Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından hedef gösterilen Barış İçin Akademisyenler’den Prof. Dr. Neşe Özgen, başından bu yana gelişen süreç, baskılar karşısında akademiden yükselen bu direnişin tarihsel önemi üzerine değerlendirmelerde bulundu.

Tarih ancak insanlar direndikleri ve başkaldırdıkları zaman var olur, karşı çıktıkları zaman var olur” diyen Özgen, insanların direnme gerekliliğini yerine getirmediklerinde özne olma iddiasını yitirip nesneleşme tehlikesi altında kaldığına dikkat çekiyor: “Türkiye’de, hemen hepimizde özne olamadığımız duygusu var artık, destek bulamıyoruz, müdahil olamıyoruz duygusu var. Mevcutta bir şeyler olduğunu ama bizim bir türlü bunlardan faydalanamadığımızı, haberdar olamadığımızı ya da bunlara müdahale edemediğimizi düşünüyoruz. Bu duygu korkunç bir duygudur çünkü bizim devletle kontratımızda ‘özne olmak’ vardır. Yani devletle kontratımız irademizin tamamen devri değildir, aksine bu kontrol etme üzerine bir kontrattır.”

Sendika.org’a 23 Mart’ta konuşan Özgen’in açıklamaları dün yine sendika.org aderesinde yayımlandı.

Sosyolog Neşe Özgen’le yapılan söyleşi şöyle:

* Merhaba, “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinin ortaya çıkış süreci nasıldı, nasıl bir fikirle ortaya çıktı? Akademiyi özel olarak rahatsız eden şey neydi, biraz bunlardan bahsedebilir misiniz?

Neşe Özgen: Akademik çalışmaların engellenmesine karşı bir platform olarak Barış için Akademisyenler grubu daha önceden beri var. Daha çok haberleşme grubu olarak bir aradaydık. Bu haberleşme grubu da şimdiye kadar devletin hassas saydığı konularda çalıştığı için; örneğin vicdani red, etnisite, mezhep vb. üzerine çalışmalar, LGBTİ bireyler ve askerlik üzerine çalışmalar gibi birçok çalışmalar yapan, ve devletin bu çalışmaların yöntemlerini “hassas konular arasında” kabul etmesi nedeniyle çalışması akamete uğramış olanların haberleştiği ve hak aradığı bir grup. Benzerleri de dünyada mevcut , örneğin Scholars at Risk, bilimsel araştırmaları nedeniyle kendi iktidarları tarafından hayati ve akademik risk altına sokulan araştırmacılarla benzer olarak dayanışıyor ve dünyanın hemen tüm üniversiteleri tarafından SAR’ın verdiği raporlar önemli insan hakkı ihlalleri arasında kanıt olarak yer alıyor.

Fakat sadece Barış için Akademisyenler grubu değil, aslında ortak bir görüş olarak; Türkiye’nin Suruç Katliamı’ndan bu yana içine girdiği savaşlaştırılmış durum entelektüellerin de hayli kaygısını çekti. Giderek atıl kaldığımıza, günlük hayata ve özgürlükçü alana dair ses çıkarmadığımıza dair kaygımız akademik sorumluluğumuzla birleşince, imza kampanyası düşüncesi ortaya çıktı. Daha önceden de çeşitli kurumlar, YARSAV gibi savaşlaştırılan kamusal ortamı ve devletin buradaki sorumluluğuna dair sert bildiriler yayımlamışlardı. Dolayısıyla 11 Ocak’ta, hukuk açısından da sağlam bir metni birlikte imzaya açtık.

* İmza kampanyaları genellikle “etkisi sınırlı” kampanyalardır. Ya da şöyle söyleyelim bu kadar etkili bir araç haline geldiğini daha önce pek görmemiştik. Barış için Akademisyenler olarak sizlerin başlattığı bu kampanya çok fazla gündem oldu, kamuoyunda hayli tartışıldı ve özellikle akademi içerisinde büyük bir etki yarattı. Siz kampanyanın bu kadar büyük bir etki yaratacağını düşünmüş müydünüz?

