Gülşen İşeri /Demokrat Haber

“Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız, peki ya ölüleri ne yapacağız, neden öldüler?"

Bu cümleyle başlıyor Özcan Alper’in ‘Gelecek Uzun Sürer’ filmi… Sonra akıveriyor film 90’lı yılların acı dolu karanlığına. 90’lı yıllarla yüzleşmeyi sağlamaya çalışan Gelecek Uzun Sürer, 30 yıldır üzerimize kapatılan karanlık odaların kapısını da aralıyor. Cuma günü izleyicisiyle buluşan filmde Gaye Gürsel, Durukan Ordu, Sarkis Seropyan ve Osman Karakoç başrolleri paylaşıyor. İlk filmi Sonbahar'da 19 Aralık cezaevleri operasyonunun ardından tahliye olarak Karadeniz’e gelen ve orada ölümü bekleyen Yusuf’un hikayesini anlatıyordu, orada da Karadeniz’den bir ağıt yükseliyordu… Gelecek Uzun Sürer'de ise bir gece aniden evinden götürülmüş, bir daha ölü ya da diri bedeni bulunamamış insanların yakınlarının ağıdını biriktiriyor Alper. Bunu da ağıt derlemesi için yola çıkan Sumru’nun üzerinden anlatıyor.

Adını Fransız Marksist filozof Louis Althusser'in kendi otobiyografisi olan Gelecek Uzun Sürer'den alan filmi konuşmak üzere Özcan Alper’le bir araya geldik ve geleceğe yakılan ağıdı Türkiye fotoğrafı üzerinden konuştuk...

 

-‘Sonbahar’dan sonra yine politik bir konuya temas etmişsiniz. Türkiye’nin de yıllardır tartıştığı ama bir türlü çözüm bulamadığı Kürt meselesini insani boyutlarıyla ‘Gelecek Uzun Sürer’ filmiyle anlatıyorsunuz…

Film bugünde geçse de aslında ağırlıklı olarak 90’lı yılların ruhunu taşıyor. ‘Sonbahar’da da bu böyleydi. Sonbahar filmi 90’lı yılların kuşağını anlatıyordu. Ben de o kuşaktanım. Doğal olarak da bir şekilde bir film yapıyorsanız kendinizden de yola çıkıyorsunuz. ‘Gelecek Uzun Sürer’de Harun bir mektup bırakarak dağa gidiyor, filmde gözükmese de filmin esas kahramanı o. Sonbahar’da nasıl ki Yusuf Türkiye Solu’nun bireyiydi; o dönemde 19 Aralık operasyonuyla cezaevlerinin ele geçirilmesi, insanı sadece bedensel olarak değil ruhen ve fikren de bitirme çabasıydı…

Gelecek Uzun Sürer’de de bir dönem var. Üniversiteye gelen bir sürü genç o yıllarda dağa çıkıyordu. Bire bir benim de tahmin ettiğim, ortadan kaybolunca gitmiş olabilir mi dediğim durumlar oluyordu. 90-93 yıllarında bir sürü genç kendi hayatlarını kuracakken, okulu bırakıp, o coğrafyada yaşanılanlara katlanamayıp, buna tepki olarak gidiyorlardı.

 

-Aslında film bir yanıyla gidenlere de özlem mi?

Bu bir nevi aslında gidenlerin ardından, hem onların gitmelerine neden olan durumları anlamak hem de bir şekilde az da olsa onların ruhlarını hissetmek, aynı zamanda da bugüne gelindiğinde sorunun kangrene dönüştüğüne, meselenin hiç görmediğimiz taraflarına başka bir yerden bakma ihtiyacıydı…

 

-‘Sonbahar’da da kendi tanıklıklarınız vardı. ‘Gelecek Uzun Sürer’ filmi sizin hayatınızda nerede duruyor?

