Röportaj: Aslı Gençay / Halkbank Kültür Sanat

Geçtiğimiz haftalarda yeni filmi “Gelmeyen Bahar” ile beyaz perdede arzıendam eden şair, yazar, oyuncu ve yönetmen Orhan Alkaya'nın evindeyiz. Kıskanmak serbest; Orhan Alkaya'yı da, Kuzguncuk'u da, yaşadığı güzelim tarihî evi de... En tepeye, çatı katına, Alkaya'nın Alamut'una çıkıyoruz önce. Burası bir çalışma odasından çok sığınak sanki. Tepeden herkese, her şeye bakıyor Alkaya. Tepeden dediysek yanlış anlaşılmasın, en sevmediği şey ukalalık. Gözleri derin, konuşması bilge, sıcak, tanıdık bir insan Alkaya. Kırgınlıklarını profesyonelce gizliyor kelimelerle ve geçiştiriyor bazı soruları. Çok şey biliyor ama hepsini anlatmıyor. Biz de sinemadan giriyoruz şiirden, tiyatrodan, müzikten çıkıyoruz. Evin kedisi Hasibe de bizi kıskanıyor biraz. Kimlikler çok olunca sohbet de en az Alkaya kadar dolu dolu geçiyor ve sonra ayrılıyoruz yanından. Sohbetin tamamını sınırlı sayfalara sığdırmaya imkân yok, sizler için seçtiklerimizi paylaşıyoruz.

Yeni filminiz “Gelmeyen Bahar” vizyona girdi, kadına yönelik şiddet, töre cinayetleri vb gibi iddialı ve derin konulara el atan bir film. Sizce amaçlanan ve hayata geçen kadın sorunlarını, kadına yönelik şiddeti, töre cinayetlerini vb gündeme getirmek mi oldu, yoksa seyirciyi ağlatarak gişe yapmak mı?

Eğer ağlatma garantili film olmak, buradan gişe yapmak istenseydi lineer bir çizgide akan bir senaryo tercih edilirdi. Açıkçası sinopsisini okuduğumda film ilgimi çekmemişti; "Defalarca anlatılmış şeyi bir defa daha anlatmanın ne anlamı var?" demiştim. Ama senaryoyu okuduğum anda kabul etmeye karar verdim. Dolayısıyla senaryodaki cesaret, "ağlatma hedefi güdüyor" önermesini bence baştan boşa çıkartıyor. Ha, böyle bir filmde ağlanabilir mi, evet ağlanabilir. Örneğin sette, bir bekleme anında, final sahnesini nasıl oynayacağımı kurmaya çalışıp, karakterin o anda nasıl davranacağını düşünürken ağladığımı hatırlıyorum. Bu hikâyeler gerçekten çok can yakan şeyler. Ama benim için önemli olan, böyle bir hikâyeyi anlatmaktan çok sinemada anlatmak. Bu konuda ciddi bir arayış, irdeleme cesareti ve çabası var. Çok fazla açık sinir ucu mevcut bu hikâyede, istenseydi üzerine gide gide kanatılır, çok rahatlıkla o damar patlatılarak bu hikâye anlatılabilirdi, ama yapılmadı.

Sizin kadroya girmeniz nasıl oldu, usta bir yönetmen ve oyuncu olarak Emrah'ın yönetmenliği ve senaryosuna hangi açılardan vize verdiniz?

Bu filmin, benim de içinde yer almama neden olan en önemli özelliği senaryosundaki kurgu tekniği; yani bir hikâyeyi dört epizotta dönerek tekrar anlatması ve her epizotta farklı karakter ayrıntılarına girmeyi hedeflemesi. Bence bu çok deneysel, gişe anlamında da cesur, gişeyi riske atmayı göze alan bir yaklaşım biçimi.

