Cankız Çevik / Demokrat Haber

1990 yılında Ankara kurulan Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), işkence görenlerin tedavisi, mağdur yakınlarının ruhsal rehabilitasyonunun sağlanması, işkence vakalarının ve diğer insan hakları ihlallerinin raporlanmasını amaç edinen bir kuruluş. İstanbul, İzmir, Adana ve Diyarbakır illerinde dört temsilciliği bulunan TİHV Ölüm Oruçları sonrası Wernicke Korsakoff hastası olan çok sayıda tutuklu için yaptığı çalışmalarla öne çıkmıştı. Gezi Parkı Direnişleri sırasında uygulanan aşırı polis şiddeti de TİHV gibi kurumların önemini bir kez daha hatırlattı. TİHV de bu süreçte çok ağır insan hakları ihlallerine, yaşam hakkı ihlallerine şahit oldu.

Biz de TİHV Genel Sekreteri Metin Bakkalcı ile son süreç ve çalışmaları üzerine konuştuk…

İnsan Hakları kavramından başlasak…

Birleşmiş Milletler eski genel sekreteri Kofi Annan’ın görevinden ayrılmadan önce belirttiği gibi, dünya büyük bir yol ayrımında. İnsanlık, özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı acılar üzerine, “Bir daha asla!” sloganıyla Birleşmiş Milletler’i kurmuştur ve ilk yapılan, meşhur BM Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ni hazırlamak olmuştur.

Bu bildirgede, “İnsanların haklı sebeplerle, son çare olarak ayaklanmaya başvurmaması için devletler tarafından güvence altına alınması gereken haklar” denilerek insan hakları sıralanmıştır. Bunlar bir nevi, birlikte yaşamanın sigortasıdır. O günün dünya dengeleri içerisinde hazırlanan bu kadar kıymetli bir haklar manzumesi ne yazık ki içinde yaşadığımız dönemde, tüm dünyada olağanüstü şekilde tahrip edilmiştir. Sistemler kendi varlıklarını sürdürebilmek için bu hakları sonuna kadar sömürerek vahşi bir ortam oluşturmuşlardır.

7 milyarlık insanlık aleminin böyle bir düzeni fiziksel olarak taşıması artık mümkün değil. Bu yüzden ya dünya çok daha vahşi bir noktaya gidecek ya da bu dönemeç alınacak ve bizlerin “insanca yaşam” diye bahsettiğimiz düzene doğru gideceğiz. İşte Türkiye de aynı yol ayrımını yaşıyor.

İnsan hakları bağlamında bu değerlendirmeleri yaparken başvurduğunuz kıstaslar neler?

TİHV olarak insan hakları açısından değerlendirme yaparken üç parametre kullanırız: Bunlardan birincisi; yasal mevzuatlardır. Bunların insan hakları ile ne kadar örtüştüğünü tespit etmek önemlidir.

İkincisi; bu mevzuatlara dayanarak yapılan günlük uygulamalardır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, içerisindeki hakların korunması ve geliştirilmesi sorumluluğunu devletlere yükler ve bunların tahrip edilmesi durumunda zaten o devletin meşruiyetinin kalmayacağını bildirir. Dolayısıyla insan hakları olayları açısından temel muhatap devletlerdir.

Üçüncüsü de; yetkililerin, otoritelerin siyasi söylemleridir. Çünkü bunlar da uygulamaların ne yönde olacağının yansıtıcısıdır.

“ÖRGÜT ÜYESİ OLMAMAKLA BERABER ÖRGÜT ÜYESİ”

Türkiye devleti son yıllarda insan hakları alanındaki sorumluluklarını yerine getirebildi mi?

