Söyleşi: Mehmet Göcekli / Ş. Murat Özten / Demokrat Haber

Fotoğraf: Kadir Kaçan

Nuray Mert, “Perşembenin gelişine Perşembe sabahına kadar duyarsız kalındı” diyor.

Şimdilerde hepimiz Ak Parti iktidarının ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın otoriterliğini tartışıyoruz. Medyadaki tasfiyeler ve çürümüşlük üzerine yazıp çiziyoruz.

2011 yılında Nuray Mert’e Başbakan ‘namert’ dediğinde güçlü bir karşı duruş sergilenebileydi belki de bu kadar kötü bir noktaya gelinmeyecekti. Milliyet Gazetesi’ndeki yazılarına, NTV’de yer aldığı programa son verilmiş, sesi kısılmışken köşelerinden hakkında kıs kıs “Kandil muhibbi“ diye ihbarnameler yazılırken yalnız olmadığı gösterilebilseydi ardından yaşanan artçı depremler medyayı bu kadar yıkıma uğratamayabilirdi.

Nuray Mert yazılarında ‘sivil otoriterlik’ yaşandığına dikkat çektiği için neredeyse darbecileri, Ergenekoncuları desteklemekle suçlandı.

Gezi Parkı eylemlerinde ayağa kalkan toplumun farklı kesimlerinden milyonlarca insanı birleştiren ise yaşanan otoriter politikalar, uygulamalar ve söylemlerdi.

Bütün bunları konuşmak için bu sıcakta Nuray Mert’in evine misafir olduk. Gezi Parkı eylemlerinden Kürt Sorunu’na, Rojava’dan Suriye’ye sıcak gelişmeleri sorduk. Nuray Mert, “Türk ordusunun bağımsız bir ordu olduğuna bir Kemalistler inanıyor, bir de İslamcılar inandırmak istiyor” diyor ve ekliyor “darbe ihtimali sıfır”.

Boğaziçi Üniversitesi'nin Siyaset Bilimi ve Tarih bölümlerinde lisans eğitimini yapan Nuray Mert aynı üniversitenin tarih bölümünde yüksek lisansını (Prens Sabahaddin ve Terakki Mecmuası), siyaset bilimi bölümünde ise doktorasını (Erken Cumhuriyet Döneminde Laik Düşünce) tamamladı. Çoğunluk onu sadece gazeteci-yazar ve televizyon yorumcusu sanıyor ama o bunların yanında halen İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim üyesi. Konuşmasında sık sık okumayı, araştırmayı, derslerini ve öğrencilerini çok önemseyen cümleler kuruyor.

Tarihten siyasete her konudaki analiz ve yorumları dikkat çeken Nuray Mert'in kapısını bir çuval soruyla çaldık. Söyleşinin başında da seçim zamanı sorduğumuz soruların sonu gelmeyince az daha Sırrı Süreyya Önder’in hastaneye kaldırılacağını hatırlatıp uyardık. Ancak, sonunda o bizi pes ettirdi.

Düşüncelerini, tezlerini iddialı ve tutkulu bir şekilde savunan ve belki bu yüzden biraz sert görünen Nuray Mert’in ne kadar hoş görülü olduğunu da test ettik. Söyleşi boyunca Nuray Mert’ten daha fazla konuştuk ama bizi evinden kovmadığı gibi oldukça sıcak davrandı. Buyurun...

“GERÇEKTEN DE MESELE GEZİ’DEN İBARET DEĞİL”

Son iki aydır dünya Türkiye’yi konuşuyor, neler oluyor? Gezi parkı eylemleri çerçevesinde Türkiye ayağa kalktı. Neden insanlar bu kadar kitlesel ve polisin şiddetine rağmen geri adım atmadan direndi.

Onun nedenini geriye dönük olarak değerlendirebiliyoruz. Ama, öngörülemez bir şeydi. Ben Gezi’nin başlangıcında zaten yazdım da. İlk önce Diyarbakır’daydım. Bana da çok önemli gelmedi. Gezi’yi başından beri takip ediyordum zaten. 31 Mayıs’tan önce güzel bir itiraz, şehir adına bir itirazdı, ama bana da sorsanız, acaba dedim uzaktan, biraz siyasal romantizm mi, muhalefet eksikliğinde fazla mı anlam yüklendi acaba Gezi’ye diye düşündüm. Zaten ilk yazdığım yazı da daha soğuk bir analiz. Sonra İstanbul’a geldim, Gezi’ye gittim ve ondan sonraki yazımla bir önceki arasında hiçbir alaka yok adeta.

Burada ‘birden, fazla mı heyecana kapıldık’ değilmiş. Sonradan bakınca ‘haa, şu da vardı, bu da vardı, o yüzden bu derece insanlar sokağa çıktı’ diyeceğin şeyi o anda öngöremiyorsun. Gezi’nin en önemli tarafı, her ne kadar olduktan sonra ‘evet ya, insanlar da çok daralmıştı’ desek de, böyle bir şekilde ifade bulacağının tahmin edilemez olmasıydı. Bence Geziye katılanlar da tahmin etmiyorlardı. Bu çok enteresan bir deneyim. Gerek Gezi’de eylemleri başlatanlar, sonra da bunu duyarak çok sonra sokaklara çıkanlar da tahmin etmiyordu. İktidarın bu işte bir dolap var zannettiği de bu, çünkü şaşırtıcı, herkesi şaşırtır, iktidarı da şaşırttı. Çünkü gerçekten de mesele Gezi’den ibaret değil.

Ne oldu, insanlar Gezi’de dayatmaya karşı bir direniş görünce ve çok baskıcı bir şekilde bu direniş sindirilmeye çalışınca bütün o birikmiş olan itirazlar, öfkeler açığa çıktı…

“HAYIR DİYEBİLECEKLERİNİ ÖĞRENDİLER”

Peki ne birikmişti?

İnsanlar bunu desteklemek istediler. Sokağa çıkanlar da gazın yenilebileceğini, buna karşı durulabileceğini hissettiler. Benim intibam o. Kendileri de en başında ‘günlerce gaz yiyeceğiz, dövüleceğiz, püskürtüleceğiz’ iradesinde insanlar değil, planları, programları da böyle değil. İtiraz için gidiyorlar, bu etki-tepki halinde büyüdü. Ve insanlar da eylemliliği öğrendi.

