Gökhan Soylu / Demokrat Haber

Fotoğraflar: Senem Sinem


HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’la yakıcı gündem maddelerini konuşmak üzere Ankara’daki HDP Genel Merkezi’nin yolunu tutuyoruz. Daha önce çeşitli saldırılara maruz kalan Genel Merkez binasının etrafında polisin artık çok sıkı güvenlik tedbirleri aldığı dikkat çekiyor. Binanın girişinde de HDP kendi güvenlik tedbirlerini uyguluyor. Söyleşi zamanını beklediğimiz odada İMC TV izleniyor.

Cizre’de onlarca insanın canlı yayında ölümünü izlediğimiz, Suriye’deki yakıcı gelişmelere odaklanırken Ankara’da patlayan bir bombayla sarsıldığımız zor bir süreci Selahattin Demirtaş’ın değerlendirmesini isteyeceğiz.

Demirtaş, hemen Demokrat Haber’e getirilen Türkiye’den erişim engelini soruyor, neler yaptığımız konusunda bilgi alıyor. Alan adımızı değiştirerek yayına devam ettiğimizi öğrenip hukuki yolları sonuna kadar zorlamamızı öneriyor bir avukat olarak.

Söyleşimizde 28 Şubat 2015 Dolmabahçe Mutabakatı ile ilgili önemli bilgiler veriyor Demirtaş.

HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın çok çarpıcı açıklamalarını 3 bölüm halinde ilginize sunuyoruz…

1. BÖLÜM: “GENÇLER, BARIŞ DEDİĞİMİZ ZAMAN HAKARET ETMİŞİZ GİBİ BAKIYOR”

7 Haziran’dan sonra çatışmalar başladı ve devam ediyor. Ak Parti bu savaş politikasını savunarak yüzde 50 oy aldı ama HDP tüm barış söylemlerine rağmen yüzde 11’lere kadar geriledi. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Birçok toplum gibi Türkiye toplumu da güvenlik tehdidi ortaya çıktığında ilk önce acil şekilde bu tehdidin ortadan kalkması için ne gerekiyorsa sırf oraya odaklanır. Yani toplumun sosyo-psikolojik yapısı böyledir. Güvenlik derdi, yoksulluğun, işsizliğin, açlığın her türlü tehdidin önüne geçer. Ve bunu en acil şekilde çözecek durum neyse ona olur verir.

Buna siyasi literatürde “Şok etkisi” de denir. Toplumu bir anda şoka uğratıyor, analiz etme, düşünme, yorumlama, eleştirme reflekslerini felce uğratıyorsunuz. O arada da karar vermesini istiyorsunuz.

7 Haziran - 1 Kasım arası bu uygulandı Türkiye’de. Daha önce 11 Eylül saldırısında ABD’de uygulandı ve başarılı olundu. Dolayısıyla 1 Kasım seçimlerine buradan baktığımızda bu HDP’nin başarısızlığından çok AKP’nin acımasızca uyguladığı bu şok doktrininin konjonktürel, geçici başarısıdır.

Toplumun aklı başındayken tartışarak verdiği bir karar değil bu. “Şok”un etkisi ile “Ya bu adama oy verelim de artık başımıza bela açmasın, madem tek başına iktidar olmayınca ülkeyi bu hale getiriyorlar. Tek başına tekrar iktidar olsun da başımıza iş açmasın” denildiğini düşünüyorum. Birinci nedeni bu.

İkincisi; gerçekten de adil eşit bir seçim yaşanmadı. HDP’ye tanınan imkanlar ile AKP’ye tanınan imkanları karşılaştırdığımızda farkı görürüz. HDP neredeyse hiç kampanya yapmadı, yapamadı bu fırsat verilmedi. Medya kapatıldı, devletin bütün olanakları AKP’nin hizmetine sunuldu. Devletin bütün resmi kanalları dışında da özel bütün kanallar tehdit edildi ve AKP propagandasına hizmet etmesi sağlandı.