Hakikaten iyi bir etki yarattığını düşünüyorum. Çünkü bu ülkede günlük hayatın ve özgürlüklerin savunulması, düşünce özgürlüğünün savunulması sadece akademisyenlere, araştırmacılara düşen  bir görev değil. Ancak biz de kamusal alana sosyal bilim yapma sorumluluğu olan bilim insanları olarak kendi sözümüzü söylemeliyiz. Dolayısıyla bu açıdan iyi bir metin yazdığımızı düşünüyorum. Geçmişte zincir imzaların çok etkisiz olduğu zamanlar oldu, haklısınız. Fakat burada mesele sanırım sadece metnin içeriği değil; bir gerçekliğe parmak basması, bir gerçekliği ifşası. Almanya’da Nazilerin işlediği insanlık suçlarının aklanma ihtimaline karşı o dönemin aydınlarının yükselttiği “Benim adıma değil-Ohne mich!” kampanyasına benzer bir kampanya olması. Yani, içerik olarak aslında savaş suçlusu olmayacağımızı, buna şahitlik ederek susmayacağımızı söyledik ve bu anlamda iyi bir etki yarattığını düşünüyoruz.

Cesurca bir çıkış olduğunu düşünüyoruz. Ama bunun karşıtlığında saldırı aşamasına gelince şaşırmamak lazım; çünkü aslında bu saldırı, araştırmacıların ve akademisyen-aydın-entelektüelin söz sahibi olmasına yönelik bir saldırıydı. Bu önemlidir.

Ne oldu peki şöyle bir bakalım. Bildiğiniz üzere kendisine muhafazakar adını takan kesim; şimdiye dek kendisini desteklemiş olan liberal ve demokrasi tartışmasını kendilerinden yana yapanların tamamını içerdi. Kendi içinde kadro olarak görevlendirdi. Bu grupta demokrasi tartışmasını özgürlük tartışmasından ayıranların tamamı, neredeyse, AKP içinde kadrolu kalemler haline geldiler (embedded) içerildiler-yamandılar. Şu anda, medeniyetin yeniden inşası, AKP’nin kendi dışında kendisine eleştirel yaklaşan ve eleştirel olarak destekleyen bir tek, göstermelik de, bir tek olsa entelektüeli-aydını yoktur. Ne de edebiyatçısı, şairi, müzisyeni vardır.

Muhafazakar kesimi, aslında taassup sahipleri olarak adlandıralım artık onları, asıl rahatsız eden de budur: neo-Osmanlıcılık zihniyetiyle bir tür ideolojik çerçeve çizmeye çalışan ve bunun Batı karşıtı bir medeniyet olacağını iddia eden AKP’nin, bırakın devrimci bir ideayı, reformcu bir sözün sahibi dahi olmadığının, olamayacağının ortaya çıkmış olmasıdır.

Arka planda gerçekleştirdikleri ekonomik reform adında, yeniden bölüşüm ve dağıtım sürecini gözden gizleyebilmek için, yani sınıfsal çelişkiyi, yarattıkları büyük yoksulluğu, yıkımı gizleyebilmek için söz alanı yaratma iddiasındaydılar: Bir muhafazakar edebiyat yaratmak, bir muhafazakar sanat yaratmak, muhafazakar bir dünya görüşünün onaylamak, bunun meşruiyetini yaratmak gibi… Fakat hem kendi içlerindeki yapının yetersizliği; entelektüel sığlığı, düşünsel sığlığı hem sanatın, edebiyatın ve akademinin kendiliğinden bir biçimde günlük hayatın özgürlükçü diline muhtaç olması; iktidarın bu kabiliyete asla sahip olamayacağını açık etti.

Şimdi bu bildiri vicdansızlıklarını, taassup sahibi olanların bağımsız bir akla, bağımsız özgür bir düşünceye sahip olmalarının mümkün olamayacağını ifşa etti.

Üniversitelere, aydına entelektüele yönelik itibarsızlaştırma girişimlerinin altında ’Sözü taassuba söyletme-bilimi yıkma’ gayretleri vardır.