Türkiye’nin yakın geçmişine bakarsak 2000-2005 yılları arasında nispi olumlu değişiklikler yapıldığını görebiliriz. Ancak bilhassa 2005’ten sonra, bugün de milyonların doğrudan muhatap olduğu acımasız, olumsuz bir sürece girildi. Buradaki kırılmanın pek çok sebebi var. 2005’te, insan hakları örgütleri tarafından anlaşılmaz bulunmasına ve tartışmalara karşın Türk Ceza Kanunu’nda korkunç düzenlemeler yapıldı. TCK’nın 220’nci maddesinin 6’ncı fıkrası, “Örgüt üyesi olmamakla beraber...” diye başlar ve aynı cümle “...örgüt üyesi olarak cezalandırılır” diye biter. Bu madde, keyfiyetin sınırsızlığının en tipik ifadesidir. Devlet bu madde ile “Sen örgüt üyesi olmayabilirsin ama ben istersem seni örgüt üyesiymişsin gibi cezalandırabilirim. Sen bir hiçsin, ben istediğim zaman istediğimi yaparım” demek ister.

“ÇOCUK DA OLSA, KADIN DA, GÜVENLİK GÖREVLİLERİ GEREĞİNİ YAPAR!”

İnsan hakları ve diğer alanlarda çalışan sivil toplum örgütlerinin tepkilerine rağmen TCK’nın değiştirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu değişiklik özel bir amaca mı hizmet ediyordu?

İktidarlar varlıklarını sürdürebilmek için bazı kesimleri “marjinal, illegal” gibi söylemlerle ötekileştirir ve onları insan değil; kendisine karşı birer tehdit, yok edilesi varlıklar olarak görür. Sivas’ta da insanlar bu duyguyla yakılmıştır, tüm tarihimiz bu tip örneklerle doludur. Sanmayın ki Tayyip Erdoğan, “Ben polisimi yedirtmem. Polis destan yazmıştır. Bunun emrini ben verdim” gibi cümleleri Gezi Olayları sırasında keşfetti! Mart 2006’da, Diyarbakır’da güvenlik görevlileri tarafından 13 sivilin öldürülmesiyle sonuçlanan bir dizi olay meydana geldi. Olayların ardından 203’ü çocuk, 560 kişi gözaltına alındı. O dönem Türkiye’nin her yerindeki olaylar herkes tarafından görülemiyor, görülse bile aradaki duvarlar sebebiyle doğru şekilde algılanmıyordu. TİHV sürece müdahil olduğunda Diyarbakır’a gittik ve gördük ki, spor salonlarındaki yüzlerce insan işkencelerden geçirilmişti. Başbakan ise televizyonlardan, “Çocuk da olsa, kadın da, güvenlik görevlileri gereğini yapar!” diyordu.

“POLİSE SONSUZ YETKİLER VERİLDİ”

Türkiye insan hakları alanında ilerlediğini iddia ederken, yasalarda kamu görevlilerine bırakılan inisiyatif genişliyor, keyfiyet faktörü de artıyor. 2006’da TMK’nın değişmesinin ardından hangi yasa metinlerinde değişikliğe gidildi?

2006’da TMK’nın değişmesinin ardından, 2007’de Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nu da aynı keyfi ifadelerle değiştirildiler. Gezi olaylarında Başbakan’ın, “Polis, PVSK’nın gereğini yapmıştır” diyerek sığındığı kanun zaten bütünüyle hukuku yok etmiş olan, 2007’de Erdoğan’ın bizzat değiştirdiği, polise istediği gibi öldürme yetkisi veren kanundur.

Ethem’in ölümü üzerine savcının, hakimin, hükümet sözcüsü Bülent Arınç’ın veya Başbakan’ın akıldışı ifadeleri de aynen o kanun maddelerinden alıntıdır. Hatta o genç polis de kendisini aynı cümlelerle savunmaktadır. 2007’de PVSK’nın değişimi de, bilhassa İstanbul’da yaşanan bir olaylar dizisi sonrasında, o zaman İstanbul’da görevli olan şu an ise üst düzey yetkili olan insanların, “Polisin yetkileri çok kısıtlı. Yetkileri artırılsa insanları daha iyi korur” demeleriyle gerçekleşti ve böylelikle polise sonsuz yetkiler verildi.