Sadece bununla kalsa yine iyi. Ayrıca herkese HDP karşıtı propaganda yapma görevi de verildi. Yani AKP yanlısı propaganda yapacaksınız ve HDP karşıtlığı yapacaksınız. Bütün bu devlet imkanları aleyhimize kullanıldı. Bunların yanında bir de mali imkanlar söz konusu olunca büyük bir adaletsizlik çıktı. Biz iki seçimde de Hazine yardımı almadık. AKP ise 350 milyon lira hazineden yardım aldı. Bu sadece seçim için aldıkları para, bunun yanında bu paranın en az 10 katı kadar devlet bütçesi kullandılar. Biz ise sıfır bütçe ile girdik. Gönüllülerin desteği ile birlikte çalışma yürüttük. Bütün bu anlattıklarımı yan yana koyarsak bence HDP mucizevi bir başarı elde etti.

HDP Türkiye’nin batısından da çok ciddi bir oy aldı. Fakat bu seçmen Cizre’de, Sur’da olan olaylara karşı bir şey yapmayıp sadece izliyor. Neden Batı’dan ses gelmiyor?

Hiç gelmiyor değil, yeterince tepki gelmiyor diyelim. Aslında Kürtlerden de dıştan görünebilecek bir düzeyde yeterli tepki gelmiyor. Bunu direkt Türk sorunu olarak ortaya koymak yanlış olur. Yani Türkiye’nin batısı sessiz de Kürtlerin hepsi ayakta mı? Değil. Dolayısıyla burada başka bir problem var.

Bu durum ahlaken ve vicdanen olup bitenlerden rahatsız olan Türklerin ve Kürtlerin mevcut durumu onayladığı anlamına gelmiyor. Nasıl, nerede, ne zaman tepki vereceğini bilmiyor insanlar, bir örgütsüzlük durumu ve bununla bağlantılı olarak bir öfke ama öfkesini dışa yansıtamamış olmanın verdiği bir çaresizlik psikolojisi var. İnsanlar bütün bu katliamlar olurken izliyor olmaktan dolayı üzgünler, tepkililer ama bunu bu kadar büyük bir baskı ortamında, AKP terörünün her tarafta hakim olduğu bir ortamda nasıl kanalize edeceklerini bilemiyorlar.

Siyasilerin eksikliği mi var?

Şimdi burada siyasi öncüler, HDP başta olmak üzere hazırlıklı ve örgütlü davranamadıkları için alternatif mekanizmalar, eylemler, etkinlikler geliştiremediği için bir boşluk çıktı ortaya. Toplum sanki bütün olanları onaylıyormuş gibi bir algıyı, AKP yakaladı ve bunu yönetti.

Bakın 7 Haziran sonrası hatırlanacaktır bu savaşın sarayın savaşı olduğu ve toplumun bunu onaylamadığı duygusu çok daha güçlüydü. Öyle ki asker, polis cenazelerinde subaylar isyan ediyordu, anne, babalar isyan ediyordu. Dolayısıyla o zamanki toplumsal algı aslında lehimizeydi ve AKP bunun kendisini vurmaya başladığını gördü. Oysa Erdoğan’ın hesabı, savaş başlayacak ve ona yarayacaktı, milliyetçiliği ve şovenizmi kabartacaktı. Hesap buydu fakat bunun tutmadığını gördü.

“SARAY SAVAŞI DEVLET SAVAŞI HALİNE GELDİ”

Tutmayınca taktik değiştirdi diyorsunuz, ne oldu da AKP istediğini başardı?

O esnada Ergenekon ve Perinçekçi tayfa, Büyük Birlik Partisi, Milliyetçi Halk Partisi’nden bazı kesimlerle gizli ve özel toplantılar yaptılar ve yeni bir ittifak kurdular. Çünkü Erdoğan savaşta kaybettiğini gördü. Toplum masayı kimin devirdiğini gördü ve savaşı kimin başlattığını anlayıp bunun faturasını hızla AKP’ye çıkarmaya başladı.