Ben her konuda art niyetsiz biriyimdir. Bu teklif geldiğinde, senaryoyu okuduğum an itibarıyla şöyle düşündüm; ilk filmini çekecek bir yönetmen ve bu yönetmen gerçekten zor bir kurgu dilini tercih etmiş. Böyle baktım ve diğer arka planlar benim için artık önemsiz hâle geldi. Ayrıca toplumun kanıksadığı, sıradanlaştırdığı, önemsizleştirdiği ağır bir toplumsal yarayı anlatırken uyarıcı bir dil seçmek, beni heyecanlandırdı.

Sonuçtan memnun musunuz?

Bir iki hasarı var filmin, seyrederken özellikle kendi tiradımla ilgili, farklı oynasam daha iyi olurdu, diye düşündüm. Çünkü kadın-erkek meselesinde çok ince bir ayar var. Bu ince ayar bence biraz kadının aleyhine bozulmuştu tiratta. Temposunun bir iki yer dışında çok iyi halledilmiş olduğunu düşünüyorum. Oyunculukların hepsi de bir çizgi üzerindeydi. Seyrettiğim için mutsuz olmadım. Gala seyircisi iyi niyetli olduğu kadar kibirlidir de ama galada kıpırtı bile olmadı salonda ve iyi takip edildi film.

Peki, set esnasında Emrah ile hiç çeliştiğiniz ya da çatıştığınız noktalar oldu mu?

Hiç çelişkiye düşmedik. Emrah tansiyonu yumuşak bir yönetmen, sette gerginlik yaratmıyor. Konuştuk, bol bol konuştuk. Ben zaten yönetmenlerin işine karışmam ama karakter dramaturjisini yaptığım zaman, bunun dışına çıkılması söz konusu olduğunda ikna olmam gerekir. Öyle bir problem, sıkıntı yaşamadık. Karakter biçimlendirilirken başta bir emekli işçi olarak tarif ediliyordum ama emekli işçinin biraz daha ötesinde bir adam bu. O zaman daha çok derinlik kazanıyor karakter. Bir pavyonda sevgilisinin olması söz gelişi ya da ikinci bir paralel hayatının olması... Bunlar o kadar sıradan durumlar değil. Bana uzak bir karakter olmasına rağmen zevk alarak oynadım Davut'u. Onu keşfetmek zevkli oldu benim için.

Her ne kadar kitleler sizi “Öyle Bir Geçer Zaman ki”deki Balıkçı karakterinizle tanısa da, kendinize has takipçileriniz ve hayranlarınız her zaman oldu. Şair, yazar, tiyatrocu, yönetmen gibi her biri kendi alanında çok "zor" kimlikleri bir arada taşıyorsunuz, peki bugün için birikimlerinizin ne kadarını üretime / pratiğe çeviriyorsunuz veya yeterince kendinizi ifade edebiliyor musunuz?

 "Yeterince"nin ölçüsü yok tabii. Ben kendimi tembel bulurum. Bunun bir nedeni var, mükemmeliyetçilik hastalığım var benim. Dolayısıyla ortaya çıkacak işin benim için "Evet şimdi oldu, bu çıkabilir" diyeceğim olgunluğa gelmesi gerekiyor. Daha çok, 7 değil 17 kitabım olabilirdi, 50 oyun yönetmiş olabilirdim. Ya da film yönetmenliğini uzağımda tuttum, hâlbuki o dili çok seviyorum, belki de burada hata yaptım. Dönüp bakıldığında insanın kendi ile hesaplaşmasında bir sürü açık nokta çıkar. Örneğin neden film çekmediğimi hakikaten ben de bilmiyorum ve kızıyorum kendime.

Düşünüyor musunuz?

Düşünmüyor değilim ama bunlara bir 25-30'lu yaşlarında başlamak var bir de 50 yaşından sonra başlamak. Ama olabilir tabii, neden olmasın?

Diğer alanlarda; şiir, tiyatro?

Yazmaya devam edebiliyorum çok şükür. Şiir, en son ifade olanağıdır. Başka hiçbir imkânınız kalmadığında şiire başvurursunuz. Yoksa belli bir ustalık seviyesini yakalamış her şair, çok rahatlıkla her ay bir kitap hacminde şiir yazabilir. Bu bir marifet değil. Şiirin önce nasıl yazılacağını, size ait olan özgün dili bulmak önemlidir. Sizi diğer yazarlardan, şairlerden ayıran, söyleyiştir. Ne söylüyorsunuz, o önemlidir. İşte o söz, başka hiçbir yolla söylenemediğinde şiir yazarsınız.