Zira bilimsel düşüncenin temel iddiası, sanıldığı gibi eleştirmek değildir. Bilimin temel iddiası kırılgandan, haksızlığa uğrayandan yana olmak, ezene, iktidara karşı olmak, hakça bir dünya savunmak, adil ve eşit bir dünyayı savunmak değildir: Bunlar en gerekli temel insanlık şartıdır. Bilim insanları bunu temel olarak zaten yapmak zorundalar. Ancak bu sadece bilim insanın görevi değildir ki: İnsan olma ruhsallığına ermiş, kendini insan olarak addeden herkesin zaten temel sorumluluğudur bu. Bilim insanlarını görevi eleştirmenin ötesinde öncelikle eleştirel olmaktır. Diğer bir deyişle: öznenin deneyiminin, öznenin şimdiki durumunun ötesine işaret eden ‘geçerli’ yönlerini aydınlatmak için onu içerden anlamaya çalışan söylem yaratmaktır, Eagleton’un deyişiyle. Eleştirel bakmak, anlamaya çalışmanın ötesinde toplumun şimdiki halinin olası sonuçlarına dair ona bir ayna tutmaktır. Onun haline zorbalık, kaba kuvvet, ahlaki öğretiler, ideolojik çarpıtmalar ve iktisadi araçlarla güçlendirilmiş aptallaştırılmasına, gündelik yaşam rutini içinde düşürüldüğü onursuz duruma, insanlıktan çıkarılması üzerine bir ayna tutmaktır. Ona, bütün bunları yapmakta olan gerçek failin adını da açıkça söylemektir. Bunu yaparken, olası çözümleri de bu dip’ten kurtulma yollarını gösterebilmektir. Ona bunu yapmakta olanla nasıl başa çıkacağını ad söylemektir. Eleştirel bakabilmenin bir diğer temel taşı: aydının, bilim insanının kendi aklına düşündüklerine eleştirel yaklaşmak zorunda olmasıdır. “Ben kimim? Düşündüklerimin insan için anlamında yanılıyor muyum? Bu düşüncelerim içinden çıktığım toplum yapısında mı etkileniyor? Anladığımı sandığım şey, kendi sınıfım, değer yargıları vb’den mi kaynaklı? Gerçekten tekil olanın acısını anlayabiliyor muyum- Normal-miş gibi gösterilen duruma karşı, insana ve onuruna aykırı olan karşı olanı nasıl anlamalıyım?” vb. sorular, bilimi taassuptan ayıran sorulardır. Bildiğiniz gibi muhafazakar da mutaassıplar da kendi düşüncelerinden asla şüphe etmez, kendini ve mevcut yapıyı zorlamaz. Onun için ezberi vardır. O kadar.

Bu nedenle AKP, muhafazakarlar, mutaassıplar ne sanat geliştirebilecek kapasitedeler -ki olamazlar da- ne edebiyat geliştirebilecek kapasitedeler ne bağımsız bir sosyal bilim ne de bağımsız bir science- bilim geliştirebilecek kapasitedeler. Dolayısıyla anti-entelektüelizm olarak dışarıya zuhur eden saldırılarda bu hicranın yattığını da düşünüyoruz uzunca bir süredir. Bir tür devlet memuriyetinden kaynaklanmış bir akademi anlayışını yerleştirme gayreti içindelerdi hayli uzun bir süredir. Biliyorsunuz çeşitli üniversiteleri göstermelik olarak açma, bunların içinde cemaatle birlikte paylaştıkları kadrolarla bulunma… Bazı anahtar kelimeleri çok iyi kullanıyormuş gibi görünen ama gerçekte hiçbir laboratuvar çalışmasına, hiçbir uzun erimli sağlık çalışmasına, hiçbir gerçek anlamda hayat çalışmasına tekabül etmeyen, evrensel bilimle sınanmamış, içi boş, son derece “-mış gibi” yapan, bilimin meşru olduğuna dair anlayış geliştirmek istedikleri üniversitelerdi onlar.