Ama bir yanda Erdoğan yalnızlaştığını ve kaybettiğini görür görmez az önce bahsettiğim o müzakere masasını bozma gerekçesi olan Başkanlık, halifelik davasından geri adım attı. Eski statükocu devlet ve Ergenekon yapıları ile yeni ittifak yapıldı. Hızla Ergenekon davasındakiler tahliye edildi. Hatta çok yüksek tazminatlar verildi, bazılarına 1 milyona yakın tazminat verdiler ki bunun örneği Türkiye tarihinde yok.

Ve Perinçek’e “hayatının en mutlu günlerini yaşatacak” bir ittifak durumuna gidildi. Ondan sonra savaş devlet savaşı olmaya başladı, saray ve AKP savaşı olmaktan çıktı. Bir devlet bütünlüğü içerisinde medyasıyla, yargısıyla, bürokrasisiyle, hükümetiyle savaş yanlısı bütün cephe orada dizilmeye başladı. Barolar Birliği Başkanı’ndan, İstanbul Baro Başkanı’na kadar AKP’nin yanında yer almalarının nedeni kurulan bu savaş ittifakıdır.

“BARIŞ DİYEN İÇERİ ATILDI”

Bu ittifaktan sonra mı durum tamamen değişti?

Evet işte bütün devlet aygıtı savaş yanlısı propagandaya girip HDP karşıtı bir antipropaganda yürütmeye çalışınca toplum ürktü. Düşünün, barış bildirisine imza atan akademisyenlerin başına neler geldi. Halen de devam ediyor. Barış diyen gazeteciler içeri atıldı, barış diyen öğrenciler tutuklandı, dayak yedi, barış diyen Ayşe öğretmen ve Kanal D’deki program sorumluları hakkında işlem yapılıyor.

Barış diyen futbol takımı men ediliyor, futbolcu yasaklanıyor. Yani dehşet bir baskı ortamına geçildi. Bu bilinçli bir devlet programı olarak hayata geçiyor. Şimdi bu dehşet ortamında toplumların barış ve çözüm isteğini görünür hale getirmek çok kolay bir iş değil. Hani “Türkiye’nin batısı neden suskun” diyorsunuz ya cevabı böyle tamamlayayım. Bu gerçekten ürkütücü devlet terörü altında insanların mevcut duruma itiraz edebilme durumları o kadar kolay bir iş değil. İtiraz edeni içeri attıkları, itiraz edeni katlettikleri bir ortamda bunu örgütlü görünür bir kitlesel hale dönüştürmek kolay bir hareket değil. İmkansız demiyorum ama kolay bir iş değil. Bu konuda biz HDP olarak kendimizi eksik ve yetersiz görüyoruz.

“SEN HALKA ÖYLE SALDIRIRSAN BİZ TAM DA HALKIN YANINDAYIZ”

Peki Cizre, Nusaybin, Sur’da direnişler görülürken diğer Kürt illerindeki sessizlik neden? Bunun nedeni olarak HDP’nin başlarda hendekler konusunda daha çekimser davranmasını gösterenler var, buna ne diyorsunuz?

Bizim hendek ve barikatlar üzerine ilk günkü tutumumuz neyse bugünkü de odur. Biz insanlara mahallelere hendek kazdırmadık, teşvik de etmedik. Ama hükümetin saldırgan politikası, siyaseti dışlayan, diyaloğu dışlayan politikası mahalledeki o gençlere hendekleri kazdırdı ve barikatlar oluşturdu. Bizim yöntemimiz ve tercihimiz değildi. Defalarca ben çağrılar da yaptım. Demokratik siyasetle, demokratik haklarımızla yürütelim bu işi dedim.

Bugün de tutumumuz farklı değil ama biz çağrı yaparken, diyalogla bu işi çözelim derken devlet tankla topla şehirlere girmeye başladı. Barikat kazdı hendek kazdı diye o gençleri paramparça edecek, katledecek, mahallesini havaya uçuracak bir operasyonel süreç başlattı. Bu noktada bizim direnişle ilgili tutumumuz öne çıktı. Evet biz hendek barikat olmasın diye çok uğraştık ama oradaki insanları öylece katledemezsin. Bizim yöntemimiz gidin o gençleri öldürün demek değildi, hendeklere karşıyız derken. Tam tersine sen halka öyle saldırırsan biz tam da halkın yanındayız. Devlet olarak sen demokratik siyasetin yollarını kapattığın için, seçeneksiz bıraktığın için, katlettiğin için senin yüzünden çıktı o hendekler.