Türkiye’de en önemli şey, kimle konuşsanız, mesela şu mahalledeki (Nişantaşı) insanlar. En son Gezi eylemlerine kadar gittiler. Hatta gaz atılacağını bilerek. Hatta ben ‘gaza gelemem, olay çıkacak’ deyince konu komşu ayıplıyor. O ayıplayan insanlara diyorum, ‘hayatınızda hiç daha önce, öğrenciyken eyleme katıldınız mı?’ Bunlar benim yaşımda insanlar. ‘Hayır’ diyorlar. Hiç böyle bir şeye azmetmemiş insanlar bunu öğrendiler. İtiraz edebileceklerini, dayatmalara karşı bir noktadan sonra hayır diyebileceklerini öğrendiler. O yüzden çok taşkın oldu, o yüzden gittikçe dalga dalga daha da büyüdü. Öngörülemedikçe daha da büyüdü. Dünya çapında da böyle bir şey bu. Hep gençler diyoruz ama onun dışında da demokratik haklar ve özgürlüklerin gündemlerinde yer tutmayan insanlar da aslında adını koyamasalar da ne kadar özgürlüklerinin kısıtlanmış olduğunu ve buna itiraz etmenin ne kadar rahatlatıcı bir şey olduğunu keşfettiler. O yüzden çok tesirli bir örnek oldu.

“OTORİTERLİĞE GİDİLDİĞİNİ ANLAMAK İSTEMEYEN BİR CEPHE VARDI”

İnsanların sürekli dışarı çıkmasında Başbakan’ın söylemlerinin de etkisi var mı?

Kesinlikle, etki-tepki diyorum ya. İnsanlar bir Gezi için, çocuklar oradan kovulduğu için sokağa çıkanların nasıl kovulduğunu, nasıl gaz yediklerini, polisin şiddetini görünce daha da öfkeleniyor. Daha da büyüyor bu itiraz, bu iş böyle büyüdü. Başbakan çıkıp da bunlar çapulcudur dedikçe olmayacak insanlar biz de oradayız demeye başladı. Bu kendi kendini büyüten bir süreç oldu.

2009’dan beri ben “şom ağız” diye nitelendirilen birisiyim. 2009 sonunda ben ‘eski rejimin yerine sivil bir otoriterliğe savrulma endişesi içindeyim’ dedim diye kıyamet koptu. Ve sadece iktidar değil, demokrat, liberal çevredeki arkadaşlarımız ergenekonculukla, darbecilikle suçladılar ve üstelik bunu benim gibi birine söylediler. 28 Şubat’ta ne yaptığımız ortada. Darbelere zemin hazırlamakla, hatta ve hatta, isim vermeyeyim ‘Putinizm öcüsünü çıkardı’ diyenler oldu, ki bunu diyen bu günlerde aynı kavramı kendisi kullanıyor.

“PERŞEMBENİN GELİŞİNE PERŞEMBE SABAHINA KADAR DUYARSIZ KALINDI”

Türkiye’de otoriterliğe doğru gidildiğini anlamak ve kavramak istemeyen çok büyük bir cephe vardı. Veya, kendisi böyle bir kaygı içinde olmayıp acaba mı sorusunu bile sordurtmak istemeyen vardı. Neden bunu örnek veriyorum, kendim için değil, bu nasıl birikti meselesi. Ayan beyan olan şeylere o kadar duyarsız kalındı ki… Perşembenin gelişine Perşembe sabahına kadar duyarsız kalındığı için biriktikçe birikti.

“ESKİNİN TASFİYE OLUP, YERİNİ BENZERİNİN ALMAKTA OLDUĞUNU GÖZLEMLEMİŞTİM”

Gezi parkı direnişi bir kısım medyada ‘sivil darbe girişimi’ olarak nitelendirildi. Tunus’ta Fas’ta, Mısır’da insanlar sokağa çıkınca bu kesimler bunu devrim olarak nitelendirmişlerdi.

Bu bir çelişki, ama bunun ötesinde paradoks olan şey şu. Bana geçmişte ‘vay siz otoriterlikten bahsediyorsunuz, bu askerlerin, darbecilerin, eski vesayetin elini güçlendirir’ diyen insanlar da Gezi’de sokağa çıktıkları için aynı şeyle itham edildiler.

Olaylar, AKP iktidarının geldiği nokta itibariyle artık göz ardı edilecek bir şey olmaktan çıktı. İkincisi, Gezi çok sert bir karşılaşma olduğu için ister istemez insanlar o cephede yer aldılar. Benim için asıl enteresan olan o.

İlk kullandığım kavram benim “sivil istibdat”. Eski vesayet düzeni tartışmalarının sonunda çıktı bu. Bununla tam anlamıyla şunu kastetmiştim. Eski vesayet sistemi ile hesaplaşılıyor, yıkılıyor söylemlerini ben çok erken bir tarihte Ergenekon davasının gidişatı ve onun çevresindeki söylemler ve onların çerçevesinde yeni bir resmi ideolojinin üretilmekte olduğunu düşündüm. Gözlemim buydu. Eskiyle hesaplaşmaktan ziyade eskisinin tasfiye olup, yerini tıpkı benzerinin almakta olduğunu gözlemlemiştim.

“OLUP BİTENLER İTİRAZ EDİLEMEZ KONUMA YÜKSELTİLDİ”

Eskisinin tasfiyesine karşı mısınız? Veli Küçükler, darbe planı yapanlar tutuklanmamalı mı? Operasyonların neresi yanlış?

Bu olabilir mi? Bakın ben bir süreçten bahsediyorum. Bu süreç eski statükoyla hesaplaşacağız diye başladı. ‘Eski statüko ile hesaplaşılmasın, çok iyiydi Türkiye, bunlar nereden geldi’ diyenler var. ‘Bunlar Amerikan kuklası’ diyenler var. Zaten Türkiye’de orada konumlanmak istiyorsanız bu yasak değil. Orada hala ‘eskisi ne iyiydi’ diyen adamlar var. ‘Cumhuriyetimiz elden’ gidiyor falan filan…

Orada olmak başka bir şey, onun dışında olmakta olanlara itiraz etmek başka bir şey. Türkiye’deki en büyük sıkıntı burada oldu. Olmakta olana itiraz eden -ki aydını demokratı da dahil, iktidarın işine gelen bir şey bu- tamamiyle marjinalize edip sınırları belli bir yere doğru itildi. Dolayısıyla bu olup bitenler itiraz edilemez, eleştirilemez bir konuma yükseltildi. Ben o yüzden bu olanların ve sürecin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu olanlar esnasında itiraz etmezseniz ondan sonra çok geç oluyor. Eski statükoyla hesaplaşmak adına değil sadece Veli Küçük, daha çook geniş bir liste var.

“HESAPLAŞMA SÖZ KONUSU OLSA GİDECEĞİ YERLER BELLİ”

Fırat’ın doğusuna gidilmediği yönünde eleştiriler var. Mesela Ayhan Çarkın bir sürü itirafta bulundu. Ardından tutuklandı ve susturuldu, ismini verdiği insanlar hala görev başında.