Ne yazık ki, şu an 192’ye ulaşan üniversite sayısı içerisinde gerçekten üniversite sayabileceklerimiz bir elin parmağını geçmiyor. Şu an Türkiye’de 153 bin öğretim elemanının olduğu söyleniyor. Bunların da yüzde 60’ı geçici kadrolarda çalışıyor, uzman, okutman, çevirmen, doktorada öğretim elemanı  ya da geçici araştırma görevlisi vb. kadrolarında çalışıyor. Yani aşağı yukarı yüzde 70 civarında kadro, “yetiştirilmesi gereken bilim insanı” statüsünde çalışıyor. Geri kalan yüzde 24’lük grup sabit kadrolu profesör ve doçentler. Ve bunların içerisinde 2 bin kadarının Barış imzacıları olarak akademinin asıl görevini hatırlatıyor olması aslında bu programın AKP’nin gündeme aldığı üniversiteleri çökertme, içerme, silme programın, üniversitelerde entelektüel kapasiteyi bitirme programının başarılı olamasa da meşru olmaya başladığını da gösteriyor bir yerde. Dolayısıyla imzaların çıkarttığı ses, ideolojik değil etiktir. Etik sorumluluğumuzu dile getiriyor.

Biz imza atanlar olarak böyle tartışılıyor olmasından memnunuz, çünkü zaten istediğimiz tam da böyleydi. Yani şimdiye kadar söylenmemiş alanı açmak, gördüğümüz bir gerçeklik durumunu ifşa etmek ve bu ifşanın da üstüne buna karşı çıkacak argümanı oluşturmaktı o bildirinin amacı. Etik bir amacı vardı dolayısıyla. Bu etiğin gerçekleşmiş olması, saldırılarla olsun, tartışmalarla olsun, desteklerle olsun son derece sevindirici. Böyle bakıyorum ben. Şöyle bakmak gerektiğini düşünüyorum; “Durdurdu mu?” diye düşünürsek saldırıyı, büyük oranda durduramasa bile, yani Kürt illerinde yapılmakta olan bu çok gaddar insansızlaştırma ve savaşlaştırma projesini durduramasa bile, yine de ‘aslında ne olmakta olduğuna’ dair bir tartışma başlatabilmesini sağladı. Çok ciddi destekler geldi; yurt içi destekler olsun yurt dışı destekler olsun çok ciddi destekler geldi.

Bildirinin özüne/hıfzına ilişkin destekler aldık, yani bir gerçeğin ifşası ve gerçeğin insanın kendi gerçeğinin olmadığını, bir tür ilüzyonun gerçek gibi gösterildiğini; gerçeğin bir başka yerde cereyan ettiğini, bir katliamın cereyan ettiğini göstermesine odaklanan çok sayıda destek aldık. Hayli sayıda da düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, akademik özgürlük alanlarına odaklı destek geldi.

* Sadece “savaş suçlarına ortak olmayacağız” demenin de ötesinde, akademi, akademisyen kimliği nedir, bilim insanları ne yapmalı… Bildiri ile birlikte sanki bütün bu konuların yeniden tartışıldığı bir zemin yaratıldı. Bu da kampanyanın bir başarısı olarak karşımızda duruyor…

Ben de başarılı buluyorum. Çünkü dediğiniz gibi, muhafazakarların taassup sahibi olanların sosyal bilimlerin, bilimsel olanın sözünün gayri meşrulaştırılması yönünde uzun süredir üniversiteyi içine kapattığı büyük karanlığı yıkmaya da yönelik, insan olmanın tekelinin asla taassupta olamayacağını, aksine self refleksif olan, kendini sürekli de eleştiren ve bir tür bilimsel söz iddiası olan akademide olduğunu; ayrıca bu sözün de  nereden ve nasıl söylemesi gerektiğine dair çok iyi bir tartışma yarattı. Sözü almaya çalışan taassup sahipleri aslında günlük hayat üzerine hiçbir şey üretemedikleri gerçeğiyle böylece tekrardan yüzleşebilmiş, görebilmiş oldular.

Bizim sözümüzün söylenmesindeki temel amaçlardan bir tanesi şu: Biz bir tür sabit fikrin yerleşmekte olduğunu görüyoruz Türkiye’de ve bu endişelendiriyor. Nedir sabit fikir, şöyle tarif edebiliriz: Kendisi özne olmasa bile ortada bir oyun olduğunu sanan, bir oyun oynanmakta olduğuna inanan, bu ilüzyona inanan insan grupları; eğer bu oyuna, kendisinin, şimdi olmasa bile ileride ortak edilebileceğine dair bir hissiyata kapılırlarsa, o zaman sabit fikir ortaya çıkar.

