Türkiye’nin Suriye’ye yönelik operasyonu ve dahil edilmediği Musul Operasyonu gündemdekini yerini koruyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘tarih dersi’ verdiğini ifade ederek “Misak-ı Milli”ye göndermede bulunduğu açıklamaları ise tartışma konusu.

Prof. Dr. Neşe Özgen, hem Cumhurbaşkanı Erdoğan hem de AKP Hükümeti’nden gelen Musul Operasyonu’na dair açıklamalar ile gelişen süreçte Türkiye’nin dış politikasını Gazete Karınca’dan Hasan Özhan Ünal’a değerlendirdi.

Sınır sosyolojisi çalışan akademisyen Neşe Özgen, “Musul bizimdi. Tarihe bakın” diyen Erdoğan’ın sözlerini ‘politik coğrafya ve egemenlikler’ temelinde ele aldı.

Özgen, “AKP bir coğrafya üzerine konuşmuyor. Dahası tarih üzerine dersleri de bilmiyor” dedi ve “yıkımı temeline alan hiç bir siyasetin, Dünya’nın bu kadim öğretisinde artık yeri olmadığını” ifade eti.

Özgen, gelecekte “ancak yaşatma, yaratma üzerinde söz geliştirebilen bir siyasetin şansı olacağını” söyledi.

Yüzyılımızın ‘yeni savaşına’ dikkat çeken Özgen, şöyle devam etti: “Biz Birinci Dünya Savaşı’ndan cumhuriyeti öğrenerek çıktık. Dünya halkları için konuşuyorum. İkinci Dünya Savaşı bize demokrasiyi öğretti. Başka bir savaş dönemi gelmekte. Bu yeni savaş, bu öğretilerin üzerine adil ve eşit yaşamayı ekleyecektir.”

“AKP HABİRE ‘MİLAT’ YARATMAKTA”

Hükümet mütemadiyen 15 Temmuz’un bir ‘milat’ olduğu vurgusu yapıyor ve bunun akabinde Irak’tan Suriye’ye kadar bir takım hak taleplerinde bulunuyor. Nasıl değerlendirirsiniz?

Siz bu soruları sormaya başladığınızda ben de tam egemenliğin bizzat devletin kendisi tarafından sonlandırılması; “devletin kendisini sınırda ilgasının halklara yaratabileceği imkanlar” minvalli bir şeyler okuyordum. Sıralı geldi.

Hükümet de AKP de yeniden habire milat yaratmaktalar: Yeni Cumhuriyet’in veya İkinci Cumhuriyet’in başlangıcı olarak ilan edilen tarihler fazlasıyla karışık bir düzende ilerliyor. Üstelik hem çok kere hem de hangi zeminde olduğunu anlatmadan defalarca ilan edildi şimdiye kadar. Yarın başka bir “Başlangıç Borusu”nun muteber olmayacağını kimse kestiremediğinden, şimdilik ben bu merdivene dolanmayacağım. Ben biraz politik coğrafya ve egemenlikler üzerine konuşayım. Günlük politikanın yavan etkisinden çıkarak, biraz ilerletici olalım. Benim arzum bu.

Sorunuza gelince, burada iki mesele birbiriyle çelişiyor gibi görünüyor: TBMM’nin kararlarının sözcüsü olarak Cumhurbaşkanımız, vatanın dışında bazı ülkelerden (sadece Suriye, Irak değil; Yunanistan, Bulgaristan vb. tüm komşulardan) toprak talebinde mi bulunuyor, yoksa Türkiye’nin kendi egemenlik alanlarını bizzat yok saydığını mı bizzat bildiriyor? Aslında çelişkili gibi gözükse de, bu iki durum birbirini gerektiren durumlardır. Siyaseten kendi sınırlarınıza yönelik karşı saldırıyı göze almadan komşularınızdan toprak talebinde bulunamazsınız, zira bunu yaptığınız andan itibaren sizin sınırlarınız da yeniden pazarlığa girmiş olur. Örneğin, bu bildirimleri takiben, aynı üslupta, Yunanistan’dan hemen bir yanıt geldi: “Gel de al 12 adayı!” diyerek.

Örneğin, Reyhanlı’da, Suruç’ta hatta Sultanahmet’te ve Ankara’da aynı üslupta son derece kanlı yanıtlar geldi: “Egemen olmadığınız ve milletinin, anayurdunun özlük duygusunu sürdüremediğiniz yerde devlet olma hakkınız da yoktur” diyordu o şiddet. 6-9 Ekim’de tüm ülke sathının nasıl bir anda kör bir şiddete döndüğünü hatırlayın.

