Kürt Sorununda nerede olduğumuzu konuşmaya devam ediyoruz…

Bugün, Kürt Kültür ve Araştırma Vakfı (KÜRTKAV) üyesi, Eğitimci-Yazar Fehim Işık’ın sorularımıza verdiği yanıtları okuyacaksınız.

DEMOKRAT HABER - Cafer Solgun / Mehmet Göcekli

 

“HÜKÜMET SİYASETİN ÖNÜNÜN AÇILMASI İÇİN ÖCALAN’LA DİYALOGU SÜRDÜRMELİ”

Demokrat Haber: Yaşanan sıcak gelişmeler ışığında, (BDP’nin meclis boykotu, Hatip Dicle’nin durumu, çatışma ve ölüm haberleri, DTK’nın özerklik ilanı ve ‘Ağar-Çiller konseptine geri mi dönüyoruz?’ yorumlarına neden olan özel timlerin yeniden devreye sokulma hazırlığı...) Kürt sorununun barışçıl, demokratik çözümü konusunda içerisinden geçtiğimiz süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Fehim Işık: Kürt sorunu yeniden şiddet sarmalına girdi. Konu üzerine konuşanların, özellikle Kürt siyasetçi, yazar ve aydınlarının önemli bir bölümü 90’lı yıllara geri dönülmesinden kaygı duyuyorlar. Bu düşüncenin oluşmasını sağlayan etkenlerden biri AKP hükümetinin bölgede savaş gücü olarak konuşlandırmak istediği özel timlerin yeniden devreye sokulması girişimidir. AKP hükümetine, özellikle Başbakan’a akıl verdiklerini sandığım bir grup akademisyen, stratejist, terör uzmanı da ‘sivil denetimli özel timlerin’ varlığı ile sürdürülecek, sosyal politikalarla desteklenecek savaş güçlerinin PKK karşısında sonuç alıcı olacağını ve PKK’nin imhasından sonra Kürt sorununun ‘çözüleceğini’ belirtiyorlar. Oysa bu ucube politikalar ne kadar süslü püslü olarak ifade edilse de sonuçta her biri denenmiş, hem de onlarca kez denenmiş, sonu ağır hüsranlara yol açmış politikalardır. Yeni hiçbir şey yok. Geçtiğimiz dönemde yeni olan, belki de AKP’nin Kürt sorununa, şimdiye kadar iktidar olmuş tüm Cumhuriyet hükümetlerinden farklı yaklaşmasıydı. Görünen o, ki Kandil saldırıları da bunun göstergesidir, son atılan adımlar ile AKP’nin bu farklı politikası da bir sınıra dayandı ve belki de iflas etti.

Sorunu yalnızca getirip bir seçim sürecine ve sonrasında yaşananlara endekslemek istemiyorum. AKP 2002’de yönetime geldikten sonra bugünkü manevra alanına ve yönetim gücüne sahip değildi. Ağırlıkla ülkedeki dindar ve mütedeyyin insanların oyunu alarak iktidara gelen AKP, kendinden önceki Refah-Yol iktidarının deneyimine sahipti. Dolayısıyla önüne öncelikli hedef olarak ‘dindar ve mütedeyyin’ insanların sorunlarını değil, demokrasiyi koydu. Dindar insanların dar ölçekli sorunları yerine dünyanın önemli bir kesimini ilgilendiren politikalar ile ABD ve AB başta olmak üzere geniş kesimin desteğini daha rahat alabilirdi; ki aldı da... Türkiye’nin AB süreci, bir yönüyle AKP’nin arzuladıklarını yaşama geçirmesinde de rahatlatıcı bir olanak sağlıyordu. Ergenekon operasyonları ile Ordu’nun siyasi sürece müdahale etmesinin engellenmesinde, AKP’nin yüzü AB’ye dönük politikalarının önemli bir etkisinin olduğu bugün daha rahat görülebiliyor.

AKP kendisinin daha rahat adım atmasını sağlayan bu politikaları, özellikle referandum sürecine kadar sürdürdü. Bunun öncesinde de doğrusu tüm Cumhuriyet hükümetlerinin atmadığı adımları attı. Kendini birinci derecede ilgilendiren, belki de iktidara gelmesinde büyük payı olan başörtüsü sorununu çözemeyen, çözmeye yanaşmayan AKP, Kürt ve Alevi çalıştaylarıyla şimdiye kadar hükümete mesafeli durmuş kesimlerle diyaloga girdi, onların desteğini almaya çalıştı, Kürtçe bir televizyon kanalı açtı, bazı üniversitelerde Kürtçe bölümlerin açılmasını sağladı.

Tüm bu olumlu olarak değerlendirebileceğimiz adımlara rağmen referandum süreci AKP açısından bir sınır noktası oldu inancındayım. Habur dönüşü ile özellikle Kürt sorununda bir kırılma yaşayan, oyalama ve tasfiye taktikleriyle yürüttüğü çözümcü olmayan politikaları iflas eden AKP, özellikle de Başbakan, referandum öncesinde daha çok kitlelerin oyunu almaya dönük yeni politikalara yöneldi, dolayısıyla kendinden önceki hükümetlerin yaptığını tekrar etmeye başladı. Milliyetçi politikaları ağır bir biçimde dillendirmeye başladı. Kürt sorunu konusunda ‘Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimin sorunu vardır,’ politikasını esas alan AKP, oklarının hedefine de BDP’yi koydu. Genel seçim sonrasında yaşanan politikalarda, yani BDP’nin parlamentoyu boykotunda, Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin gasp edilmesinde, KCK tutuklusu milletvekillerinin bırakılmasının engellenmesinde AKP’nin birebir sorumluluğunun olduğu inancındayım. AKP, deyim yerindeyse PKK ve BDP’yi provoke etti ve bunda da başarılı oldu.