Türkiye’de, hemen hepimizde özne olamadığımız duygusu var artık, destek bulamıyoruz, müdahil olamıyoruz duygusu var. Mevcutta bir şeyler olduğunu ama bizim bir türlü bunlardan faydalanamadığımızı, haberdar olamadığımızı ya da bunlara müdahale edemediğimizi düşünüyoruz. Bu duygu korkunç bir duygudur çünkü bizim devletle kontratımızda “özne olmak” vardır. Yani devletle kontratımız irademizin tamamen devri değildir, aksine bu kontrol etme üzerine bir kontrattır, modern devlette böyledir. Modern devletin çeşitli hallerinde biz devletle onu kontrol edebilme üzerine bir kontrat kurarız. Türkiye’de maalesef geri çağırma hukuku yok, ama bunun olacağı günler de gelecektir. Yani irademiz bir seçimle tamamen devredilmiş değildir. Şimdi bizim kaybettiğimiz bu özne olma duygusu. Ama bunun yerine yerleşen illüzyon, insanlara kendilerinin dışında oynanmakta olan bir büyük oyun varmış ve bu oyun onlar için faydalı olabilecekmiş ya da ileride olabilmesi mümkünmüş gibi hissettiren bir illüzyon. Dolayısıyla kişiler devletle bir pozisyon alırken bu yeni vatandaşlık tanımının bir yerine yerleşmeye çalışıyor. Bu oyunu oynanmaya değermiş gibi görüyorlar, aslında özne olmadıklarının farkındadırlar.

İkili bir acı duygusudur bu sabit fikir. Bu sabit fikir yerleşmeye başlarsa, şiddetin ve devlet şiddetinin onaylanabileceği ihtimaline dair bir kaygımız vardı bizim. Bir yerde sabit fikir varsa ne olur, diye soracak olursanız şöyle söylemek lazım: Tarih ancak insanlar direndikleri ve başkaldırdıkları zaman var olur, karşı çıktıkları zaman var olur. Aksi takdirde yani direnmediklerinde ezilenler, taleplerini, direnişlerini göstermediklerinde, aşağıdan yukarıya herhangi bir zorlayıcı hareket gelmediğinde tarih de olmaz.

Kobanê’de tarihi yapan buydu. Suriye’nin, çölleşmiş de olsa, insanların yaşadığı, nüfusu az da olsa, yerleşimlerin olduğu yerlerde, iç bölgelerinde herhangi bir tarih yazılabiliyor mu? Yazılamıyor maalesef. Kobanê’de farklı oldu çünkü bir mücadele var. Bir zorlama var. Tarih ancak böyle var olabilir. Dolayısıyla bu tarih yapma halinden geri çekilmememiz lazım. Aksi halde gerçekten nesneleşiriz, özne olma iddiamız kaybolur ve bu son derecede tehlikeli bir durumdur.

Hapishaneler var insanları bu sabit fikre doğru götürmek için, direnmeden vazgeçirmek için; toplama kampları vardır, devletler arası çeşitli anlaşmalar vardır, tımarhaneler vardır, diktatatörlükler vardır, insanları mücadeleden, özne olma iddiasından geri çekebilmek için. Ama yine de insanlar direnebildikleri ölçüde bir tarih yazarlar. Bakmayın resmi tarihi egemenler yazar ama egemenlerin o resmi tarihi yazabilmesi için dahi bir direniş olması gerekir, bir kahramanlık olması gerekir. Dünyada hiçbir birim, hiçbir toplumsal yapı; yenilgisi, çektiği acılar, mahvolması üzerinden kendisine bir kimlik yaratamaz. Aksine savunması, mücadelesinin güzelliği, kahramanlıkları ve geriletebilme potansiyeli üzerinden bir tarih yazabilir. Kadınlar için böyledir, halklar için böyledir, etnisiteler için böyledir, bir yerin kimliğini alan insanlar için böyledir. Ancak mücadele ederseniz bir tarihiniz olur. Dolayısıyla sabit fikir yayılmaya başlarsa bu illüzyon üzerinden, ileride belki olabilecek güzel şeyler için belki size de bir pay verilebileceği ve bunu gerçekleştirebilmek için şimdi sizin susmanız ve ölmeniz gerektiğine dair genel kanı bu kadar yaygınlaştırılırsa, tarih de olmayacak demektir. Korku verici olan bu.