“İŞKENCENİN HİÇBİR MAZERETİ YOKTUR”

Yapılan bu düzenlemeler uygulamalara nasıl etki etti?

“Dur ihtarına uymadı” veya “O zaten örgüt üyesiydi” gibi gerekçelerle insanlar sokaklarda işkence gördü, vurularak öldürüldü. Oysaki İnsan Hakları Bildirgesi’nde istisnası olmayan tek madde işkencedir. Yani dünyanın en kötü insanı bile söz konusu olsa, işkencenin hiçbir mazereti yoktur. Polise taş atmak, direnmek, başbakana hakaret etmek veya duvarlara yazı yazmak bir kişinin işkence görmesinin ya da yaşam hakkının ihlal edilmesinin asla gerekçesi olamaz!

“TUTUKLULUK TERÖRÜ”

Bir de işin tutukluluk terörü boyutu var. Adalet Bakanı’nın bir soru önergesine verdiği yanıt gösteriyor ki; 2005 yılında esas olarak demokratik hak ve özgürlükler çerçevesinde ifade özgürlüğü hakkını kullanan kabaca 16 bin kişi hakkında dava açılmış. Bu yasal değişiklikler sonucunda 2010 yılında bu sayı 63 bine çıkarak dört misli artmış. Bugün de yine Gezi Parkı süreci sebebiyle bazı arkadaşlarımız tutuklandı. Ama bu ülkede 2005 yılından beri özellikle Kürt meselesiyle ilgili on binlerce insan tutuklandı, yüz binlercesi hakkındaysa işlem yapıldı. 2005’te cezaevlerinde 55 bin kişi varken, 2013’te bu sayı 130 bine çıktı. Türkiye’nin yakın tarihinde böylesi bir artış yaşanmamıştı.

Kuşkusuz özellikle 2005 yılından itibaren insan hakları alanında her düzeyde kendisini hissettiren bu olumsuz seyir bir rastlantı olamaz. Özellikle bugünden bakınca dönemin kimi karakteristik özelliklerinin başında tüm değerleri tahrip eden vahşi “neo-liberal” politikaların azgınlığı ile Kürt meselesinin demokratik çözümündeki ısrarlı isteksizliğini hemen söylemek mümkün gözükmektedir.

“BU VAHŞETİN SONU YOK MU?”

İktidar ve iktidara yakın isimler, Gezi Parkı eylemleri boyunca şiddeti yaratanın sokaklara inenler olduğunu, aynı zamanda eyleme katılanların Türkiye’nin kısıtlı bir kesimi olduğunu söyledi. Sizin bu yöndeki verileriniz neyi işaret ediyor?

İçişleri Bakanlığı’nın resmi verileri, gösterilere 2 buçuk milyon kişinin katıldığını ve 4 bin 900 kişinin gözaltına alındığını söylüyor. Ama biliyoruz ki, bu rakamdan çok daha fazla insan gösterilere katılmış, bir o kadar kişi de resmi işlem yapılmadan doğrudan kolluk kuvvetleri tarafından özgürlüklerinden alıkonuldu veya kendi iradeleri dışında bulundukları mekânları terk etmeleri engellendi.

1-2 Haziran gecelerinde insanlar Ankara’nın her yerinde, sokaklarda mahsur kaldı, polis yüzünden kendi evlerine dahi dönemediler. İnsanların kayıtlı veya kayıtsız resmi yerlerde ya da sokaklarda veya polis otobüslerinde tutulması, onların özgürlüklerinden alıkonulması suçtur. Buralarda kolluk kuvvetleri tarafından ruhsal veya fiziksel şiddet görmüşlerdir. Bu yüzden geçtiğimiz ay içerisinde, maalesef ki TİHV olarak biz de çok yoğun bir şekilde işkence ve kötü muamele pratiği edinmek zorunda kaldık. Çok ağır insan hakları ihlallerine, yaşam hakkı ihlallerine şahit olduk. Kolluk kuvvetleri tarafından insanların işkence ve kötü muameleye uğradığını ve özgürlüklerinden alıkonulduklarını gördük. Başbakan hala, “Polisi daha da yetkilendireceğiz” diyor. Bu vahşetin sonu yok mudur? Yetmemiş midir ölen insanlar, yaralananlar, işkence ve kötü muameleye maruz kalanlar?