“VAR ETME SÖZÜ VERMEYEN İKTİDARLAR YIKILIR”

Bizim modern devlet inşaları için girişilen savaşlardan öğrendiğimiz büyük dersler var: Bir yer’i sınırlarla çevirip vatan ilan ettiğinizde; oranın bir millete ait olduğunu, o yerin içinin bir vatan olduğunu kabul ettirmeyi ancak ve ancak hem yerel hem ulusal hem de komşularınızla pazarlık ederek başarabilirsiniz. Hatta bu yetmez, uluslararası ve ulus aşırı pazarlıklarda uzun yılları bu yerin meşruiyetini sağlamak ve devlet olarak tartışmakla geçirmek zorundasınız. Biz bu duruma ulus-devletin oluşumu diyoruz ve bilirsiniz: Cumhuriyet Tarihi dersi olarak okuttuğumuz dersler de bu savaş, milletleşme, uluslararası pazarlık vb. işlerinin milli retoriğidir. Ama o derslerde önemli bir vurgu vardır: Kahramanlık mitosları ve yaratma/yüceltme sözü! Hiç bir devlet sadece yıkma, yok etme sözü vererek ayakta kalamaz. Var etme, başka bir hayatı inşa etme sözü vermeyen iktidarların yıkılacağını iki büyük dünya savaşından öğrendik.

Bir öğreti daha var orada: Sadece ezilmek, sadece korkutmak, sadece mağdur olmak siyasetini güden hiç bir siyaset devlete yerleşemez: Yok olur. Ancak kahramanlık yaratabilen, ancak yeni bir hayatı kurabilen siyasetler ayakta kalmaktadır.

Devletler bunu iyi bildiklerinden kendilerine bolca kahramanlık öyküsü yazar, sembollerle süsleyerek milletin oluşumunda mitoslar inşa ederler.

İç siyaseti dışardaki pazarlıkların kuvvetlendirici bir unsuru olarak tutmak istiyorsak, bu yolu izlemeliyiz. Bunu öğrendik. Tamam ama, şimdi AKP ve Cumhurbaşkanı’nın başka bir iddiası var:

Kuruluşun bir hiç olduğunu, asıl milleti kendisinin kurmakta olduğunu bildiriyor. Ama milleti yeniden yaratmak sözünü; sadece iç siyasette devletin egemenlik alanı olarak ve bir yere kadar kullanabilirsiniz: Eğer eğitim, asker, siyaset, aile, din vb. kurumlarla üzerine çöktüğünüz kamusal alanı hem sahiplenip, öte yandan da hem onun kurumları aracılığıyla sahip olduğunuz eski sınırlarınızı inkar edip yeni sınırlar çizmek peşinde koşuyorsanız;
O vakit komşular da kendi eski sınırlarını hatırlatıverir. Zaten pamuk ipliğiyle bağlı olan eski ulus-devlet pazarlıklarını siz tartışmaya açtığınızda, bu sofraya ilk oturan sizden toprak talep edecek olan ulus ötesi güçlerdir. Onlara ne yanıt vereceksiniz? Örneğin o ulusötesi güçler bu iddiaya Reyhanlı katliamıyla yanıt verdiler. Hakkari artık sınır ötesi bir pozisyonda zaten. Antep ve Kilis’in IŞİD tarafından hırpalanmadığı gün geçmiyor. Siz toprak talep ettiğinizde Süleyman Şah Türbesi’ni elin militer gücüyle kaçırmışsınız. Büyükelçiniz aylarca IŞİD’in elinde kalmış, devletin sesi çıkmamış. Yurttaşlarınızı öldüren İsrail, kan parasına işi kapatıp, size aşiret devleti muamelesi yapıyor. 7 saniyelik hava sahası ihlali nedeniyle uçağını düşürdüğünüz Rusya’ya 5 ton domates daha satın alması için milyonlarca dolarlık silah alımı sözü vermişsiniz. Güçlü bir savaş iddiası bu mudur? Türkiye hakikaten ciddi bir savaş halinde mi, yoksa coğrafyada savrulup giden bir yapısal zayıflık mı gösteriyor?