Bizim derdimiz neydi? Ona dair bir şeyler söylemek istiyorum. Pierre Bourdieu’nun çok güzel bir sözü var: “Nasıl olduğunu bilmediğim biçimde haklı görülemez bir ayrıcalık olarak bana ait bir şeyin hesabını verme duygusu içindeyim. Kim olduğunu bilmiyorum ama böyle bir şeyi iade etmemiz gerektiğini biliyorum” diyordu. (Sözün orjinalini değil, aklımdaki halini söylüyorum). Kendisini meydana çıkaran toplumsal yapıya, borçlu olma duygusu. Bizlerin uzun süredir toplum olarak kaybettiğimiz bir duygu farkındaysanız. Altısından 60’ına kadar bütün insanlar sistemin kendilerine borçlu olduğunu düşünür hale geldiler.

Oysa bizler siteme değil ama ülkeye, insanlara, adil ve eşit geleceğe karşı borçluyuz. Yani bizi bu zamana kadar getiren bir yapı var, bu yapının içerisinde bize verilmiş çok emekler var. Nedir onlar derseniz; şimdi sizinle burada oturup bir bardak çay içebiliyorsak, bu dünyanın bir yerinde bizim bunu yapabilmemiz için aç kalan ya da ölen insanlar olduğu için, onun ötesinde hepimizin arkasında bir toplam toplumsal emek olduğu için. Bu masayı yapan usta marangozun elleri bir emektir bize verilmiş olan, onu besleyen onun yemeğini pişiren kadının enerjisi, akşam onun yüzüne gülen evladını emeği de burada birikmiştir; yani bir toplumsal toplam emeğin ürünüyüz hepimiz, hepimiz için bu geçerlidir.

Entelektüeller işte bu emeği iade edebilmeyi, şükran gösterebilmeyi, minnetini ifade edebilmeyi, aslında bir izzeti benimseyebilmiş olan insanlardır. Böyle bir duygumuz var hepimizin.

Tekrar edeyim adil ve eşit bir toplumu hakikaten birlikte ve bütün emek verenlerle birlikte yaratabilmenin yolunda, eleştirel bir bakış geliştirebilme ödevimiz var bizim. Dolayısıyla bildirinin arkasında da böyle bir sorumluluk var. Başkası ne yapar, bundan sorumlu değiliz. Onların da yapması gerekiyor ama insan olarak, araştırmacı olarak, akademisyen olarak sözü gerçekten eleştirel bir biçimde önce kendimize dönük sonra dışarı dönük olarak bu topluma bir minnet ifadesi olarak söylemeye çalıştık.

* Akademiye yönelik her dönem parçalı da olsa, yükselen-alçalan bir biçimde de olsa, sürekli bir saldırı hali vardı. Şimdi bu topyekun saldırıya karşı, Anadolu’nun farklı kentlerinden de dahil olmak üzere binlerce imza toplandı. Akademinin kendi içinde de, en yenilerinden en tecrübelilerine yan yana geldiği bir zemin oldu. Bu da uzun zaman sonra ilk kez oldu. Bu devam ettirilebilir mi? Bunu ilerletme tartışması var mı?

Çok geniş bir parametre var. Muhafazakarların kurucu ideolojik zeminini sağlayan, ilk şehitlerinden bir tanesinin akademisyen olan evladından sol liberallere, şimdiye kadar çok siyasi ya da etik bir tutum göstermekten imtina edenlerden akademinin duayenlerine kadar çok geniş bir yelpaze var. Daha da önemlisi; içerik nedeniyle aslında çeşitli hassasiyetleri olduğu için imza atmaktan imtina eden, ama yine de destek olan çok geniş bir kesim var. Birkaç halkadan söz ediyoruz aslında.