Böyle bir sonuca sen acımasızca saldırırsan elbette ki biz direnişi, mücadeleyi savunuruz. Elbette ki direniş meşrudur, haklıdır, bu saldırılara karşı insanlar kendilerini koruyacaktır dedik.

Evet diğer bölgelerde güçlü bir eylemlilik ortaya çıkmadı ama toplum psikolojisi öyle bir şeydir ki nerede nasıl patlayacağını kestiremezsiniz. Şu anda insanlar AKP’nin tankla topla Cizre’yi Sur’u yakıp yıkmasını, gençleri orada diri diri yakmasını onaylıyor anlamına gelmiyor. Gerçekten öfke çok çok büyük. Ben yaklaşık 10 yıldır siyasetteyim. Halkın öfkesinin bu kadar büyüdüğü ve ürkütücü noktaya ulaştığını ilk defa görüyorum.

Dolayısıyla kimse mevcut duruma bakıp Kütler bütün bu barikat operasyonunu onaylıyor gibi düşünmesin. Davutoğlu, Kürtler bizim yanımızda, halk bizim yanımızda, bizi destekliyor gibi düşünüyor, buna inanıyorsa saflıktır, bunu çarpıtarak söylüyorsa bu da aymazlıktır. Her iki durum da çok kötü. Toplumun nabzını doğru tutamamış ve olabilecekleri öngörmüyor anlamına geliyor. Beni ürkütüyor açıkçası. Bütün bu ektikleri rüzgarın bir fırtınaya dönüşeceğini ben okuyorum, görüyorum. Biz bunu önlemeye durdurmaya çalışıyoruz. Umarım biz yanılırız.

“CİZRE’DEN 167 CENAZE ÇIKARTILDI, 137’Sİ TANINMAYACAK DURUMDA”

Cizre’de 150’den fazla kişinin katledildiği belirtiliyor, siz Cizre’deki olayları nasıl okuyorsunuz?

Bizim kriz masamızın tespitlerine göre 167 cenaze çıkartıldı Cizre’den. Bunlardan 137’si tanınmayacak durumda, teşhis edilemiyor. Ya diriyken yakılmışlar ya da öldürüldükten sonra cenazeleri yakılmış, ya da parçalanmış vücut bütünlükleri bozulmuş. Öldürdükten sonra ağır silahlarla vücut bütünlüğünü bozdukları anlaşılıyor. Yani yakın tarihimizin en vahşi ve barbar katliamlarından biri Cizre’de gerçekleşti. Bu öyle kolay unutulacak bir şey değil. Açılan yara kapanacak bir türden yara da değil. Tarih boyunca da kapanmayacak.

Roboski’yi de gördü bu halk, Gezi direnişindeki vahşi saldırıları da gördü ama Cizre bambaşka bir şey, göz göre göre oldu. Canlı yayında yapıldı. Olmaması için çok uğraştık. Onlarca görüşmeyi bizzat ben yaptım, toplamda yüzlerce görüşme yapıldı milletvekillerimiz tarafından Vali’den Başbakan’ına kadar. Cizre’de bu olmasın dedik, orada bir savaş var, siz bir operasyon yapıyorsunuz, sonuç itibari ile biliyoruz ki oradakiler sağlar ve bir yere sıkışmış durumdalar. Biz onları çıkartalım oradan. Hatta ben gittim 4 gün boyunca Mardin’den çağrı yaptım. Benimle birlikte bir sağlık heyeti gidelim yaralıları alalım diye.

“GENÇLER, BARIŞ DEDİĞİMİZ ZAMAN HAKARET ETMİŞİZ GİBİ BAKIYOR”

Bodrumdan neden çıkamıyorlar?