Ben Türkiye’nin verecek bir yanıtı olmadığı gibi, bir programının ve bir hedef politikasının da olmadığını görüyorum. AKP ve Hükümet şu anda sadece sürüklenerek ilerliyor ve iç siyasette tutturduğu hamaseti, dışarda da tutturacağını umut ediyor. Hükümetteki siyasilerin gecelerini kabuslarla geçirdiklerini tahmin ediyorum. Her sabah bir önceki geceden haberdar olmadıkları kararlarla savrulup siyaset yapmaları çok zor olsa gerek.

Özetle, dış siyasette pazarlıklar geçerlidir ve sınır aşarak komşuya saldırmanın ilk sonucu kendi topraklarınızı ve egemenliğinizi kaybetmekle ödemek olur. Ki öyle oluyor zaten.

“BU ‘BAŞKANLIK’ NE DEMEK: İMPARATORLUK MU? SULTANLIK MI? HALİFELİK Mİ?”

“Musul bizimdi. Tarih dersi veriyorum” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Misak-ı Milli’ye vurgu yaptığı bu “tarih” nedir? Ve bugün, yani dün değil de şimdi kamuoyuna yansıtılmasının altında ne görüyorsunuz?

Bu yeni millet oluşumu için daha derin düşünelim: Zira gerçekten AKP içinde de “yedi düvele karşı savaşmakta olan bir devletin mensubu olduklarına” dair kuvvetli bir inanç var. Düşünce demiyorum. Zira alternatifleri değerlendiremeyecek kadar körleşmiş, körleştirilmiş bir yapının düşüncesi değil, inancı olur ancak.

Bu radikal inanç sahiplerinin, AKP’yi düşünerek değil de körlemesine izleyenlerin; AKP ve Cumhurbaşkanı’nın kendisini, zaten, bir önceki günkü sözünün sonuçlarını geri aldırabilmek için Almanya’dan Rusya’ya kadar çeşitli ülkelerden özürler dileyerek ve toplu silah alımları vb. ile affettirmeye uğraşmakta olduğunu, Irak Kürdistanı gibi, şimdiye dek AKP’nin sözünden zerre çıkmamış bir yapının dahi, uluslararası baskılar ve kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye’ye gerisini çevirmiş olduğunu, ümmet coğrafyası denilen belirsizliğin içine İsrail Devleti’nin derakap dahil edildiğini; Türkiye’nin uluslararası sistem için ne kadar güvenilmez ve ne kadar hesaba katılmayacak bir devlet haline getirildiğini görmelerini beklememek lazım.
Başka bir yerden düşünmemiz gerekiyor: Gerçekten AKP ve Türkiye bir düşüncenin, bir hayalin, bir hedefin peşinde midir? Kendisine ait bir ideolojisi, bir devlet prensibi, bir amacı var mıdır? Kalmış mıdır?

Musa 3 bin yıl önce suyla dövüşüp, suyu yararak insanlara bir amaç koridoru açıyordu: Toprağa yerleşmeyi, bolluğu ve verimi müjdeliyordu. İsa, 2 bin yıl önce kendini kurban ederek, insan vicdanını öğretti bize. Hz. Muhammed 1400 yıl önce, hayatın geçiminin sosyal bir varlıkla mümkün olacağını, sosyal bir vicdan yaratmadan var olamayacağımızı gösterdi. IŞİD dahi bir ekonomi ve bir siyaset anlayışıyla insanları topluyor. Binlerce savaş geçirdik. Kanlı Birinci Savaş ve daha kanlı bir İkinci Savaş. Çok şey öğrendik. Peki, yüzlerce yıl savaştan, milyonlarca insanın ölümünden öğrendiklerimizin hangisini, AKP bizlere gelecek vaadi olarak sunabiliyor? Bu “Başkanlık” ne demek: İmparatorluk mu? Sultanlık mı? Halifelik mi? Padişahlık mı? Beylik mi? Din birliği mi? İslami ümmet mi? Müteahhit Cumhuriyeti mi? Kapitalist kar ortaklığı mı? Dinsel kardeşlik mi? Ne sunuyor? Neyi söylese felsefesini kuramayan, cebi aklının ötesinde gezinen bir parti, bize neyin hayalini kurduruyor, yıkımın sözü dışında?  Tamam, yıkalım ama neyi kuracağının sözünü veriyor?

AKP bir coğrafya üzerine konuşmuyor. Dahası tarih üzerine dersleri de bilmiyor. Peki neyi konuşuyor? Bize hangi mutlu geleceği müjdeliyor? Tekrar edelim: Yıkımı temeline alan hiç bir siyasetin, Dünya’nın bu kadim öğretisinde artık yeri yoktur.

