın eninde sonunda doğanın bir parçası olduğunu, ancak ona yaslanırsa en zor koşullarda bile olsa hayatta kalabileceğini gösteren çarpıcı bir kitap.

Kitabı burada anlatıp, okura hiçbir şey bırakmayanlardan değilim. 

“Yaşadığımız coğrafyaya bakmam bana yeterli” diyenlere de saygı duyarım. 

Elbette bu coğrafya çok daha iç paralayıcı romanların da çıkabileceği koşullar gördü ne yazık ki ve kim bilir daha ne kadar da görecektir.

Yeter ki kalemler susmasın.

Yeter ki cesaretimiz kırılmasın.

Belki bir gün kendi hikâyelerimizi yazarak ve okuyarak bu topraklara huzur getiririz.