İlk ve ikinci bildiri, Türkiye üzerinden yurtdışında araştırma yapanlar, kadrolu görevlendirmeyle kendi çalışmalarını tamamlayanlar, kısa süreli yurtdışında bir üniversitede kadrolu olarak görev yapanlar veya bir araştırma laboratuvarının parçası olarak çalışanlar veya Türkiye’de kadrolu olarak görev yapanlar olmak üzere bir halka var, bu 2200 kişi. Ancak diğerlerine baktığımızda yani Türkiyeli olup da yurtdışında geçmişte çeşitli süpürme hareketlerinden ya da karşıtlıklardan dolayı mikrodan makroya, çeşitli nedenlerle yurtdışında çalışmayı seçmiş olanlarla baktığınızda 6 bine ulaşıyor. Yurtdışı, Türkiyeli olmayan akademisyenlerin imzaları ya akademi dışındaki hukukçular, sağlıkçılar, sanatçılar, edebiyatçılar gibi şimdi tümünü sayamadığım o çok geniş üçüncü halkadan söz etmiyorum bile. Yani ilk halka 2212 kişi barışa imza atanlar, ikinci halka 6900 kişi destek bildirenler. Ben merak ediyorum; bir form olarak ilk 2212 kişiyi attıklarında kalan 6900 kişiyi ne yapacaklar? Herkes aynı bildiriye imza attı. Yani Türkiye içerisinden destek imzacılarını da almak isterlerse ne yapacaklar? Aslında bir tür suya düşen damla görevi gördüğünü düşünüyorum bu bildirinin. Bu anlamda hepimiz bundan son derece mutluyuz. Ama özellikle kırılgan durumda olan çeşitli üniversitelerdeki arkadaşlarımızı muhafaza etmeye de çalışıyoruz.

Hiçbir yasaya ve hukuka sığdırılamayan, ancak bir totaliter rejim hukuku/ anlayışı içerisinde hukuk ve maddeler uydurularak, icat edilerek gerçekleştirilecek olan çeşitli soruşturmalar ne kadar sürecek? Hukuktan yana sınıfta kaldığında, sinsi bir biçimde çeşitli mobbingler, yıldırmalar, başka başka gerekçeler ve bahanelerle insanları sürmek ise zaten bu iktidarın çok iyi yaptığı bir şey. Bunu uygulamaya çalışacaktır. Ondan da bir şey çıkmayacaktır emin olun. Çünkü hep konuştuğumuz gibi, biz bilim yapmaktan da, araştırma yapmaktan da vazgeçmeyeceğiz.

Bu süreçte ne çıkacak? Bu süreçten uzun süreli birliktelikler çıkacaktır, bu iyi bir şey. Başka bir alternatif bilim tartışması çıkacaktır, bu iyi bir şey. Akademinin siyasi-iktisadi iktidarlara, bütün iktidarlara olan mesafesi yeni akademileri gündeme getiren, Bologna süreci ile başlatılmış olan, yurtdışında da başlatılmış olan yeni üniversite, yeni akademi tartışmalarına daha heyecanla bakan birliktelikler çıkacaktır. Belki akademiler çıkacaktır. O yüzden bu işin akademi ve bilim tartışması kısmının daha heyecanlı ve iyi cereyan edeceğini biliyorum. Saldırılar için -çeşitli kurumlardan gelen hakaretler, küfürler, makrodan mikroya yine-, davalar açılmaya hazırlanılıyor. Bu karşı duruşumuzun kıymetli olduğunu düşünüyorum ben.

Şöyle de bir şey var; Türkiye şu anda, tarihinde belki de 50’lerden bu yana hiçbir zaman olmadığı kadar dış dinamiklerin biçimlendirmesiyle hareket ediyor: İçeriden bir sosyal-siyasal dinamik çıkmıyordu. Tamamıyla donmuş gibiydi içerisi. Muhalefet ve alternatif tartışmaları çok azalmıştı. Şimdi belki onu da biraz hareketlendirmeye yarayan bir tartışma sürecine girdik. Ama buradan içeride ciddi bir muhalefet, dolu bir ideolojik yeniden yapılanma çıkar mı, tabi onu bilmiyoruz. Çünkü bizim hep dediğimiz gibi, bildirinin niteliği etik bir niteliktir. Siyasi jargon kurmaya yönelik bir bildiri değildir. Aksine var olan etiği hatırlatan bir bildiridir. Öte yandan şunu da bir sosyal bilimci olarak söyleyeyim, sosyal bilim eğitimi almış bir entelektüel olarak söyleyeyim; ben hayatın siyasetle değiştiğini hiç görmedim. Hayat sosyal bir dönüştür. Yani eğer uzun süreli yorumlayabilir, yorabilirseniz hayatı oradan değiştirebiliyorsunuz. Böylece bunun yeniden hatırlanması, başlatılmasını da sağlamış olabilir. Bunlar umutlarımız.