Ancak yaşatma, yaratma üzerinde söz geliştirebilen bir siyasetin, devletin geleceğine yerleşme şansı olacaktır.

“SINIRIN HER İLGASI, HER ZAMAN BİR EKONOMİNİN YIKIMIDIR”

Türkiye’nin Suriye’ye yönelik operasyonu ve Musul Operasyonu’na katılma isteğinin yeni bir sınır yaratma amacında olduğunu söylemek mümkün müdür? Eğer değilse bu ısrarın sebebi nedir?

Sınırlılaştırma üzerine düşünürken, sadece kapitalizmin coğrafyaya ne yapmış olduğunu düşünmek değil, hatta ondan çok, coğrafyanın kapitalizm için ne anlama geldiğini düşünmek önemlidir. Zira sınırın her ilgası, bunu ister devletin kendisi ister onunla savaşanlar yapmış olsun, her zaman bir ekonominin yıkımı ve yeni bir ekonomik politika önerilmesi gerektiği anlamına gelir.

Bugün bu politika, Kürt hareketinde özyönetimi ve ahlaki ve dayanışmacı ekonomiyi benimseyeceğini, deyim yerindeyse kapitalistik olmayan bir ekonomiyi deneyeceğini belirtmeye başlamasıyla  görünür oldu. En az Rojava’daki kapitalizm dışı kalkışmalar kadar tehlikeli bulunuyor küresel kapitalizm tarafından. Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’nın gözaltıları başta olmak üzere, savcıların Kürtlerin savaşını terörle en çok bağdaştırmaya çalıştıkları meselenin, özyönetim ve ekonomik bağımsızlık olmasına şaşırmamak lazım.

Peki Türkiye bir alternatif ararken nasıl bir ekonomi politik alternatif sunuyor: Bölgesel savaşın önemli ve belirleyici bir aktörü olacağı iddiasını hangi ekonomik politikaya dayandırıyor? Sınır yıkmaya başladığınızda, bu savaşı kimin satın alacağını da bilmeniz gerekir. Daha doğru bir deyişle, bir savaşa içerde ve dışarda soyunarak bir devleti yıkacağını iddia eden Türkiye, bu savaşı hangi ekonomik güçlerle birlikte yürütecek? Bu savaşı kim finanse edecek? Kim satın alacak?

Şırnak, Cizre, İdil, Hakkari ve Sur’daki yıkımdan ellerini oğuşturarak birkaç milyon bekleyen orta-küçük boy yerel Kürt müteahhidi mi? Eski Türkiye’yi soyup soğana çevirmiş olan korkak büyük burjuvazi mi? Her dönemin adamı, devletten kredi geçimli orta boy altyapı müteahhidi mi?

Geçiniz!

AKP’nin söz verdiği yıkım çok daha yüksek: Bir tarihi ve bir coğrafyayı yıkmaya söz veriyor. Bunun inşasının meşru bir ulusal/ulusaşırı illegalite olamayacağını biliyoruz. Ne ABD, Rusya vb. güçler ne de Orta Doğu’ya girmeye seçilmiş koalisyonlar, Türkiye’nin bu savaşta olmayacağını defalarca belirttiler. Savaşı bunlar satın almadıysa, AKP bu iç savaşı kime sattı? Ve bu yıkımdan nasıl bir çıkar bekliyor?

Ben hala işini yapabilen bir gazetecinin bu savaşı satın almış olanları araştırmasını bekliyorum. Türkiye bu savaşı neyin karşılığında sattı? Bu savaşı eğer emperyalist güçler dahi desteklemiyorlarsa, Türkiye’nin bir iç savaş halinde olmasından kim kar ve çıkar sağlayacak? Uluslararası kapitalizmin hangi kesimi, Türkiye’nin savaş sonrası yıkımından kar etmeyi kabullendi? Bizi gelecekte ne bekliyor? Uyuşturucu kartellerinin sokaklarda insan safarisi turizmi mi, yoksa kadın ve çocuk köleliğine geçiş ve malzeme yolu olmak mı?

Sınırı değiştiriyorsanız, servetin dağılımını değiştirmeyi de taahhüt ediyorsunuz demektir. AKP yeni sınırı, yeni vatanı, yeni ekonomiyi kiminle kurmayı taahhüt etti? (Kaynak: Gazete Karınca)