“HEM BEKLİYORDUK, HEM DE BEKLEMİYORDUK”

Şimdiye kadar yaptığınız çalışmalar ışığında, Gezi olayları gibi bir toplumsal patlama bekliyor muydunuz?

Başta da belirttiğim gibi, “Bütünüyle tükenişimiz olacak bir yöne veya daha insancıl bir ülkeye doğru gideceğiz” diye düşünüyorduysak, bir yerden bir şey çıkacaktı! Bu açıdan bekliyorduk. Bir yandan da böyle bir kalkışmayı hiç beklemiyorduk çünkü onca yılda yaşanan bunca vahşilik karşısında, insanlarda derin bir umutsuzluğun yayıldığı bir görüntü de var idi. Bu nedenlerle böyle bir toplumsal patlamayı hem bekliyorduk, hem de beklemiyorduk.

“SURVİVOR” BU DÜZENİN EN GÜZEL ÖZETİ

İktidarın da benzer bir beklenti içerisinde olduğunu kabul edersek, neden olanların önüne geçilemedi?

İktidarın hep iktidar kalma çabası kadar, kapitalist ve neoliberal düzen de pek çok şeyi yok etti. Televizyonlarda yayınlanan yarışma programı “Survivor” bu düzenin en güzel özeti. Ne kadar sıcak ilişkiler kurarsan kur, günün sonunda yanındaki insanı iteceksin ki sen üstte kalasın. O yarışmayla verilen mesaj bu. Çünkü orada tek bir kişi hayatta kalacak, oyunun bundan başka bir kuralı yok.

1 Mayıs ve akabinde olanlar, Başbakan’ın her şeye kendisinin karar vermek istemesi tesadüf eseri değil ki... 26 Haziran İşkence Görenlerle Dayanışma Günü’nde açıkladığımız raporda daha çok bunlar üzerinde durduk. Hiçbir şey için kanıta ihtiyaç yok çünkü Türkiye’deki büyük çoğunluk ve dünya yaşanan vahşete tanık oldu. Evinden çıkmayan insanların mahallelerine bile o TOMA’lar girdi. Girmediyse de bir tanıdığı veya akrabası sokaklardaydı, bizzat yaşadı, o da ondan dinledi. Bunun önüne hiç kimse geçemez. Ne kadar üzeri örtülmeye çalışılsa da bu süreç bir ayla sınırlı değil.

“BU RUH BİR UMUTTUR”

Gezi Parkı sürecine ve direnişin geleceğine dair değerlendirmeleriniz neler?

Kişisel yaşamım süresince Gezi direnişi gibi bir olaya tanık olmadığım için tüm süreci anlamış gibi değerlendirme yapma hadsizliğinde bulunmam doğru olmaz. Süreçte hepimizin öğrenmesi gereken çok şey var. “Bu yepyeni bir şeydi” cümlesi de anlamsız elbette; bu sürecin içinde geçmişten çok şey var. Bugüne dek Türkiye’nin birçok yerinde ağaçlar için insanlar oturdu, çadırlar kurdu, renkli etkinlikler, eylemlilikler içerisinde mücadeleler verildi. Gezi Parkı’nda ise herkes çok kıymetli olan o bir tek ağaç için bu işe girdi ama aynı zamanda tahrip olan değerlere karşı bir isyan yaşandı. Türkiye’nin insanca yaşanır kılınmasına yönelik bir ruh ortaya kondu ve bu ruh bir umuttur. Öte yandan süreç çok vahşi yaşandı çünkü bu umut “muktedirler” açısından olağanüstü bir tehdittir aynı zamanda.