* Son olarak; akademinin dışında olanlara ne söylemek istersiniz, neler yapılabilir?

Eğer gerçekten bir tarih yazılacaksa hep beraber yazabiliriz. Dolayısıyla sadece mevcut durumdaki bildirinin içerik ve söz olarak haklılığını temsil eden ve savunan isimlerin dışında en geniş biçimde destek almaya ihtiyacımız var. Bu desteğin ana muhalefet partisi olan CHP’den başlayıp AKP içerisinde halen kalabildiğini umduğum ve onurlu bir duruş sergileyecek olan herkese yayılabilmesini umuyoruz, bunda fayda görüyoruz.

Ben son dönemin, en çok AKP seçmenini onursuzlaştırdığını düşünüyorum. Hiç değilse Türkiye’ye verdikleri sözleri hatırlayabilecek, biraz olsun şimdi ne yapılmakta olduğunu görebilecek olan sağlıklı kesimlerin de kaldığına inanıyorum. Onlar da sesini yükseltmeli. Bu işler hep muhalefetin işleri gibi görülüyor. Hayır, bu işler hep muhalefetin işleri değil. Bu işler herkese yarayacak işler. Yarın öbür gün alternatif bir eğitim olarak çocuklarını teslim ettikleri çeşitli vakıflarda çocuklarının tecavüze uğradığını görmek istemiyorlarsa, içi boşaltılmış bir beyin ve sadece günlük hayatın yalan sözleriyle doldurulmuş bir gençlikle baş başa olmak istemiyorlarsa, onurlu, adil bir gelecek istiyorlarsa onların da biraz harekete geçmelerinde fayda var.

Dolayısıyla işi sadece muhalefet işi olarak görmeyip, geniş bir kesimin anlayabileceği bir biçimde anlatmakta fayda var. Daha başka ne bekliyorlar bilemiyorum. Türkiye’de şu anda sokaktaki herkesin öldürülüp sokakta sürüklenebileceğinin farkındalar mı? “Bir kişi öldüğünde bir insanlık ölür” sözü yavan bir söz değildir, gerçek bir sözdür. Bizim aşağı yukarı üç bin yıldır tuttuğumuz, haklılığına inandığımız bir sözdür. Gerçekten bir insan öldüğünde bir insanlık ölür. Bu insanlık, kendilerinin sandığı gibi, içinden muaf oldukları bir insanlık değil. Aksine büyük insanlık ailesinin içinde AKP’ye, CHP’ye oy veren, herhangi bir biçimde oy vermeyen, bir siyasi görüşü olduğunu düşünmeyenler de var. İnsanlık ailesi büyük bir ailedir.

Biz öğrencilerimizi filanca/falanca aileden geldiklerine göre, ideolojilerine göre, yaşam anlayışlarına göre değerlendirmiyoruz. Onlarla birlikte olurken daha çok kendi bildiğimiz bilimi ve etiği aktarmaya çalışıyoruz. Sonra onların genç akıllarının bir düşünce devrimi, bir insan devrimi yapabilecekleri hayalini kuruyoruz. Eminim kendileri de böyle bir hayalin içindedirler. Bir an önce daha geniş kesimlerin desteği için harekete geçmekte fayda var. Aradaki çelişkileri, küçük hırsları, kendisinin seçilmiş bir insan olduğuna ve ayrıcalıklı olduğuna dair sanallıklarını bir yana bırakmalarında fayda var. Herkes aynı gemide. Liberallerin bu sözünü hatırlatmakta fayda var. Tekrar ediyorum; bir insan öldüğünde bir insanlık ölür. Bir çocuk tecavüze uğradığında aslında bütün insanlık tecavüze uğramış demektir. Bir genç kadın tecavüze uğramamak için kendisini onuncu katın penceresinden bıraktığında, bütün kadınlar ölmüş demektir.