Peki ya bugün?

Yeterince yok, olan ile yetinecek herkes.

Biraz küskünlük mü var yoksa?

Son yaşanan dönemle ilgili olarak tiyatro açısından bazı kırgınlıklarım var ama aşarım. Şiir de öyledir, bazen kaçar gider, terk eder, ama bilirsiniz ki o, o anda size bulaşmaması gerektiği için kaçmıştır ve gelir geriye. Bizim için "Herhâlde bitti, artık yazamayacağım" korkusu, en büyük korkudur. Ama o geri dönüşleri de biliriz. Demek ki ben şu anda şiire uygun bir hayat yaşamıyorum. Mesela Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği yaptığım dönemde hiç uğramadı yanıma şiir, hiç.

Yazma süreçleriniz nasıl şekillenir, yaşadığınız olaylardan veya tanıdığınız kişilerden mi etkilenirsiniz yoksa içsel bir ilham mı gelir?

Hep meselelerle uğraşıyorum. Uğraştığım meselelerin derinliklerinde dolaşacağım zaman şiir yazma ihtiyacı, kendi kendisini ortaya koyuyor. Ben zorlamıyorum, açıkçası. Kalemimi sıcak tutmak için mutlaka bir şeyler karalamalıyım demiyorum ama bu ara yeni bir enstrüman olan twitter’ı keşfettim. Onun 140 vuruştan ibaret kılınması çok etkileyici. Çünkü bizim aradığımız hep en az kelimeyle, en az harfle söyleyebilmektir derdini, çünkü fazla söz boğar. Orada öyle deneysel bir şeyler yapıyorum, twitter hesabıma bakabilirsiniz.

Ardınızda bir şeyler bırakmak gibi bir idealiniz var mı?

Var tabii, biz modernitenin tekne kazıntılarıyız, son çocuklarıyız, o yüzden kitap bizim için ancak ölümsüzlükle ilişkilendirilebilen bir şeydir.

Popüler kültüre ve popülerliğe asla karşı değiliz, yalnız ülkemizde popüler olan ve gişe yapan / satan / tıklanan vb ile içi dolu ve bir derdi olan işlerle kişiler arasında hep ters orantı olmakta. Kendinizi bu açıdan nerede konumlandırmaktasınız, şimdiye kadar süreçler ve trendlere dair duruşunuzda iradi değişiklikler yaptınız mı, yumuşayan köşeleriniz oldu mu?

Hayır, ben hiç yapmadım ama popülerlik bana kaydı biraz. Popüler olmak isteseydim şimdiye kadar yapardım ki çok imkânım vardı bu konuda. Aksine tercih etmedim. Popülerlik biraz can sıkıcı bir durum. Zevkleri, keyifleri olduğu kadar can sıkıcı yanları da var. Yazı yazıyor ve yayımlıyorsanız, oyun yazıyor ve sahneye koyuyorsanız, çıkıp konuşuyorsanız, zaten gizlenme imkânlarınızı azaltıyorsunuz, kendi büyünüzü bozuyorsunuz demektir. Bunun abartılı hâllerini, pop star durumunu da “Öyle Bir Geçer Zaman ki” dizisiyle yaşadım. Benim arzu ettiğim bir şey değildi ama o işi kabul ederken başıma bunların geleceğini biliyordum.

Neden kabul ettiniz?

Onu hep söylerim; çok iyi bir senaryoydu, ben oradan başlıyorum meseleye. Bir de karakter çok boş alanı olan, içi doldurulup inşa edilebilecek, çekici bir karakterdi. Haldun Dormen izledikten sonra bana “Bu kadar küçük bir rolü oynamanı hiç anlayamamıştım ama şimdi anlıyorum” demişti.