“İKTİDAR SAHİPLERİNDE PANİK DUYGUSU OLUŞTU”

Bu süreçte ortaya çıkan umudu sağlayan, onu geçmişteki toplumsal hareketlerden farklı kılan nedir?

Umudu yok etmek için iktidarların sarılacağı yöntem işkencedir. İşkenceyle baş etmek için çeşitli çalışmalar yapıyoruz elbette ama başta anlaşılması gereken şey; işkencenin temelinde “Sen bir hiçsin” mesajı olduğunun bilinmesi. Amaç, işkence yapılan kişinin tüm benliğini yok etmek ve onun üzerinden topluma korku salmaktır. Gezi Parkı sürecinde ise halk, “Ben tüm değerlerimle mücehhez bir insanım, tüm baskılarınıza karşın ortak değerlere dayalı olarak birlikte insanca yaşayacağız” dedi.

Geçmişte insanlar daha ziyade bu sert saldırılar karşısında direnebileceği ölçüde direnir, sonra çekilir ve bir daha geri gelme refleksi gösteremezdi. Ama bu olayda insanlar her gaz, gaz kapsülü, plastik mermi yedikten sonra meydanlara daha kalabalık döndüler. İşin sonunda polislerin bakışları değişti, dağılan onlar oldu. Saatler sonra da olsa Kızılay’a girildi işte. Bu nedenle poliste de, iktidar sahiplerinde de bir panik duygusu oluştuğunu herkes gözlemleyebildi kanımca.

“MUAZZAM BİR ÖRGÜTLÜLÜKTÜR”

Gezi Parkı’nın işgal edildiği süre boyunca orada bulunan parti ve örgütlere ilişkin bayraklar çok tartışıldı. Örgütlülüğün birlikteliği ve direnişi engelleyebileceği söylendi. Gezi Parkı Direnişi size göre örgütsüz veya örgütsüz olması gereken bir hareket miydi?

Bu kadar büyük bir hareket örgütsüz olabilir miydi? Bu süreç için “kendiliğinden” demek, “örgütsüzler” demek çok büyük haksızlık olur. Toplum olarak, geçmişten gelen problemli bir “örgüt” tahayyülümüz var demek ki. Bu onu gösterir. Örgüt demek bir işin organizasyonu demektir, iş tanımı koyup, amacı belirleyip ona göre bir hareket belirlemektir. Geçmişte de en güçlü örgütler böyle ilerlemiştir. Yoksa salt bir şema, yönetici ve üyeler olmak zorunda değildir. En örgütlü hareketin kendisi bu süreçte yaşanmıştır. En basit ifade ile meydana hangi sokaktan girileceğine karar vermek, diğer sokaktakilere bunu iletip, aynı zamanlarda hareket etmek ya da Gezi parkında ve ülkenin pek çok yerinde park ve alanlarda gündelik hayatın neşe dolu, mutluluk verici olduğu, herkesin hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşayabileceği organizasyonu muazzam bir örgütlülüktür.

“YARALILAR DAHİ MEYDANDA KALMAYA ÇABALIYORLARDI”

Süreç içerisinde TİHV ve sağlık emekçileri hangi sorumlulukları üstlendiler?

Sağlıkçılar ve hekimler en fazla desteği veren gruplardan biri oldu. İlk günden itibaren Ankara ve İstanbul başta olmak üzere, pek çok şehirde o kadar güzel örgütlendiler ki! Elbette Türk Tabipler Birliği, Sağlık Emekçileri Sendikası ve keza biz TİHV’in koordinasyonuyla çok fazla yeni katılım oldu. Tek başına hareket eden sağlıkçılar bile anlık, acil sağlık hizmeti veren birimler gibi hareket ettiler. Değişik disiplinlerden arkadaşlar, ekipler haline gelerek müdahalelerde bulundular. Gezici revirler, sabit revirler oluşturdular, polis baskınlarına rağmen yine de yaralılara yardım etmeyi sürdürdüler. Saldırılar karşısında herkes oldukça soğukkanlıydı. Yaralılar dahi süreci ayakta geçirmeye, meydanda kalmaya çabalıyorlardı. Bazılarını yatarak tedavi olmaya ikna etmek zorunda kaldığımız oldu.