Benim açımdan filmin oluşum süreci her ne kadar Sonbahar’dan sonra çekilmiş olsa da, esas 1996 yılına dayanıyor. O dönem ben de Mezopotamya Kültür Merkezi’nde sinema kursuna başlamıştım. Sonuçta orası Kürt hareketinin yaratmış olduğu değer sonucu ortaya çıkmış bir yerdi. Orada bir şekilde pek çok kişi tanıdım… Aramızda konuştuğumuz bir meseleydi bu: Bunca şiddetli, adı konulmamış bir savaş yaşanırken sanatın, özellikle sinemanın buraya neden dönüp bakmadığı…

 

-O dönemde de belgesel de olsa nazı anlatımlar vardı ama…

Tabii o dönemlerde de çok iyi çalışmalar yapıldı… Özellikle Yeşim Ustaoğlu’nun ‘Güneşe Yolculuk,’ o günkü ruh hali içinde cesur bir filmdi. O dönem grup olarak bir belgesel çekmiştik ‘Ah’ diye… Belgesel; köylerin boşaltılma sürecine değinirken, toprağına bağlı insanların, doğup büyüdükleri yerlerden gitmesinin ne demek olduğunu cesur bir şekilde anlatıyordu. Türkiye’de çekilmiş en iyi kısa filmlerden biri diyebilirim. Sonrasında Kazım Öz fotoğraf filmini çekti… Handan İpekçi’nin ‘Büyük Adam Küçük Aşk’ filmi vardı.

 

-Aslında her dönem cesur filmler, belgeseller çıkıyor… Bir Karadenizli olarak ‘Gelecek Uzun Sürer’e dokunmanızda etkili olan neydi? Uzun yıllar düşünüp sizi isyana sürükleyen meselenin arkasında ne var?

Bu filmi yeniden düşünmeme neden olan Almanya’da izlediğim ‘Dağın Ardına Bakmak’ adlı belgesel olmuştu... Tamamen başka bir yerden bakıyordu belgesel. Hakkari’de boşaltılan köylere gidip oradan bakmaya çalışılmıştı. Anlatmak istediğim bir Kürt meselesi vardı. Bunun Karadenizli olmak ya da olmamakla ilgisi yok. Bunca sorun varken, benim bir sinemacı olarak düşünmemem tuhaf olurdu.

 

-Anladığım kadarıyla Kürt meselesi sizde Sonbahar’dan önce gelen bir durum. Peki, neden ilk ‘Sonbahar filmini çektiniz?’

Bu filmi ilk film olarak yapmam, çok zordu. Çok açıklıkla söyleyeyim, bu film ilk film olsaydı altından kalkamazdım. O kadar kolay bir film değil. Ayrıca daha yakın bildiğim bir hikâyeyi anlatmak, evimden bir hikâye anlatmak daha doğru bir şeydi. O yüzden Sonbahar daha önce şekillendi. Bu filme göre daha yalın ve daha basit çizgide ilerleyen bir hikâyesi vardı.

 

- 30 yıllık bir savaştan söz ediyoruz. 90’lı yılları konuşuyoruz. Film sürecinde Diyarbakır sokakları nasıldı? Çekimler sırasında da siyasi olarak bir kaos yaşanıyordu. Bu filme nasıl yansıdı?

Filmi yazmaya başladığımda kısmen umutlu bir tablo vardı aslında. Kürt açılımı konuşuluyordu. Ne yalan söyleyeyim ben bile anlaşmanın boyutlarından umutlanmıştım. Ne yazık ki filmin hazırlık sürecine kadar her şey tersine döndü. Şimdi filmde de anlattığım 90’lı yılların farklı bir versiyonu yaşanıyor. Son birkaç haftadır hissedilen şey o.

 

- Sumru ağıt derlemek için Diyarbakır’a gidiyor… Orada onlarca acı hikâye dinliyor ama tüm bunlara rağmen o acılara çok mesafeli duruyor, o kadar acı hikâye karşısında hiç ağlamıyor. Bu bir tercih miydi?

