Yeraltı’nı tam yanıbaşımızda ve hatta içimizdeki Muharrem’lerle, evlerimize gelen temizlikçi kadınla tanışmak için seyretmek gerek. Memleketin dekoru mağduriyet olunca Demirkubuz’un kamerası da bu mağduriyeti, göz teması kurmaktan kaçındığımız hayatları kadraja alıyor. Memleketin Muharrem’lerini anlamak ve affetmek için yerin dibine, yeraltına girmek gerekiyor

 

ELİF KEY / HT PAZAR

 

Cihangir’deki ofisinin kapısından aynı anda giriyoruz. Zeki Demirkubuz, “Beşiktaş’ın stadı ne olacak” sorusunun yanıtının arandığı bir toplantıdan geliyor. “Önce çayı demleyelim” diyor. Demli çay ve duvarda asılı Beşiktaş formasının gölgesinde Yeraltı’nı çekme sebebini, Engin Günaydın’ın oynadığı Muharrem’i, İstanbul Film Festivali töreninde ağzında sakızla ödül almasını konuşuyoruz. 18 senedir yönetmen koltuğunda, elinde 9 film var. Yeraltı sonuncusu.

 

Demirkubuz bir Dostoyevski hayranı, ama Dostoyevski mezarından çıksa ve filmi seyretse hayranlıkları karşılık bulur, bu platonik durum da sona erer. Bir Zeki Demirkubuz filmini tavsiye etmek haddime düşer mi bilemem ama bence Yeraltı’nı seyredin. Filmden çıktığınızda canınız sıkkın olacak, yerin üstü ağır gelecek. Sokakta Muharrem’lere bakacaksınız. Aragon “Mutlu aşk yoktur” demiş, görüyor ve artırıyorum: “Mutlu Zeki Demirkubuz filmi yoktur! Ama yerin altı iyidir, orada ne kadar duracağınız size bağlı!”

 

- Yine bir film çektiniz, canımızı sıktınız. Olumlu anlamda söylüyorum bunu...

Her filmin sonunda “Sinemayı bıraksam mı” duygusuna kapılıyorum. Ama filme dair olumlu sözler duyunca “Sinemayı yapma nedenim buydu” diye hatırlıyorum. 18 sene oldu.

 

- Film seyirciye tekme tokat giriyor. Sizin kameranız hep mağduriyete mi bakıyor?

Mağduriyetin içinde büyüdüm, geliştim. Bu ülkenin zaten yegâne hayat bilgisi mağduriyet. Bu geleneğin, bu ideolojik dilin içinde, bir gün gerçeği aramaya ve sorular sormaya başladığınız zaman şunu görüyorsunuz: Evet mağduriyet var. Koca Türkiye toplumu için bir şikâyet konusu. Ama değiştirilecek bir şeyden çok bir varoluş şekline dönmüş.

 

‘YILLAR YILI MUHARREM’LERİ GÖZLEMLEDİM’

- Mağdur insanların temsilcisi siz misiniz?

Bunun temsilciliğini yapacak en son adamım ben. Bunun temsilcisi gibi gösterilme eğilimlerine de, kötü bir adam olmayı göze almak pahasına karşı duruyorum. Siyasi düşüncelerim de böyle. Ortada bir zulüm varsa, en az zalimler kadar bu zulmü kabul edenlerin de paylaştığı, yol verdiği bir şeydir. Bu, yaşamın doğasında var. Dinlerin, ideolojik düşüncelerin, toplumu bir nesne olarak görenlerin, onu soyutluk içinde ele alanların anlamadığı ve anlamayacağı kadar karışık ve kendinden menkul bir doğa var. Bu doğaya da ancak sanat ve felsefeyle bakılabiliyor. Film yapmakta ısrar etmemin en temel nedeni bu.

 

- Muharrem’lerin dünyasında yaşıyoruz. Kaç Muharrem’e baktınız bu film için?

Bu bayağı sorun ettiğim ve bu filmleri çekip de bu tepkileri aldığımdan beri sorguladığım bir şey bu. Siz bir filmi çok başka dürtülerle yapıyorsunuz. Yeni şeyler öğrenirken, kendinizi de sorguluyorsunuz. Bu filmlerin ilk bakıştaki duygusu ve içeriği yüzünden insanlar bana dair “Adam çok yaşamış, çok acı çekmiş” gibi ilk elden övücü ama hiç ilgisi olmayan şeyler söylüyor. Benden çok daha fazla şeyler yaşamış insanlar var. Benim empati kurma gücüm, midemi bulandıracak bir şeye karşı bile bir vicdan taşımakla eş. Gerçeğe ancak böyle bakarsanız bunun bir vicdanı olur, zamana taşıyabilirsiniz.

 

- Muharrem arkadaşınız olur muydu?

Muharrem bana bu dünyadaki en uzak insanlardan birisi, tanıyan bilir beni. Ne kadar kibir gibi algılanacak bir gururum olduğunu, kendimi koruduğumu, bu konuda neredeyse taşra erkeği, Anadolu çocuğu formatında bir adam olduğumu bilir. Belki bu nedenle, bu kadar uzak olması nedeniyle dikkatimi çekip oradaki trajediyi fark etmemin bir sonucu olarak Muharrem’ler çıkıyor. Ortaya bir mesele koymaya verdiğim önem yüzünden, midemi bulandıracak hatta gıcık olacağım bu adamlara karşı bir sevgi taşımayı da öğrendim. Yıllar yılı Muharrem’leri gözlemledim.

 

"DOSTOYEVSKİ VE CAMUS'NÜN BANA ÖĞRETTİĞİ..."

- Muharrem’i anlıyorsunuz yani.