“VAKIF TARİHİNDE HİÇ BU KADAR YOĞUNLUK YAŞAMAMIŞTIK”

İlk andaki müdahalelerin ardından, şu andaki çalışmalarınız ne yönde gelişiyor?

İlk dönemde zorunlu olmadıkça tıbbi veya psikolojik yardım almak isteyenler çok fazla değildi. Ancak günler geçtikçe bu sayı arttı. Bunların arasında elbette bir de yaşadığı durumu belgeleyip hesap sormak isteyenler var. Haziran sonu itibariyle sadece bize yapılan başvuru sayısı 202. Belki eylemlere katılan nüfusa oranla 202 kişi az görülebilir ama 23 yıllık Vakıf tarihinde, bir aylık bir süreçte hiç bu kadar büyük bir yoğunluk yaşamamıştık. Biz eksiklerimizi öğrenerek, gönüllü arkadaşlarımızın da desteğiyle yavaş yavaş önlemlerimizi alarak bu süreci takip ediyoruz.

Uluslarası basın kadar tıp camiası da bu süreçte aktif rol aldı. TİHV bu konuda ne gibi bir çalışma yürüttü?

TİHV’in işkence meselesinde dünyada çok özel bir yeri vardır. Birleşmiş Milletlerce imzalanan İstanbul Protokolü bu ülkenin acıları ve bilimsel birikimi ile başlamış ve ilerlemiş, sonucunda da BM’ye tarafımızdan sunulmuştur. Etik ve bilimsel açıdan dünyanın pek çok kurumuyla ilişkisi olan bir kurumuz. Özellikle 2 Haziran gecesi itibarıyla tüm dünyaya buradan çağrılar gitmeye başladı. Kimileri bulunduğu yerde bildiriler yayınlayarak, kimileri etkinlik düzenleyerek, kimileri ise Türkiye’ye heyetler göndererek bize destek oldular. Özellikle tıp ve insan hakları bakımdan çok değerli bir dayanışma ortamı oluştu.

http://www.tihv.org.tr/index.php?tihv-destek

 

TİHV'yi Nasıl Destekleyebilirsiniz?

Vakfın çalışmaları işkenceye karşı etkinlik yürütmek isteyenlerin gönüllü işbirliği ve paylaşımı temelinde yürütülmektedir. Bu nedenle sahiplenildiği, desteklendiği ölçüde niteliği ve niceliği yükselir.

Sizler de TİHV'ye;

Çalışmalarını tanıyarak ve tanıtarak;

Tanık olduğunuz insan hakları ihlallerinin bilgi ve belgelerini en yakın merkezimize ulaştırarak;

Az ya da çok kaygısı taşımadan ayni veya nakdi bağış yaparak;

Eğer hekim, psikolog, hemşire, sosyal hizmet uzmanı ya da fizyoterapist iseniz; işkence görenlerin tedavi ve rehabilitasyonu çalışmalarını veya işkencenin kanıtlanmasına yönelik araştırmaları yürüten gönüllü ağımıza katılarak;

Eğer hukukçu iseniz; işkence savı raporla kanıtlanmış başvurularımıza işkence davalarındaki hukuksal süreçte avukat ya da danışman olarak katkıda bulunabilirsiniz.

Bağışlarınız için hesap numarası:

Türkiye İş Bankası

Samanpazarı Şubesi

No: 4215 884004

IBAN No: TR360006400000142150884004