Vesayet sistemi dediğiniz zaman Kürt meselesi geniş bir yer kaplıyor. Sadece o da değil, sol hareketlere yapılanlar. Söylemeye çalıştığım şuydu, ‘Ergenekon efsanesi’ diye yazı yazmamın nedeni buydu. Yok canım nerede, Türkiye güllük gülistanlık, nereden çıkarıyorsunuz değildi. Mevzu şuydu, eğer bir hesaplaşma söz konusu olsaydı, bunun gideceği yerler belli, öyle değil mi? Faili meçhuller var, Kürt coğrafyası var, o coğrafyanın dışında olanlar var.

“ONLAR BUZDAĞININ UCU, GERİSİNE GİDİLMEYE DE NİYET YOK”

12 Eylül rejimiyle hesaplaşmadan öyle ucundan bucağından göstermelik işlerle bu sistemle hesaplaşamazsınız. 12 Eylülle hesaplaşılma niyetinde olunmadığı kanaatindeydim ben. Neden değildim? Birçok bakımdan. Hem, seçilen insanlar açısından, oldukça seçilmiş ve küçük bir gurup. İkincisi, daha derine inmeyi engelleyen bir örnek alandan bahsediyoruz. Bu bizim üzerinde anlaşacağımız insanlar var ya, Veli Küçük filan. Bu, üzerinde anlaşacağımız insanlardan ibaret bir oluşum değil. Onlar pirupak demiyorum, onlar buzdağının ucu, gerisine gidilmeye de niyet yok.

Daha önemli bir şey var, bakın, o anayasa ile niye devam ediyoruz. Hem de anayasa değişimi niyeti söylendiği halde. Niyette bir problem var. Kendisine karşı tehdit olan kurumları ele geçirince gerisi kendisi için sorun olmadı. Ben bunu ifade etmeye çalıştım. Bu 2009’da artık belliydi. YÖK şakır şakır işletiliyordu. Abdullah Gül cumhurbaşkanı oldu, ve de YÖK’ten gelen listeleri şakır şakır onaylamaya başladı. Bu çok önemli bir işarettir, az buz bir şey değil. Giresun’da iki oy alanı rektör atamak gibi..

“BU TÜR İTİRAZLARI DUYMAZDAN GELİRSENİZ SÜREÇ BÖYLE İŞLER”

Hadi o kurumlar var ve baş edemiyorsunuz, niye baş edemiyorsunuz bir soru. İkincisi, daha o kurumlar olsa bile teamüller var, işletmezsiniz bunu, seçilen adamı rektör seçersiniz, o kurum anlamsızlaşır. Niye bunlar yapılmadı, o kadar çok işaret var ki 2009’a geldiğimizde, benim itirazım ona. Yani, evet hesaplaşıyorsunuz, eee… vesayetin en karanlık dönemi ‘90’lar, evet, 28 Şubat diyoruz akan sular duruyor… 28 Şubat’ta iktidar neydi? O iktidar Susurluk konusunda ne yaptı? Bunu İslamcılar için değil, o iktidar tablosu için söz ediyorum. Bir ucunda Tansu Çiller, diğer ucunda iktidar ortağı Refah Partisi. Ne oldu? En karanlık dönemle hesaplaşılma açısından parmak oynatıldı mı? Şu anda siyaset yapanlar, o zamanlar ne yapıyorlardı? Evlerinde oyuncakla oynamıyorlardı. Bunlar yetişkin, siyaset yapan insanlardı. Tayyip Erdoğan belediye başkanı idi, Abdullah Gül devlet bakanıydı. Tamam bunlara karşı bir hamle yapıldı da o hamle yapılana kadar olan bitenleri ne yapacağız, onlarla hesaplaşabilir mi bu iktidar? Hesaplaşamaz. Ve niyeti yok. Ergenekon dediğiniz şey tamamiyle göstermelik ve bu görüntünün arkasında yeni bir statükonun eskisinin yerini alma sürecidir. Bu süreçte olsa olsa yeni bir vesayet sistemi, kılıf içinde otoriter bir sistem oluşturur diyordum, gayet basit.

Derin devlet mantığı ile hesaplaşma iddiasında olmayan bir çabaydı. Bunu karalamanın ne anlamı vardı. Bu tür itirazları karalayıp duymazdan gelirseniz süreç böyle işler.

“DARBE İHTİMALİ SIFIR”

Peki Türkiye’de şu anda darbe ihtimali var mı sizce?

Türkiye’de darbe ihtimali sıfır. Çünkü Türk ordusunun bağımsız bir ordu olduğuna bir Kemalistler inanıyor, bir de İslamcılar inandırmak istiyor. Türk ordusu bir NATO ordusudur. Komplo teorisinden bahsetmiyorum, gayet net, açık bir şeyden bahsediyorum. NATO önemli bir organizasyondur. Uluslararası ittifak ve dünya sistemi içerisinde Türkiye’nin önemli bir yeri var.

“SIRTINI ORDUYA DAYAMAK FİKRİ AKP İKTİDARI VE BU OLAN BİTENLERLE GERİLEDİ”

Dolayısıyla Türk ordusunun öyle kafasına göre, dünya sisteminden kopuk hareket etmesi mümkün değil. Ve Türkiye’nin geldiği yer de önemli. Dolayısıyla, böyle bir dünya ve Türkiye yok. Bakın bunda AKP iktidarının ve yapılan edilenlerin etkisi oldu. İnsanların cidden, gerçekleşemese bile kafasının hep bir gerisinde sırtını orduya dayamak fikri AKP iktidarı ve bu olan bitenlerle geriledi. Bunu da önemli bir kazanım olarak görüyorum. Bu gelişmelerin hepsini çok kötü, zaten hiçbir şey olmadı diye değerlendirmemek lazım.

“İKTİDAR DARBE TEHDİDİNİ KÖPÜRTEREK STATÜKOSUNU KURMAK İÇİN ARAÇ HALİNE GETİRDİ”

Ama her şeyden evvel, 2000’lere gelindiğinde bir kere Türkiye’de bir darbe ihtimali yoktu, ha heveslisi yok muydu, vardır illa ki, birilerinin böyle hayaller olmuştur. Bu davalar olmasa bile tahmin edilebilir bir şey. Hala vatandaşın bir kısmı bunu söylüyor, ‘tabii askeri yok ettiler, o yüzden başımıza bu geliyor’ diyen vatandaş var. Böyle bir siyasi kültür var. Bunların hepsi sorun ama diğer taraftan iktidar bu darbe tehdidini fazlasıyla köpürterek kendi statükosunu kurmak için bir araç haline getirdi. Yoksa Türkiye pirupak değil. Ama darbe yapılacak bir ortam yok ve dünya da buna müsait değil. O yüzden NATO ordusu olduğunun altını çiziyoruz.