Çünkü çıkanlara ateş ediyorlar, ellerinizi kaldırın teslim olacaksınız diyorlar. Onlar da diyor ki biz teslim olacak bir şey yapmadık. Çıkmak istiyorlar ama bir teslim ol emri ile çıkmayız diyorlar. Çoğu da üniversite öğrencisi, silahsız gençler. Diyarbakır’daki Dem-Genç kongresinden sonra Cizre’de sokağa çıkma yasağı kalkınca dayanışma için gitmiş gençler. Ne silah eğitimleri var ne silahları var. Alamadık. Bütün çabalarımız boşa çıktı, herkesin gözünün önünde o gençleri orada ya tek tek ya da toplu olarak girip infaz ettiler. Yaktılar.

Şimdi bize diyorlar ki hiçbir şey olmamış gibi davranın. Vicdanını, ahlakını yitirmiş herkes öyle davranabilir. Ama herkes ahlaksız, vicdansız ve onursuz değil, dolayısıyla oluşmuş bu öfkeyi artık nasıl normal bir duruma döndüreceğiz kestiremiyoruz. Hiçbir zaman Kürt gençlerindeki öfkenin böylesi bir boyuta ulaştığını görmemiştim. Hepsi bizi çok sever sayarlar, gittiğim her yerde ben Türk gençlerinden de Kürt gençlerinden de sevgi saygı gördüm. Sözümüze de çağrılarımıza da her zaman kıymet verirler. Ama hiçbir zaman sözümüzün, çağrılarımızın bu kadar anlamını yitirdiği bir dönemi hatırlamıyorum. Yani barış dediğimiz zaman sanki onlara hakaret etmişiz gibi bakıyorlar, çünkü gözlerinin önünde yoldaşları yakıldı. Türkiye’nin batısında özellikle AKP ve MHP çevresi bırak üzüntü duymayı büyük bir coşku ve memnuniyet duydu bu katliamdan.

“BİR İNSANLIK SUÇU İŞLEDİLER CİZRE’DE”

Sur’da da evlerde ve bodrumlarda yaralı ve yardıma ihtiyacı olan insanlar var.

Cizre’dekinin aynısını yapmayı düşünüyorlar. Herkesin gözü önünde bir katliam da Sur’da gerçekleştirmek istiyorlar. Demek istediğim o ki tek bir canın bile çok kıymeti var. Bunun asker, polis, gerilla, üniversite öğrencisi, çocuk, kadın olmasının bir farkı yok. Her can kıymetlidir. Onun bir annesi babası seveni sevileni vardır. Her ölüm acıdır büyük yaralar bırakır. Ama toplu ölümlerin katliamların yarattığı travma öyle tek tek ölümlerden farklıdır. Çok kalıcıdır. Hem toplumsal psikolojide büyük kırılmalar yaratır ve bunun siyasi alana yansıması da sıradan ve normal olmaz.

Cizre’de bu yaşandı, artık geri dönüşü yok. Böyle olmasın diye çok uğraştık ama ahlakını, vicdanını aklını yitirmiş Saray ve ekibi; Başbakan ve tayfası bu katliamı yaptılar, bir insanlık suçu işlediler Cizre’de. Bunun mutlaka uluslararası düzeyde hesabını sormak için çok uğraşacağız. Bu günlerde belki mümkün görünmüyor olabilir ama zaten katliamcılar katliamı yaptıkları günlerde hesap vermiyorlar. Güçlerini yitirdikleri zaman hesap verme zamanı geliyor. Bugünlerde güç onlardadır. Devlet onların kontrolünde, ama hep böyle gitmeyecek. Miloseviç de, El Beşir de günü geldiğinde uluslararası ceza mahkemesine çıkıyor, bunlar da öyle olacak.

Söyleşinin diğer bölümleri:

2. Bölüm: Selahattin Demirtaş 1. yıldönümünde 'Dolmabahçe Mutabakatı' sürecini anlattı

3. Bölüm: Selahattin Demirtaş: Karanlığa bir kibrit yaktığınız anda orası karanlık olmaktan çıkıyor