Karin Karakaşlı / AGOS

Suruç Katliamı sonrası girilen çatışma süreci ne yazık ki sürüyor. Tüm bu süreçte HDP de AKP ve MHP tarafından sert biçimde eleştiriliyor. Gelinen son noktayı HDP Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ile konuştuk.

Barış elbette ateşkesten çok daha kapsamlı bir şey. Ancak son yıllarda PKK ile TSK arasındaki ateşkes, Kürt sorununun çözümü konusunda en azından bir temel oluşturması açısından çok kıymetliydi. Şimdi maalesef o ateşkesin bozulduğu bir dönemdeyiz. Bu noktaya gelirken en önemli dönüm noktaları hangileri oldu?

Kronolojik olarak birçok kırılma noktasından bahsedebiliriz; barış süreci dünyadaki tüm diğer barış ve ateşkes süreçleri gibi asla lineer bir grafik izlemedi. İniş ve çıkışlar oldu, devlet ve hükümet kanadı içinde dönem dönem farklı türde dirençler oldu. Bugün bu dirençlerden en etkili olanını izliyoruz; ama sürecin kaderine etki eden belirgin bir olaydan bahsetmek gerekirse, geriye doğru sayarsak önce 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarından bahsetmek gerekir.

Barış sürecinin de katkısıyla toplumsal dinamikler devletin dili ve baskısından kurtulunca, HDP’nin siyasal söylemi kendine geniş bir karşılık buldu. Bu sonuçla ilgili elbette birçok yorum yapılabilir, ama en önemlisi şu ki, AKP barış sürecinin getirilerini yanlış yorumladı ve bu sürecin Kürt siyasal hareketine muhtemelen oy ve anlam kaybettireceğini, kendilerine ise güç kazandıracağını düşündü. Oysa barış süreci yeni bir yaşam umudunun önünü açtı ve başkanlık gibi totaliter taleplere karşı bu umut, 7 Haziran Seçimleri’ni kazandı. 7 Haziran bu bağlamda barış süreci için bir kırılma noktası oldu; AKP’liler her yerde dile getirdiğimiz “Toptan demokratikleşme olmadan barış olmaz” söylemimize biraz kulak verseydi, iç güvenlik yasaları yerine özgürlük yasalarıyla uğraşsaydı belki farklı bir sonuçla karşılaşırdık.

Ama devlet ve hükümetin barışı içine sindirememiş odakları, 7 Haziran’ın sonuçlarını devletin geçmişten de iyi bildiği bir dille susturabileceklerini düşündüler. En son kırılma noktası, bu bağlamda hükümetin HDP oylarını rehin tutamaması, insanların özgürce oy verebilmesi oldu. Ancak bu kırılma sonrasında yaşanacak olayların sinyali Amed Mitingi’nde verilmişti. Seçimden sonra bazıları rehavete girmiş olabilirler; ama Amed Mitingi’ne yapılan saldırı geçici hükümetin yapacaklarının teminatı gibiydi. Koalisyon hükümetlerine dair nefret dili, koalisyon yönetimine dair aşağılamalar aslında yalnızca ‘tek parti’ olabilme gündemini değil güçlü, otoriter ve başına buyruk bir yönetimin kurulmasının adımlarıydı. O dönem HDP’yi barajı geçtiği için barış sürecini bitirmekle suçlayanlar oldu. Üstelik en üst düzeylerden. Bu mantık aslında 7 Haziran’ın öncesinde de sonrasında da AKP’nin yenilgiye hazır olduğu ve yenilgi sonrası otoriterleşme planının da bir yerlerde olduğunun kanıtıydı. Yani hükümet bir şekilde bu kırılma noktasında yapacakları konusunda zaten ipuçlarını vermişti.

İmralı Heyeti’nde yer alan bir isim olarak Abdullah Öcalan’ın bu son dönemdeki siyasi gelişmeleri nasıl okuduğunu, nasıl bir yol izleyeceğini düşünmektesiniz?

Bu tarz bir soruya verilen yanıtların birçok sakıncası var. Öcalan’ın düşünce biçimi, siyasi anlayışı ‘kolaylıkla tahmin edilebilir’ bir anlayış değil. Belirli ilkeler etrafında geniş bir fotoğraf anlatabilirsiniz belki; ama bu da bir başka sakınca doğuruyor. Öcalan’ın tecritini bir bakımdan normalleştiriyor, İmralı Heyeti’nin var olması ve vakti zamanında Öcalan’la görüşmüş olması, Öcalan’ın şu anki konuşma ve ifade özgürlüğünün gereksizliği anlamına gelmiyor. Bunu vurgulayarak verebileceğim bir cevapsa elbette var: Bakın siviller bombalanıyor, operasyonların ardı arkası kesilmiyor, bir savaş iklimi yaratılmaya çalışılıyor ve bu Türkiye’deki herkesin çocuklarının ölümü ensesinde hissettiği bir iklim. Öcalan barışın yanında durmaya ve bu iklimi barışa çevirmeye gayret edecektir. Aslına bakarsanız, HDP’nin ve HDK’nin (Halkların Demokratik Kongresi) daha kuruluş evrelerinden bu yana Öcalan’ın ortaya koyduğu felsefe böyle günleri de öngören, bu günlerde dayanışmayı nasıl inşa edeceğimiz konusunda bize fikir veren bir perspektifti.