Burası muz cumhuriyeti değil ki kafasına esen darbe yapsın. Dünya sistemi içinde önemli bir yeri olan bir ülke. Ha, o zihniyette olanlar var, daha da olacaklar da. Her ülkede böyle insanlar var. Hala Stalinci var mesela Rusya’da. Ama dediğim, bunun toplumsal ayağının gerilemesinde de bu olanların etkisi oldu, bunu teslim etmek lazım. Her kahvede keşke asker gelse anlayışıyla, askere sırtını dayamak, parti kapatmak, yargı yoluyla vesayet çalıştırıp demokratik taleplerin sindirilmesi 2008’e kadar gitti. Bunu da biliyoruz. Hala Cumhuriyet Başsavcısı iktidar partisi hakkında kapatma kararı istiyor. Bundan daha iyi bir gösterge olabilir mi? Gerçekten de vesayet aklının devam ettiğine dair işaretler de var. Bunu yok saymak haksızlık ve anlamamak olur. Ama diğer taraftan da, böyle bir şeyi yeni vesayet kurmak için döndürüp döndürüp temcit pilavı gibi ortaya çıkarmak… Nihayet artık Gezi olayında bile bunu kullanma. Herhalde son ve en açık göstergesi Gezi’yi darbe planı olarak göstermektir. Artık iyice karikatürleştiğini gösteriyor bu yaklaşımın.

“İKTİDAR DAYATMACI OLDUĞUNU KABUL ETMİYOR”

Mehmet Ali Alabora’nın ‘bu üç beş ağaç meselesi değil’ deyişine ‘bakın işte itiraf etti’ denildi.

Zaten kimse ‘üç beş ağaç meselesidir bu’ demiyordu ki. O dedi diye kasabanın gizli sırrı açığa çıkmadı ki. İktidar şunu düşünmüyor, insanların bir dayatma sisteminden bunaldığını, Gezi’nin bardağı taşıran son damla olduğunu kavramamakta ısrar ediyor çünkü dayatmacı olduğunu kabul etmiyor. Şu veya bu özgürlüğü kısıtlamasının kendi hakkı olduğunu, bundan şikayet etmeye kimsenin hakkı olmadığını düşünüyor.

Peki iktidar nasıl bunu göremiyor, bunu görmesini sağlayacak kanallar mı kapalı, mesela Başbakan’ın etrafında bunu eleştiren insanlar mı yok?

Bu çok söylenen bir şey, buna gerek var mı sizce? Bu ülkede ister başbakan olarak yaşayın, ister bakan olarak, buna gerek var mı? İlla birinin gelip efendim durum iyice kötüye gidiyor demesi mi lazım?

Sorun ne? Özgürlükçü bakışın olmaması. Topluma ve siyasete özgürlükçü yaklaşmamak, özgürlüğün fantezi olduğunu düşünmek. İnsanların özgürlükleri gasp edildikçe şikayet edeceklerini varsaymamak.

“Ne olacak kardeşim, çoğunluk iktidarıyız, onlar da şu kadarına katlansın, zaten içki sağlığa zararlı, dinimizde de yasak, bunu yasaklamak sorun mu“, böyle bakıyor iktidar. Kamu otoritesiyiz, her önüne gelen bir şey mi diyecek, bakış bu. Sadece içki de değil. Gösteri, ifade özgürlüğü.. “Ne oluyor kardeşim, burası dingonun ahırı mı, her önüne gelen fikrini mi ifade edecek” diye düşünüyorlar. Başbakan dedi ya, ayaklar baş oldu diye.. İktidar ne nizam kurarsa ona uyulur diye bakıyorlar.

Başbakan zaten anlayışını gizleyen birisi değil. Yalnızca söylediklerinde boncuk bulanlarla ilgili bir şey bu. Başbakan 23 Nisan’da kendi makamına gelmiş çocuğa ‘sen şimdi başbakansın, asarsın da, kesersin de’ demiş birisi. Öyle bakıyor, onun meşru olduğunu düşünüyor. İktidar olanın sözünün emir olduğunu, emirin demiri keseceğini düşünen birisi, bunları gizleyen birisi değil ki..

Keza diğer AKP milletvekilleri, politikacıları çeşitli defalar nasıl bir toplum algısına sahip olduklarını, özgürlükler konusunda neler düşündüklerini ifade etmiş insanlar. Dolayısıyla bunu ‘danışmanları iyi değil’e yormamak lazım. Bu topyekün bir zihniyet. Veya ‘Tayyip beyin psikolojisi bozuk, sert mizaçlı’… Bu tek kişiden ibaret değil ki, yapıdır bunlar. O yapı nasıl ayakta kalıyor.

Dün twitter’da biri şöyle yazmış: “RTE önceden sadece salı günleri konuşur, fırçasını atıp giderdi, şimdi her iftar sonrası konuşuyor. Ramazan, Ramazan olalı böyle zulüm görmedi!”

Evet, gerçekten öyle. Son derece gerilimli konuşmalar yapan bir Başbakan var ama sadece ona yüklemeyelim. Bu da bir haksızlık. Sadece başbakandan oluşan bir sistemden söz etmiyoruz. Etrafında görüyoruz işte, koskoca adamlar, yarın öbür gün bambaşka bir tablo ortaya çıksa Türkiye’de günah keçisi bulunacak üç tane, geri kalanlar aklanacak. Daha önceki dönemde, 28 Şubat döneminde olduğu gibi. O zaman onları destekleyenler şimdi bu iktidarı destekliyor. Yarın öbür gün bunlar olacak, bu da büyük haksızlık. Bu da olur bu tablo içerisinde. Buradan birçok insan, bir büyük çevre sorumlu. Başbakanın danışmanı kötü, yok efendim başbakan sert mizaçlı veya bakanlar da bir şey söylemiyor.. Arkadaşım, bir şey söyleyemiyorsan, bakan olmazsın. Bakanlıktan istifa edersin. Koca koca adamların ‘bakanım ama bir şey söyleyemiyorum’ mazeretine sığınması kadar utanç verici bir şey yok.

“KİŞİLİKLERİ YOK EDİLMİŞ BİR HEYET TÜRKİYE’Yİ YÖNETİYOR”

Bir de şimdiye kadar AKP’den hiç istifa olmadı… Hiç kimsenin tepki istifası, vicdan istifası gibi bir çıkış yapmaması ya da yapamaması açıklanabilir bir durum mu?

Sadece vicdan değil, kişilik. Başbakan bir bakanının söylediğini sert bir şekilde düzeltiyor, yalanlıyor. Ve o bakan denilen kocaman adam, utanmadan, sıkılmadan bakan olmaya devam ediyor. Vicdanı geçtik, kişilik meselesi bu. Kişilikleri yok edilmiş veya zaten olmayan bir heyet Türkiye’yi yönetiyor, bundan ötesi var mı? O yüzden de kimse kendine gerekçe bulmasın ve biz de gerekçe bulmayalım. Tepede bir sorun var zihniyeti bu tür insanın yapıp ettiklerine mazeret oluyor, bundan rahatsızım, bunu çok yanıltıcı buluyorum.