Dalgın bir adamımdır. Yatarken, kalkarken düşünürüm. Özellikle akşamları da iyi görememeye başladım. Bir “Muharrem”le karşılaşıyorum. Tanımıyorum. Selam vermeme durumu var ortada. Muharrem’in bana atfettiği kimliğim yüzünden, Muharrem benden selam vermemi bekliyor. Ama görmemişim işte... Üç gün sonra bu “Muharrem”le karşılaşıyoruz mahallede, “N’aber ya iyi misin” diyorum, ben bunu deyince hem hoşuna gidiyor, hem kafası karışıyor. Anında anlıyorum. Muharrem alınmış, sırtına vurup “Eyvallah” diyorum. Bu adama normalde eskiden gıcık olurdum. “Kaç yaşına gelmiş, hâlâ ne işler peşinde” derdim. Dostoyevski ve Camus’nun bana öğrettiği şeyler sayesinde şimdi bir sevme ve anlama sorumluluğu taşımaya başladım. Bunların hiçbirini yaşamayıp fildişi kulede yaşayabilir, dizi çekebilirdim. Ama Nişantaşı’nda büyümüş, kolej bitirmiş olsaydım bile bu empati gücümle yine bu filmleri çekerdim. Demek ki mesele o değil! Mesele vicdan ve anlama gücü! İnsanlar Muharrem’i anlamayıp “Bu herifin derdi nedir” demezlerse, mutlu bir ailenin bebeği gün gelir 17 yaşında o ailenin dibine dinamiti koyar.

 

- Senaryoyu yazarken zorlandınız mı?

Yeraltından Notlar insanlığın en büyük metinlerinden biri, son derece söylevsel ve edebi. Dibine kadar girdim. Onlarca kitap elimde parçalandı. “Bundan 2 bin sayfalık bir roman yazarım” tribine girip, bunu ciddi ciddi düşündüm. Ama ben film yapıyorum. Çekimlerden birkaç ay önce kitabı tamamen bir kenara bıraktım. Bu yüzden somut anlar bulmaya çalıştım. Kendime dönük ritüellerimi, absürd durumları toplamaya başladım. Kendimi basitleştirdim, sonucunda yumurta tavasında sigara söndürme, şaraplar, gazete üstünde yemek yeme ritüellerini yerleştirdim. Evde yemek masası dururken sehpada yemek yiyen Muharrem’in kendi kendine yetmeme halinin daha sinematik bir karşılığı olamazdı. “Bu kadar çok şeyi göstermek bir enflasyona neden olur mu” kuşkusuna düşmedim değil. Ama yemin ederim ki bunların hiçbiri bir şeyin sembolü değil.

 

"KİMSENİN DEĞER VERMEDİĞİ BİR HİKAYE ANLATIYORUM"

- Bu filmi bütün Türkiye seyreder mi?

Egemen ideolojik sinema büyük hikâyeler, olaylar ve kahramanlardan bahsediyor. Zaten kimsenin değer vermediği bir hikâye anlatıyorum. Patates ve şarap anlatıyorum. Başka bir şey vaat etmiyorum. Bütün Türkiye’ye seyrettirin bu filmi, her gün yaşadığı şey olmasına rağmen “Bu ne ya” diye sorar.

 

- Varoş aydını deniyor size, itirazınız var mı?

Isparta’da doğdum, Güngören’de büyüdüm. İstanbul’un ilk varoşudur. Benim varoş aydınlığım da oradan geliyor. Bunun hoşuma da gittiğini söyleyebilirim. Cumhuriyet, bir seçkin kültürü, anlayışı olarak Batı’dan nedir ne değildir, diye toparlanıp getirildi. Bu anlaşılabilir bir şey. Bu ülkeye Müslümanlık da 600 sene evvel tepeden ve yapay biçimde geldi. Aydın tarifi de yukardan bir dayatmayla, saçma da olsa belli kriterlerle tanımlanmış bir şekilde geldi. Buna rağmen Orhan Kemal, Cemil Meriç, Sencer Divitçioğlu, Ahmed Arif çıktı. Bu ülke ruhta bölünmüş, fizikte bahanesini arıyor. Burada herkes sırtını dayadığı yeri kollamaya çalışıyor. 80’lerden sonra varoş kökenli insanlar da seçkinlere benzer bir şey yapmaya başladı ve yeni güçlü bir cephe oluşturdu. Ortalık toz duman! Her gece sabah 5’te yatan biriyim, 3 senede bir 5 röportaj veren bir insanım. Elbette bu seçkincileri söylediklerim rahatsız edecek. Bana bir isim bulmak isteyecekler, o da “varoş aydını” olacak, o yüzden sıkıntı yok. Kibirli olduğumu söylüyorsam, varoş aydınıyım da derim

 

"SAKIZI ENGİN GÜNAYDIN VERDİ, ALDIM"

- Sakızla çıktınız ödül almaya, sakızı nerden buldunuz?

Her zaman sakız çiğneyen biri değilim, Engin Günaydın verdi, aldım. Sakızı bir itiraz unsuru olarak hayatta düşünmem. Zaten itirazlarımı başka türlü yapıyorum. Bunlar umurumda olmaz! Bu, insanların gerçek kimliklerini kamulaştırarak manipule etme eğilimidir. Beni kamulaştırmaya çalışıyorlar. Bu bende bir duygu yaratacak, ben de hizaya geleceğim. İlk ödül aldığım zaman hallettim ben bunları. Şuna hakları var sadece, yarın olur da Oscar ya da Altın Palmiye alırsam, beni böyle takım elbise gömlekle görürlerse, istedikleri kadar sövebilirler. Hapishanede tek tip elbise yüzünden bir sene işkence gördük giymedik o elbiseleri, o yüzden kimse karışamaz bana! Bana derlerse ki kıyafet kuralımız bu, o zaman o törene gitmem ama saygı duyarım.