Popülerliğe biraz dokunmuşken elitizme de değinelim, kentlerin varoşları, Anadolu'nun ücra köşelerine ulaşma çabası olmayan, sadece beyaz / dar bir kesimin içinde dolaşıma girmeyi yeterli gören sanatçılara ve sanata bakışınız nedir?

Sanatsal anlatım çok katmanlıdır. Dolayısıyla ben seyirciyi önemserim ama seyircinin ortalama beğeni düzeyini de hedeflemem. En zor cümlenin dahi anlaşılabilir bir söyleme biçimi vardır. Hiç kimse bir filmin ya da bir tiyatro oyununun tamamına, bir izleyişte hâkim olamaz. Eğer algıdaki seçiciliği yakalayabilecek çok katmanlı bir anlatım kurabilmişseniz ve en önemlisi ne anlattığınızı siz biliyorsanız, sizin kafanız karışık değilse mutlaka her seyirci ile buluşabileceğiniz bir yer vardır. Bu yüzden boş salon iyi bir şey değildir. Kendi sözünden gayrısına sapmamak için bunu göze alabilir bir insan, ama gene de boş salon iyi bir şey değildir. Salonu seyircinin ortalama beğenisiyle, bir anlamda seyirci kuyrukçuluğu yaparak doldurmayı hedefliyorsanız, bu da kötüdür.

Kimin beğenisi kriterdir sizin için?

Açık söyleyeyim, kimsenin beğenisi beni ilgilendirmiyor. Çok nadirdir beğenisiyle beni heyecanlandırabilecek insan. Çünkü ben ortaya bir şey çıkartırken önce kendi beğenimi ortaya koyuyorum zaten. Sözümü söyledim ve karşılığında bir hayata dokunabildim mi, o hayatta minicik bir dönüşüm yaşanabilme ihtimali yarattım mı, ben buna bakarım. Bu da ancak sözü, belli bir dilin içinde söylemekle mümkün. Seyirciye ukalalık yapılması kadar canımı sıkan bir şey yoktur benim.

Siz dilinizi nasıl oluşturursunuz içe dönüklük mü yoksa sosyallik, gözlemcilik mi etken olur?

Gözlem zaten hayatın içinde her an yaptığımız bir şey. Panoramik fotoğraflar çekersiniz, hâlbuki o anın içerisine sıkışmış binlerce hikâye vardır ve o hikâyeleri görmezsiniz. O yüzden bizim yaptığımız daha çok içe doğru hikâyede derinleşmek. Şiir tamamen bunun aracı benim için. Tiyatroda ise çalışma yöntemim biyografik oyunculuk, gerçek hayat hikâyesine sahip bir oyuncuyla bir rol karakteri arasında ilişki kurmaktır. Oyuncularımı da bu yönde çalıştırırım. Bu tarz; en az yalana ulaşmak, sahiciliği hedeflemek, numaracılıktan kurtulmaktır, çünkü çok numara yapar insan, kendini sürekli başkası olarak sunmaya çalışır.

Bilge ve birikimli olduğunuz tanıyan herkesin ortak görüşü, nasıl kazanıldı bu nitelikler, bu sonucu nelere borçlusunuz?

Hani çok özetlemek mümkün olursa ben merak eden biriyim. Başkalarının hayatını önemser, değer veririm. Bir de lüzumsuz bilgiyi çok severiz biz. Lüzumsuz bilgi mutlaka bir gün lazım olur. Kullanım değeri kazandıracak şekilde edinilen bilgi, çok kıymetlidir. Bir arkadaşın tarifidir; zekâ, beynin posta kutuları arasında gidip gelme hızıdır der. Posta kutuları boş ise zavallı zekâ ne yapsın.

Peki, yeni jenerasyondan da umutlu olmalı mıyız?