“BARIŞ SÜRECİNİ GÖZETEN BİR ŞEKİLDE DAVRANMAYA ÖZEN GÖSTERDİLER”

Kürt Siyasi Hareketi’nin Gezi Direnişi’ne ürkekçe yaklaştığı eleştirilerine katılıyor musunuz? Sırrı Süreyya Önder’in DTK’ye yönelik eleştirileri oldu…

Ben Kürt siyasi hareketini bu bakımdan eleştirmedim. Çünkü bu barış süreci, nereye gittiği belirsiz, evet herkesin kuşkuları var ama sonuç itibariyle de çok iddialı bir hamle, dönemeç, böyle bir dönemeçte doğrudan iktidarın karşısında olmasını gerektirecek bir yerde tereddüt göstermesini ben anlıyorum.

Bunu sıradan bir oportünizm olarak görmüyorum. Eleştirim şu, bunun daha samimiyetle izah edilmesi gerekirdi. Bunu anlamazdan gelen insanlar da, anlamayacak, herkesi ikna etmek mümkün değil. Oysa Kürt siyaseti belki haklı da olarak bu konuda ‘yok canım zaten bizim milletvekilimiz Gezi sürecini başlattı’ dedi ama bu ikna edici değildi. Tabii bunun da sebebi var. Bu kadar spekülasyonun önünü açan bu. Mış gibi yapmak sahici değil.

Yani doğrusu gerçekten barış sürecini gözeten bir şekilde davranmaya özen gösterdiler, ve bunu bizim anlamamız gerekir. Ben bunu anlaşılır buluyorum. Kolaycılığa kaçamayız, ‘kardeşim demokratik bir tepki olmuş, siz nasıl böyle meydanları doldurmazsınız?’ gibi. Kürt siyasi hareketi meydanları doldurduğu zaman öyle böyle doldurmuyor biliyorsunuz. İktidara barış sürecinde topu çevirmekte daha fazla bahane oluştururdu bu. Böyle bir durumda herkesin kendine dönüp sorması lazım. Size sorsa Kürt siyasi hareketi ‘evet arkadaşlar topyekün meydana çıkın’ der miydiniz gönül rahatlığıyla, ben diyemezdim.

Başbakan idamı, BDP’li vekillerin tutuklanmasını gündeme getirirken barışçıl çözüm noktasında aniden “atılan adımlar“ ne anlama geliyor?

Bir taraftan da şu oluyordu. Kürt sorunu yoktur dedikçe daha da artıyor. İktidar da bunu görüyor. Onlarda daha fazla veri var ellerinde. Bir kere sertlik politikasının sonuna gelindi, Kürt siyasetini böyle bitiremedi. Bu bir vaka, ikincisi bölgesel şartlar, bu Suriye’nin de ötesinde, 2009’da da bu çok gündemdeydi, daha bölge bu kadar karışmadan, dünya sistemi açısından da.. Türkiye’nin bu meseleyi bir şekilde çözmesi gerekiyordu.

Bunlar hep komplo olarak algılanıyor Türkiye’de. ‘Vaay, onlar istiyor, Amerikalılar istiyor’ diye. Onun ötesinde bir akıl mantık var. Dünya sistemi, bölgesel dengeler var filan. Türkiye’de büyük bir Kürt halkı var, bu kronik bir sorun, sindiremediği ve bu çağda tasfiye edemediği bir hareket var ve bu sorunu çözmesi gerekiyor. Önüne bakabilmesi ve bölgesel roller ifa edebilmesi için. 2009’da da bu böyleydi. Olmadı. Bölge karışınca daha da dayatıcı bir sorun oldu. Bu yönde Türkiye’nin cesaretlendirildiğini düşünüyorum tabii..

Yeni başlatılan süreçte siz de bazı etkinliklere katıldınız…

Yok, ben Kürt siyasi hareketini izliyorum. Katılım diyebileceğiniz şey, dört konferanstan bir tanesini Ankara’da topladık, o konferans çerçevesinde bir katkım olabilirse yapıyorum, faydası olacaksa. Ankara konferansının sürecin bir parçası olduğu kanaatini edindik. Geniş bir çevrenin katılımı talep edildi. Ben seve seve katıldım, ama bir Türkiye vatandaşı olarak zaten Kürt siyasetini 2005’den sonra giderek daha yakın izlemeye başladım.

2005’te başbakanla bir heyet olarak görüştük. İlk ılımlılaşma adımı vardı. Giderek Kürt meselesinin ne kadar merkezi bir şey olduğunu ve artık fazla da zaman kalmadığını düşünüyorum. Vatandaş olarak da yazıp çizdiklerimiz onunla alakalı, bu da bir katkı sayılır mı sayılmaz mı bilemiyorum. Bazıları bizi köstek olarak görüyor. ‘Kürt siyasi hareketi barışmak istiyor, bunlar barışma diyor’ diyerek çok hedef gösterildim ben. Kürt siyasi hareketi herhalde dönüp bana bakmıyor. Ben barışmayın demiyorum bir, ikincisi Kürt siyasileri de bana bakıp ‘aaa bak Nuray razı olmazsa biz de razı olmayız’ demeyecektir herhalde.

Öcalan’la Talabani’nin de desteği ve Barzani’nin çağrısıyla beraber Kürdistan Ulusal Konferansı toplanacak, ne düşünüyorsunuz?

Çok olumlu buluyorum Kürtlerin kazanımları açısından. Biliyorsunuz, Kürtler de yekpare değil, burada sadece coğrafyadan bahsetmiyorum, meşrepler de var. Partiler, siyasi yaklaşımlar. Ben takdir edersiniz ki Güney Kürdistan’ı idare eden partinin siyasi görüşünü paylaşabilecek birisi değilim. Ama bir de Kürt meselesinin ulusal boyutu var, bölgesel gerçek. Kürtlerin kendi içlerinde bir barış ve ortak zemin oluşturma çabasını olumlu buluyorum.

Türkiye’nin perspektifi hep kötü Kürtler var, iyi Kürtler var. Hem içeride hem dışarıda bunu diyor. Güney Kürdistan’a, Barzani yönetimine de eyalet valisi gibi davranmak istiyor sürekli olarak. Bu bölge gerçeklerine de uymuyor.

İkincisi, bu çağda hala Osmanlı yöntemleri ile Kürtleri bölmek, birbirine kışkırtmak, bunlar geçmişte oldu. Güney Kürdistan’da da yeni nesiller yetişiyor. Bu Barzani’nin de dışında. Ulusal hareket derken, sadece örgütlenmeden filan bahsetmiyoruz, ulusal bilinç oluşuyor. Yeni yetişen nesillere izah etmesi çok zor. Bizim ekonomik çıkarımız var Türkiye ile, kusura bakmayın diyemezler. Türkiye’nin anlamak istemediği bu değişimler, Kürt hareketinin kendi dinamikleri. Dolayısıyla bunu Türkiye tedbirle karşılıyor, gazetelerde ‘olacağı buydu, dört parça birleşiyor, bağımsızlık ilan edecekler’ diye telaşa kapılıyorlar.