Nihai silahsızlanmayı, dağdan inişi ve demokratik özerkliğin oluşumunu ne derece mümkün görüyorsunuz? Şu an Kürdistan’daki esas beklenti ne yönde?

Esas beklentiyi anlamak için yapılabilecek ve yapılmış onlarca çalışma var. Tek ve ortak bir beklenti olmadığı, karmaşık bir yapının olduğu ortada. Rojava özgürleşme ve benliğini keşfetme bağlamında Kürtlere çok büyük bir özgüven kazandırdı. Bu özgüven siyasal bir modeli yapılandırma, gündelik hayatı egemen ve şiddet-odaklı bir devlet aygıtı olmadan da sürdürebilme gücünü beraberinde getirdi. Elbette günün sonunda bir savaş coğrafyasından farklı devletlerden, farklı yasa ve statülerden sözediyoruz Kürdistan dediğimizde; ama toprağın altında köklerin kavuştuğunu hissetmek güç değil. Ne IŞİD, ne de başka güçler Kürtler’in gelecek beklentilerini köreltmedi, aksine onları daha net görmelerini sağladı. Kürtler’in beklentileri artık üç satırlık bir yasa değil, yeni bir yaşam pratiği.

Bütün bu olup bitenleri Rojava’yı hesaba katmadan düşünmek zor. Siyasal Kürt hareketinin Rojava bilhassa Kobanê’deki ilerleyişi devlette nasıl karşılık buldu ve AKP’nin pozisyonun değiştirmesini bu denklem içinde düşünebilir miyiz?

Bana kalırsa askerî olarak kurulan yeni denklem tamamıyla Rojava’da Kürtlerin elde ettiği başarı ve Kürt siyasetinin seküler, politikayı bilen ve temsil gücü olan bir özne olarak Türkiye tarafından kaldırılamamasıyla ilgili. Ortada çok ciddi bir hazmedilememe ve anlaşılamama durumu var. Bu ucuz bir bilgisayar oyunu değil, Kürtlerin mücadele ettiği alanda ittifak halinde oldukları güçler ve halk dinamikleri Kürtler’i Rojava’da ve daha birçok noktada esas aktör haline getirdi. Kendisini ünlü eden kitabındaki yegane hedefi esas aktör olmak olan Başbakan ve eski Dışişleri Bakanı için de, tek adamlık hayali kuran Cumhurbaşkanı için de bu sindirilmesi zor bir kâbus. Böyle bir hareketlenme, tüm geleneksel şer aktörlerini ittifaka itti.

AKP’nin IŞİD ile ilişkisinin seyrini ve gelinen son noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Dünyaya ve elbette ABD’ye IŞİD ile de savaşıyoruz deniyor ama mevcut durum bu söylemle ne kadar örtüşüyor?

IŞİD’i terör örgütü olarak tanımlamaktaki isteksizlik, Türkiye’de tweet atanı gözaltı süresini uzata uzata son saniyeye kadar psikolojik ve fizyolojik şiddetle tutarken IŞİD’lileri evden alıp çay içip geri gönderen emniyetin faaliyetlerinde resmen vücut buldu. Dünya’ya ve ABD’ye kimle savaştığını söylerse söylesin, dünyanın en saygın gazeteleri AKP’nin içinde olduğu durumun ve oynadığı oyunun farkında. Bunun farkında olmamaları zaten mümkün değil. Durumun söylemle örtüşmediği zaten bir gerçek, mesele bu absürtlüğü nasıl ifşa edeceğimiz ve dünya kamuoyunun bu sinizmle hesaplaşmasını nasıl sağlayacağımız?

Dolayısıyla Kürt meselesi bölgesel manada çözülmeden Türkiye’de çözülebilir mi, bu iki meseleyi bundan sonra hep bağlantılı mı düşünmeliyiz?

Ortadoğu’da çok ciddi bir siyasal kriz var. Kürt Sorunu bu krizin kritik parçalarından biri; sürekli darbe mekaniği olarak adlandırdığımız mekaniğin bir benzeri Ortadoğu’da sürekli ve farklı yoğunluklarda savaş olarak ortaya çıkıyor. Belli ki kaotik bir Ortadoğu fotoğrafı, savaş isteyen odaklara daha çok kâr ve güç sağlıyor. Kürt Sorunu için de yıllarca bir savaş stratejisi dışında hiçbir adım atmamış olan devletin geleneğine baktığımızda bunun geniş bir kabul gördüğünü anlıyoruz. Ama dünyanın her yerinde savaş ekonomisi ve siyaseti dışında alternatifler güçleniyor. Bazen yenilecekler, bazen kazanacaklar; ama bu alternatiflerin Ortadoğu’da da, Latin Amerika’da da, Avrupa’da da kazanması Ortadoğu’nun rahatlaması bakımından stratejik önem taşıyor. Kürt sorunu çok katmanlı bir ‘puzzle’ın en karmaşık parçası. Ama elimizdeki en önemli veri şu: O boşluğu barutla ve kanla dolduranlar, bu oyunda asla ikinci raundu göremeyecek.