Kızımdan örnek vereyim; iyi gelişiyor, çok sıradanla çok derindekini aynı anda yaşayabiliyor. Müzik serüveni klasikçi ve Çaykovski tutkunu olarak başladı, sonra Avril Lavigne’e geçti. Şimdi bizim dönemlerin rock müziğini keşfediyor. Queen dinliyor, AC/DC tişörtleriyle dolaşıyor, en son Alice Cooper’ı keşfetti ki bayağı önemli bir keşiftir. Tekrar dönecek ve tahmin ediyorum 20’li yaşlarında barok müzik dinleyecektir. Ama tabii o şanslı, evinde bunlar var ve dinleniyor.

Siz neleri dinlersiniz?

Hiçbir şey dinlemiyorsam geceleri denk düşürüp TRT FM’i açar "Gece ve Müzik"i dinlerim, o 1 saatten hâlâ çok zevk alıyorum. Onun dışında rutin dinlediğim barok ağırlıklı bir müziktir. Bu kata (çalışma odasının bulunduğu çatı katı) geldikten sonra -ki 2-3 sene oldu- tekrar caza döndüm. Bir caz dinleyicisi olma özelliğimi kaybetmiştim, bu kat bana cazı yeniden keşfettirdi. Bazen de günlerce sadece Neşet Ertaş dinlerim, otantik olanı çok seviyorum. Kızım sayesinde bizim dönemin rock’ını tekrar dinlemeye başladım. Geçmişte Deep Purple’cıydık ve Led Zeppelin’cilerle, Galatasaraylılar ve Fenerbahçeliler misali ayrışmıştık. Öyle saflar vardı, mesela Cem Karaca’cılar ve Barış Manço’cular. Ortada kimsenin itiraz etmediği Erkin Koray bulunurdu bir tek. Deep Purple ve Led Zeppelin’ciler aynı kahveye gitmez ama kimse Queen’e itiraz etmezdi, Rolling Stones’a da itiraz yoktu...

Gelirsek tiyatroya, son dönemde tiyatro alanındaki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ana akım çok darbe aldı, şu anda Taksim’de tiyatro kalmadı. Ferhan’ın Ses Tiyatrosu’nu saymazsak Taksim’deki bütün tiyatrolar ya apartman dairelerinde ya garajlarda ya da bodrum katlarda. Ana akımı kaybetmek, arayış içerisindeki deneyselci genç arkadaşları olumsuz anlamda etkiliyor. Bu ikisi birbiriyle doğrudan ilişki hâlinde var olabilir ancak. Bir tanesi, birtakım itirazlardan doğar çünkü ve o itirazların ana öznesi olan ana akım çok zayıflatıldı, çok geriletildi. Dolayısıyla parlak bir tiyatro dönemi yaşanıyor diyemem. Bir artı var ki eskiden bir sanat körüydü Türkiye, şimdi kısmen de olsa uluslararası festivallere açıldı, genç gruplar uluslararası turneler yapmaya başladı. Bu alışverişleri olumlu buluyorum.

Günlük yaşamınız nasıl geçmekte, nelerle ilgilenir, neleri seversiniz?

Şimdi bu, güne göre değişiyor, depresif günüm mü?

Depresif mi oluyorsunuz genelde?

Ara ara olur. Öyle zamanlarda kendimi çok ortalarda dolaşır hâlde görmek istemem. O yüzden kapatırım biraz. Bazen arkadaşlarımla beraber olurum, keyifli mekânlarımız vardır. Genellikle evcil bir hayatım var. Sanıyorum yeterince dışarlıklı yaşadım, o yüzden son yıllarda iyiden iyiye evin içini seviyorum, ailemi seviyorum. Burada, Kuzguncuk’ta bizim kızların bir kahvesi var Pita, arada oraya uğrayıp birkaç çay içip sohbet etmekten hoşlanırım.

ORHAN ALKAYA SİZİN İÇİN SEÇTİ

Sinema:

* “Amour”

* “Anna Karenina”

* “Tepenin Ardı”

Edebiyat:

* “On İki Dağın Sırrı”, “Gece Kelebeği” (Haydar Karataş-İletişim Yayınları)

* “Ölmeyi Bilen Adam: Muhsin Ertuğrul” (Ayşegül Çelik-Can Yayınları)

* Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu ve Seyhan Erözçelik şiirleri