Açıkçası Sumru’yu ben bu taraftan bir karakter gibi kurgulamıştım… Birden bire o mesafeleri kaldırsın istememiştim, bu meseleleri hiç bilmeyen seyirci gibi… Biraz da bilinçli bir tercih olmuştu… Ama tabii duygusal bir toplumuz, böyle bir topluma bu kadar mesafeli bakmak bazı durumlarda doğru işlemiyor, onu fark ettim. Bunu eleştiri olarak da kabul edebilirim…

Senin dediğin şey evet, biz onlarca, yüzlerce kişiyle görüştük. Normal bir insanın kaldıracağı şeyler değil, doğru. Bir evden birkaç kayıp var. Hatta daha da ağırı… Bütün bunları hissetmemek olamaz ama biraz katman katman vermek istemiştim… Belki de dediğin gibi Sumru diğer karakterle özdeşlik kuramamış olabilir, bu da bu filmin öz eleştirisi olsun…

 

-Filmin çarpıcı yanlarından biri de filmle iç içe geçen belgesel… Gerçek hikâyeleri tanıklıklardan dinliyoruz… Bir kayıbın ardından yakılan ağıt, gözyaşı. Tüm bunlar günümüze gönderme mi?

Şöyle düşün, ülkenin kendisi ceset tarlasına dönmüş… Aslında çok ağır bir süreç var. Ama günlük hayat kendi seyrinde akıyor… Belki burada, o günlük hayatın içinde kendimi var edemezdim ama filmle bu meseleye değindim. Hatta siz buna dair film yaparken kendinizi hayattan koparıyorsunuz. Yoğunlaştığınız andan itibaren farklı bir dünyaya gidiyorsunuz, adeta yer altına iniyorsunuz, o süreçleri yaşadım.

 

- Ahmet Sumru’nun ağıt derlemesi için “şimdi de Kürtler sosyolojik araştırma konusu oldu” diyor… Bu cümle neye eleştiri? Biraz da burada kamerayı kendinize mi çevirdiniz?

Sosyolojik araştırma meselesi, Kürt meselesinin konuşulması ve tartışılmasına dair bir eleştiriydi. Evet, gerekirse buna kendimizi de katarak. Çünkü Kürt meselesi konuşuluyor diyoruz ama konuşulurken aslında bazı temel şeyler gözden kaçırılıyor. Kullandığımız dil, Kürt meselesinin çözümüne dair öneriler… Başta çözüm öneren insanlar bile “şu şu olmaz” gibi sınırlar koyuyor. Peki, sen kimsin? Neye göre sınırlar koyuyorsun? Sürekli söylenen kardeşlik meselesi mesela… Kardeşlik de, nasıl bir kardeşlik? Öbür tarafta bir halk var ve o halkın var olmak ve olmamak arsındaki durumu var. Bu taraftan bakıldığında sol ve sosyalistler açısından oradaki mücadelenin sadece ekonomik ve siyasi boyutu var. O insanların ise gerçekten ana dilde eğitim görmek, Kürt kimliğinin tanınması, koşulsuz eşit bir vatandaş olarak görülmesi meselesi her şeyden daha önemli. Ekonomik mücadele onlar için geride kalan bir şey. Bizim bu taraftan baktığımız gibi, mesele sadece emek eksenli mesele değil, bunu biraz net görmek gerekir.

 

-‘Gelecek Uzun Sürer’ 30 yıllık savaşın izini sürüyor… Kürt meselesi hepimizin hayatına oturan bir meseleyken böyle bir filme imza attınız…

Ben bu filmi Kürtler için yaptım gibi bakabilirdim ama hayır, bu film benim için de önemli. Hatta bu film Kürt olmayanlar için daha da önemli. Kürt meselesi hepimizin hayatına oturdu, bunu görmek bunu hissettirmek istedim. Biz bir şey yapacaksak Kürtlere dair aslında Kürtler için değil, kendimiz için adım atmak anlamına geliyor.