Basında demokrasi paketi ile ilgili bilgiler çıkmaya başladı…

Bakın zaten ikinci aşamada pürüzler var. İkinci aşama demokratik adımların atılması, bunu Kürt siyasi hareketi de söylüyor. Dolayısıyla gecikmiş bir açıklama. Daha da ne olacağı belli değil, o paketin içinde ne var, tatmin edici mi, belli değil.

“İLK DEFA TALABANİ, BARZANİ VE ÖCALAN EŞİT ÇAĞRI YAPIYOR”

Rojava’daki gelişmeler, Barzani’nin statü sahibi olması Türkiye’yi zor durumda bırakıyor mu, Kürtlere bakışında?

Valla mevcut bakışını zorluyor tabii. Mevcut bakışı gerçeklere denk düşmüyor. Bu çok önemli bir şey. İlk defa Talabani, Barzani ve Öcalan eşit bir şekilde çağrı yapıyor. Bu çok önemli bir şey. Türkiye’nin mevcut bakışı için, evet, yadırgatıcı bir şey. Hükümet Öcalan ile görüşme yaptığı için çok sert tepkiler gelmedi. Ama hala Kürtlerin ulusal birliği rahatsız edici olarak görülüyor. Ama eskisi gibi ‘vaaay biz orda Kürdistan kurdurmayız’ tepkisi olmaz. Asıl Rojava’da tepkileri yumuşadı iktidarın..

Dünya siyasetine ne kadar uygun Türkiye’nin politikası, Amerika ve diğer ülkelerin politikaları için..

Çok fazla satranç tahtası gibi düşünmemek lazım büyük tabloyu. Tabii bölgesel denklemler önemli, dünya sistemi önemli, ama biliyorsunuz ki toplumsal dinamikler de önemli. Kürt siyasi hareketi, Kürtler her bölgede kendi dinamikleriyle tasfiye olmaktan kurtulmuş bir millet. Yapıp ettikleri ittifaklar da o var olma mücadelesinin devamı. Bunu bütün hareketler yapıyor.

Sadece ‘Amerikan kuklası bunlar’ diyemezsiniz, orada toplumsal bir dinamik var ve yükseliyor. Bastırılma ile yok edemiyorsunuz ve o hareketin ittifakları var. O varoluş çabası, o dinamik kendi kendini var etmeseydi, devam ettiremeseydi başka bir tablo ortaya çıkardı. Yoktan bir Kürdistan var edemezsiniz. Ama onun dışında buna herkes nasıl bakar diyorsanız, ben Türkiye’nin büyük bir yanılgı içinde olduğunu düşünüyorum. Batı dünyasının PKK’ye PYD’ye nasıl kuşkuyla baktıklarını biliyoruz. Geçmişlerinden ve ideolojilerinden dolayı. Ama sonuç itibariyle batı dünyasında Kürt dinamiğinin, bölgedeki devletsiz bir halk olarak yaşayan Kürtlerin siyasi bir hüviyet kazanmasının kaçınılmaz olduğunun kabul edildiğini düşünüyorum.

“POLİTİK OLARAK ÖRGÜTLENMİŞ BİR HALK KÜRTLER”

Ahmet Davutoğlu “Suriye’de defacto oluşumlara izin vermeyiz” diyor sürekli. Türkiye hep böyle diyor ama Kürtler defacto defacto kendi statülerini oluşturuyor. Türkiye’nin olanları, olguları algılama sorunu mu var?

Tarihte her şey böyle oldu. Bütün uluslar için ve tarihsel dönüşümler için bu böyle. Bu Kürtlere özgü bir şey değil ki. Tabii ki defacto durumlar olacak. Bir ikincisi bugün olmadı, Türkiye’nin anlamak istemediği şey, geçen sene Suriye’de Rojava’daki gelişmeler üzerine ne dediler? Yok canım, PYD’nin orada tabanı yok, buyrun, bunun doğru olmadığı aşikar, ikincisi PKK’nin bir kolu, iyi güzel ama, PKK zaten sadece silahlı bir hareket değil ki. Öcalan’ın ideolojisi, bir toplum modeli var. O toplum modeli de aslında hayata geçiyor.

Bir günde, örgütlü olmayan bir toplum orada defacto bir durum yaratabilir mi, hayır. Zaten örgütlenmiş, o ideoloji çerçevesinde. Bu Türkiye için de geçerli. Türkiye’de Kürtler örgütlenmiş vaziyette, Öcalan’ın ideolojisi çerçevesinde. Demokratik Toplum Kongresi dediğiniz nedir, böyle bir örgütlenmedir. Halk Meclisleri nedir, bunlardır. Politik olarak örgütlenmiş bir halk Kürtler. Ve PKK’yi silahlı bir örgütten ibaret var saymak, vatandaşı da onların baskısıyla BDP’ye oy veren insan saymak, onların politik örgütlenmesini görmezden gelmek zaten çok büyük bir körlük. Sadece bölgede değil, Türkiye’de de böyle.

Defacto durumun geçmişi de var. Birdenbire, fırsat buldu Kürtler, hoop.. değil. Evet, tarihsel bir şans yakaladılar merkezi otorite zayıflayınca ama orada bir şey biriktirmediğiniz zaman mümkün mü? Merkezi otorite olmadığı durumlarda başka bir örgütlenme yoksa yerini kaotik bir kargaşaya bırakıyor.

Suriye’ye gelelim. Suriye’de savaşa karşı olmak, barışçıl çözümden yana olmak Esad’ı desteklemek anlamına mı gelir? ‘Saddam’ı mı destekliyorsunuz sözlerine aldırmadan Irak’ın işgaline karşı çıkan milyonlarca savaş karşıtı nerede? Suriye’de barışçıl bir çözüm mümkün değil mi? Neden Suriye konuşulmuyor?

Yoo, çok konuşuluyor, herkes Suriye uzmanı. (Gülüyor) Irak’ta da aynı şey söylenmişti. Tarihsel olayların çok ciddi paradoksları var. Hepsinde var.

Irak’ta da vardı. Irak’ta işgale karşı çıktık ama Irak Kürt yönetimi o müdahaleler sayesinde gündeme geldi. Bütün bu çelişkiler, paradokslar mevcut, tarihsel olayların hepsinde var. Esad için de, Suriye için de geçerli bu tabii ki. Ama buna rağmen, hem geçmişte.. ki geçmişte bu o kadar karışıktı ki, tezkereye hayır oyu verenlerin Kürt asıllı olduğu da söylendi. Bu tür paradokslar için Suriye tek örnek değil.

Bu opsiyon (barışçıl çözüm) niye taraftar bulmadı? Bu opsiyon hep vardı ve sürecin çeşitli aşamalarında batı ülkelerinde de bu dile getirildi. Tam savaş karşıtı lobi oluşamadı ama silahlı mücadeleye karşı muhaliflerin çağrıları oldu. Silaha bulaşmış muhaliflerin zaman zaman uzlaşma çabaları oldu. Bir tür daha diplomatik yollarla, bu iç savaşa dönüşmeden başvurulabilecek çözümler hep bir opsiyondu. Bunu seslendirenler de oldu. Bunların sesinin yüksek çıkmamasının nedeni Arap Baharı rüzgarıdır. Suriye’deki olanlar bir Arap Baharı çerçevesine oturdu ve ‘o baharda olup biten her şey çok güzeldir’ havası esti. Daha önce savaş karşıtı olabilecek kesimlerde de.

Diğer taraftan Suriye batı dünyası açısından bölgedeki kronik cepheleşmenin, İran merkezli cepheleşmenin önemli bir merkezi. Batı karşıtı cepheleşmenin merkezi. Bu kronik bir sorun. Suriye’ye gelene kadar 2006 Lübnan savaşı dahil bir çok gelişme oldu. Batı politikasının muhaliflerin arkasında olduğu çok açık.

Ama batı da daha önce savaş karşıtı olmuştu, bu sadece Türkiye için geçerli değil, İngiltere’de bir milyon insan toplanmıştı. Bu kez niye olmadı? Bir kere Arap Baharı havası esti, onun dışında da Arap Baharı’nda Müslüman Kardeşler bu bahardan karlı çıkan unsur oldu.

İslam dünyasına ilişkin şöyle bir paradigma hakim olmaya başlamıştı. Müslüman, islamcı demokrasi, post islamizm. Arap Baharı bunu iyice belirginleştirdi. ‘Müslüman dinamiklerinin demokratikleştirici etkisi’, AKP için de bu deniyordu bir zamanlar. Bu kez bu solcular Müslüman Kardeşler’in demokratikleştirici etkisi temelinden hareket ediyorlardı.

Üç, Türkiye’de bu değerlendirmenin katmerlisi, iç siyaset için geçerliydi. Bu demokratların AKP’ye verdiği destek de aslında bu paradigmanın bir parçasıdır ve Türkiye’de daha da güçlü. Geçmişte savaş karşıtı olan çevrenin çoğu, AKPyi demokratik dinamik olarak görmeye devam eden, bölgeye onların perspektifinden bakan bir yerdeydiler, sebebi bu.

Onun ötesinde şanslar yok muydu? Ama daha sonra batı dünyası Suriye’ye ilişkin politikasını değiştirdi. Bana sorarsanız, aslında bölgeye ilişkin politikasını değiştirdi. Bu Mısır’da Mursi’ye karşı olan darbe ile görünür hale geldi ama bu bugünün meselesi değil aslında. İkinci Obama dönemi farklı bir siyaset çerçevesi temsil ediyor. İkinci Obama döneminden önce bu paradigma değişikliği olmuştu bana sorarsanız. O da Arap Baharı gelişmeleri sonrasında, daha Mursi cumhurbaşkanı bile olmadan, Müslüman Kardeşler önde çıkıyordu biliyorsunuz. Mursi seçilmeden önceki seçimlerde Mısır’da Selefiler yüzde 27 oy aldı, Müslüman Kardeşler’in oyu ile toplam islamcı oy yüzde yetmişi buldu. Bu batı için korkutucu bir şey oldu. Arap Baharı sonrasında demokrasiye çok da yatkın olmayan bir yüz iyice belirmeye başladı. Amerikan elçilikleri hedef oldu islama saygısızlık diye. Bu bardağı taşıran son damla oldu.

Ondan önce biliyorsunuz bir Amerikalı islama saygısız bir video çekti ve kıyamet koptu. Tunus’ta Amerikan elçilikleri basıldı. Mısır’da Kıptilere yönelik saldırılar oldu. Bölgede demokrasi dalgası değil, idare edilemezlik söz konusuydu.

Bu ülkelerin tamamı da islamcı siyasetlerle barış içinde yola devam edecek gibi değil. Hoşnutsuzlar. Yönetilemezlik meselesi. Türkiye’nin de meselesi bu, ‘azınlık-çoğunluk’tan ibaret değil yönetilebilirlik.

Bu tür sorunlar çıkınca, en son Libya’da Amerikan büyükelçisi öldürülünce ABD seçiminde bu temel konuydu. Bir dış politika konusu da değil, basbayağı seçim kampanyalarının temel konusuydu. Ve o sırada tesadüfen Amerika’ya gitmiş oldum hayatımda ilk defa. Her gün Amerikan büyükelçisiyle ilgili. o videolar dönüyordu. Bu Clinton’un başına patladı, sorumluluğu üzerine aldı.

Ondan sonra müslüman dünya ile ilişkilerin eski paradigma üzerinden olmayacağı çok barizdi. Suriye ayağında, benzerinin tekrarlanması kaygı yarattı. Daha da ötesi farklı şeyler ortaya çıktı. Esad’ın zannedildiği kadar güçsüz olmadığı, toplumsal desteğinin zannedilenden fazla olduğu ortaya çıktı.

İslamcılara ilişkin diğer gerçekler, dünya dengelerinde Rusya ve Çin’in çok bastırması. Bütün bu faktörler Batı’nın Suriye politikasında oldukça radikal değilse bile bir paradigma değişikliği oldu. Türkiye bu paradigma değişikliğini algılayıp uygulamamakta ısrar etti.

Ne derseniz deyin, bu çok daha öncesinden, bu günlere gelmeden kendini göstermeye başlamıştı. Bakın hatırlayın, hafıza çok dar Türkiye’de. Daha birinci Obama döneminin sonunda, Clinton son Türkiye’yi ziyaret ettiğinde Suriye’de El Kaide tehlikesine dikkat çekmişti ve dedi ki biz Esad’ın devrilmesinin ötesinde artık daha çok Esad sonrası ile ilgiliyiz. Taa o zamandan bahsediyoruz. Ondan sonra bu kaygı çok ön plana çıktı. Ondan sonra ne oldu, muhaliflere destek verelim ama radikal unsurların eline geçer mi kaygıları çıktı. Ondan sonra El Nusra’nın bu süreçlerin sonunda terör örgütü ilan edilmesi yaşandı… Bu çok radikal bir durum takdir edersiniz ki. Esad rejimi ile savaşıyorsunuz, ona karşı çıkanları destekliyorsunuz ama Esad rejimi ile savaşan en böyle savaşçı gurubu terör örgütü ilan ediyorsunuz. Batının yaptığı bu oldu.