 

-O kadar sıcak gündem yaşanıyor ki, son haftalarda KCK operasyonları kapsamında onlarca gözaltı oldu…

Evet, birkaç haftadır yoğun bir şekilde devam eden bu operasyonlar, özellikle Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı’nın tutuklanması meselenin sadece Kürtlerle ilgili olmadığını gösteriyor. Muhalif olan herkesin susturulması gibi bir durum yaşanıyor. Aynı gece Solaklı Vadisinde halka saldıran hükümet vardı, Hopa’da da yaşadık… Hükümet çok açık bir şekilde kendisi dışındaki muhalif olan hiçbir şeye izin vermek istemiyor. Eğer bir şey söylenecekse Kürt mücadelesi bu ülkedeki en büyük muhalefetlerden biri.

 

-Başta konuştuk, ciddi bir süreç yaşanıyor bu sürecin içinde birey olarak var olmak çekinceli bir durum gibi algılanıyor. Ama siz bu süreci sanat yoluyla rahatça anlatıyorsunuz. Sanıyorum sinema bu sürecin güçlü silahlarından biri ya da çözümü gibi duruyor…

Çözüm üretemeyebiliyorum ama tüm bunlar olurken sanatın burada durması gerektiğini biliyorum. Süreç başlayınca iyi ki şimdi yapmışım diyorum. Çünkü o kadar çabuk geçiyor ki zaman, bir yandan da zamanın ağırlığı kendini hissettiriyor. Belki buradan kapıları açmak, buradan aralıklar yaratmaya çalışmak gerek. Sanat da böyle bir şeydir. Belki biraz nefes almayı sağlıyor. En umutsuz anında umut kırıntısı yaratıyorsa sanat önemli. Benim için de sinema, sanat burada duruyor. Tabii ki devletin uyguladığı durumlar beni de inanılmaz derecede karamsarlığa itiyor.

 

-Öncelikle de geçtiğimiz haftalarda Van depremiyle birlikte artan ırkçı söylem…

Milliyetçiliğin, ırkçılığın sokaktaki insanların bilinçaltına kadar işlemesi çok acı bir olay. Neredeyse Nazi dönemlerini aratmayacak milliyetçi telaffuz biçiminin öbür tarafta bu kadar yer bulması acıydı… Medya ise bu ırkçı dili körüklüyor. Savaşın bu kadar uzun sürmesinde medyanın etkisi olduğunu biliyoruz. Şiddeti körükleyen ölü gerilla cesetlerini televizyonda sergilemeleri, karşılıklı kelle avcılığı yapılıyormuş gibi bir duruma indirgemeleri, bunlar üzerinden konuşmaları bu söylemi ne yazık ki güçlendiriyor.

 

DİYARBAKIR’I SEYİRCİYLE YÜZLEŞTİRMEK İSTEDİM

-Gelecek Uzun Sürer bu ırkçı dilin karşısında duruyor. Diyarbakır sokaklarının fotoğrafında arka fonda yaygın medyanın tanımladığı ‘şiddeti’ görmüyoruz… Bu bir tercih sanıyorum. Siz öyle bir fotoğraf gösteriyorsunuz ki filmin kıymeti belki de burada, günümüzde yok olan insanı ve vicdanı temel alıyorsunuz…

Yapmak istediğim sürekli televizyondan gördüğümüz şeyin tam tersini yapmaktı. Hiçbir şekilde görüntüsüne ve konuşmasına yer verilmeyenleri göstermek ve onların yaşadıklarını tanıklıklarıyla, birkaç dakikalığına da olsa, seyirciyle karşı karşıya getirmekti. Hatta ve hatta bütün bunların ortasında genç olmak, olamamak… Gençliğini yaşayamamak… Bir türlü çıkılamayan yolculuklar… Bunlara değinmek istedim.