Türkiye bir kere burada yolları Batı ile ayırdı. Türkiye’ye özgü böyle bir sıkıntılı durum var. O durumda bile, Türkiye’deki geniş çevreler, sadece iktidar değil, hala ısrarla Suriye’de muhalefetin pirupak, özgürlük mücadelesi veren bir muhalefet olduğunu söylemeye devam ettiler. Türkiye’nin savrulduğu yer açısından söylüyorum. Fakat daha sonra işler iyice ayyuka çıktı takdir edersiniz ki Türkiye üzerine de çok ciddi baskı oldu bu arada. El Nusra’yı desteklemekten vazgeç diye.

Muhaliflere destek Türkiye ve Ürdün üzerinden akıyordu. Türkiye ayağı bu işe fazla daldığı ve cihadçı grupları desteklediği düşünüldüğü için bloke oldu. Boy boy batı gazetelerinde yer aldı, bu demektir ki deşifre oldu. O yüzden de Ürdün’e kaydırdılar üssü ve Ürdün de zaten sınırdan geçişleri kesti. Sonra da Lübnan üzerinden de bir hat vardır, onu da Hizbullah Kuseyr’de bloke etti, falan filan...

Türkiye 40 yıl savaştığı Öcalan’la masaya otururken Suriye muhalefetinin Suriye devletiyle masaya oturmasına karşı açıklamalar yaptı. “Eli kana bulaşanlar Cenevre toplantısına katılamaz” gibi sesler duyuldu.

Zaten Türkiye ile ilgili bardağı taşıran damlalardan bir tanesi de, Cenevre süreci ile ilgili meseledir. Biliyorsunuz Erdoğan Obama ile görüştü ve Suriye temel mesele idi o görüşmede. Ve orada Türkiye’ye “Cenevre sürecine katıl” dendi. Ve de, “aşırı unsurlara yardım etme”.

Hemen arkasından Türkiye’de -dikkatinizden kaçmış olabilir- o esnada Adana’da bir operasyon oldu. Beş altı tane El-Nusra’cı yakalandı. Fakat, diğer taraftan İstanbul’da muhaliflerin toplantısı oldu ve o toplantıdan ‘Cenevre sürecine katılmama’ kararı çıktı.

Bu takdir edersiniz ki Türkiye ile müttefikleri arasında büyük bir sıkıntı yaratmıştır. Şimdi Türkiye’de gazeteler hiçbir şeyden bahsetmediği için, her şey güya güllük gülistanlık gidiyor. Ama bu çok çok belirleyici bir iştir. Türkiye’nin karşısına daha da çok çıkacak olan bir iş. Tam da dediğiniz gibi, başta batı politikası da öyle diplomatik ilişki ile, Esad’ı devirme değil, rejimi dönüştürmeyle, dolayısıyla İran hattını kırmaya koşullanmış politikalarını böyle belirliyordu.

Ondan sonra bu dediğimiz süreç içerisinde batı politikaları değişti ve ister istemez diplomatik çabalar, muhaliflere silahlı yardım, muhalifler üzerinden Esad’ı yıkmaktan başka bir yere doğru gitti.

Savaş karşıtı olmanın ötesinde, reel politika da buraya gitti. Savaş karşıtlarının ideali, Suriye’de iç savaşa karşı çıkmaksa zaten o insani duruş açısından çok önemliydi, olmadı demin dediğimiz üzere.

Onun ötesinde olmadığı gibi, Batının politikaları, asıl bu hamlenin arkasında olanlar, Türkiye’nin müttefikleri zaten politikalarını değiştirdiler, diplomasiye ağırlık kazandırdılar. Hoş, her ne kadar Cenevre’yi bir türlü işletemiyorlarsa da hala, oraya ağırlık vermek durumundalar.

Ve hatta işler çok değişti, İran’da ılımlı bir lider seçildi. Şimdi İran faktörü de devreye girer mi, ne kadar girer diye düşünülüyor. Türkiye’de idealist ve insani yaklaşımın hiçbir alan bulamamasını bıraktık, bu reel politikada müttefiklerinin oraya doğru gittikleri durumda bile, müttefikleriyle bile anlaşmaktan ve aynı raya girmekten uzak kaldılar. Dolayısıyla, o yüzden Türkiye’de Suriye’ye bakış bu çerçevede.

Bir de bu olaylar öncesinde, Türkiye’nin en büyük kaygılarından bir tanesi, hem ideolojik olarak oradaki İslamcılara destek, hem de Suriye’de büyük abilik gibi kendine büyük roller atfetmek. Dolayısıyla ittifak müttefiklerinden uzak düştü. Bir de tabii Kürtler orada kazanım elde etmesinler çabasına girdi.

Geçen sene biliyorsunuz Rojava’ya karşı diğerlerini destekliyordu. Açıktan desteklemiyordu ama çok aşikar hale geldiler. Şimdi geldiğimiz noktada, daha tuhaf tabii böyle bir tutum içerisinde olmaları çünkü barış süreci söz konusu. Buna rağmen Rojava’daki gelişmelere, Dışişleri bakanı yumuşadıysa da hala “defacto şeylere karşıyız” diye açıklamalar yapması da tabii bir tenakuz. Daha doğrusu Türkiye’nin Kürtlere ilişkin ne yapacağına karar verememiş olmasıyla alakalı. Ben böyle olduğunu düşünüyorum.

Daha henüz Kürt meselesi ile bölgede ve kendi ülkesinde nasıl reaksiyon vereceği konusunda tam bir belirsizlik içerisinde. Bu yalnızca gizleme ve oyalama meselesi değil. Ben bir kararsızlık ve kafa karışıklığı olduğunu da düşünüyorum. Ama tabii iktidar kendi kafa karışıklığını başkalarına atfetme alışkanlığında. Kendisinin de kafasının karışık ve tutarsız olduğunu kabullenmediği noktada hep birileri suçlu. Ben ciddi bir kafa karışıklığı olduğunu ve sorunlu olanın da o olduğunu düşünüyorum. İki adım ileri bir adım geri, onu böyle açıkla, sonra bir ılımlı açıklama. Tutarlı bir politika ufku bize açmıyor. Evet Türkiye’nin şimdi ‘Rojava’ya ilişkin tavrı budur, bölgedeki Kürtlere ilişkin tavrı şudur’ diye çok net bir şey yok. Hali hazırda bile Rojava’ya karşı saldırılarda Türkiye’nin desteği olduğunu iddia edenler var. Tabii bu ispatlanabilir bir şey değil. Ama, güçlü iddialar var. Bir yandan da Kuzey Suriye Kürtlerin eline geçmesin diye bunları destekliyorsa durum daha da karmaşıklaşıyor.