Kanaatim o ki AKP bir sınıra gelip dayanmıştı ve ondan ötesine gitmesi mümkün değildi. Türkiye’de büyütülen ırkçılık ve faşizm, AKP’nin sınırlarını da çizmişti.

Kandil’e savaş uçaklarının, belki de kısa bir süre sonra binlerce askerden oluşmuş kara birliklerinin gönderilmesi de dahil, tüm bu politikaların Kürt sorununu çözmeyeceği açıktır. Şiddet şimdiye kadar çözüm gücü olmadı. Aksine şiddet, karşı şiddeti besledi ve büyüttü.

PKK’nin, karşı şiddetin büyütülmesi, Kürt gençlerinin dağda imha edilmesi ile tükenmeyeceği, Kürt sorununun da bu şiddet sarmalı ile bitmeyeceği çok açık. Bunu en başta hükümetin iyi bilmesi gerekir.

Elbet bu noktaya gelinmesinde, Kürt sorununun, özellikle de PKK’nin yanlış analiz edilmesinin de payı vardır.

Hepimiz biliyoruz ki PKK, Kürt sorununun günümüze yansıyan sonucudur. Gelinen aşamada hala ve ısrarla, PKK'nin bir sonuç olduğu gerçeği göz ardı ediliyor. Kürt halkının kimliğinin red, inkar ve asimilasyonu, Kürt halkına Cumhuriyet sonrasında yönelen büyük katliamlar birçok örgütün çıkışına neden olduğu gibi PKK'nin de çıkışına neden oldu. 1938 sonrasında, yani devletin Kürtler üzerindeki egemenliğini pekiştirmesinden sonra Kuzey Kürt örgütleri içinde şiddete ilk bulaşan örgüt PKK oldu. Devlet şiddeti, işkenceler, faili meçhuller, köy boşaltmalar Kürtleri giderek PKK ile daha fazla buluşturdu, deyim yerindeyse PKK'yi Kürtlerin önemli bir bölümünün sığınağı haline getirdi.

Bu tespit yapılmadan, PKK’nin günümüzdeki konumu iyi belirlenmeden, sorunun çözümü mümkün değil.

Bugün Türkiye siyasetinde etkin olan Kürt siyasi kesimlerinin önemli bir bölümü PKK üzerinden büyüdüler. BDP, PKK üzerinden büyüyüp günümüze ulaşan bir partidir. DTK ve diğer kültürel, siyasi, sivil Kürt örgütlerinin önemli bir bölümü de PKK üzerinden şekillenerek büyümüşlerdir. PKK siyasetine eğilim göstermeyen Kürt örgütleri ve aydınları ise giderek küçülmüş ve etkisiz hale gelmişlerdir. Bunların Kürt siyaseti üzerindeki yönlendiricilikleri hala bile entelektüel bir katkı olmaktan öteye gidemiyor.

“PKK, BDP’NİN ÖNÜNÜ AÇMALIDIR”

Elbet, ülkenin yeniden içine girdiği şiddet sarmalından kurtulmasında, Kürt sorununun adil, demokratik ve barışçıl çözümünde ortaya çıkan handikapları irdelediğimizde, bunda PKK’nin de ciddi sorumluluklarının olduğunu görebiliriz. PKK, silahsızlanmaya doğru gidecek, şiddeti bir bütün olarak ortadan kaldıracak bir politikayı benimsemedi. Oysa PKK, açık zemindeki siyaset mekanizmalarını bu anlamda geçmişten fazla önemsemeli ve özellikle BDP’nin bağımsız siyaset yapabilmesi için onu dolaylı da olsa yönetmekten vazgeçmeli, BDP’nin önünü açmalıdır. Bu açıdan BDP’nin yeniden parlamenter sürece dahil olması, önemlidir. AKP ise bu sürecin provokatörü olmaktan öte kolaylaştırıcısı olmalıdır. AKP, Kürt ve Alevi sorununun çözümünde, ya da muhafazakar kesimi ilgilendiren sorunlar dışındaki diğer tüm sorunlarda, 'Yapacaklarımı yaptım, benden bu kadar,' noktasından geri dönmeli, sorunların şiddet dışı yöntemlerle çözümü için çaba göstermeli, adımlar atmalıdır. Bunun için görüşülmesi gereken kimse onunla görüşmenin zerre sakıncası yoktur.

“GÜNDEMİ BELİRLEYEN ÖCALAN”

Demokrat Haber: Abdullah Öcalan’la İmralı’da yapılan görüşmelerin akıbeti konusunda ne düşünüyorsunuz? Öcalan’ın “aradan çekiliyorum” şeklindeki açıklamasının etkileri, devlet ve PKK açısından ne olur?

Fehim Işık: Abdullah Öcalan 1999’da yakalanarak Türkiye’ye iade edildi. Öcalan’ın yakalanmasında Türkiye’nin zerre kadar dahlinin olduğuna inanmıyorum. Bunu dönemin başbakanlarından Ecevit bile ikrar etti. Bir söyleşisinde Ecevit, Öcalan’ın niçin kendilerine verildiğini anlayamadığını, söylemişti.

Öcalan’ın yakalanmasından sonra PKK kısa bir yalpalama yaşadı, akabinde kendini toparladı ve Öcalan’ı tek önder olarak gördüğünü ilan etti. Bu yetmez, Öcalan’ı ‘Kürt Halk Önderi’ olarak tanımlamaya başladı. Bu durum dünyadaki diğer gerilla örgütlerinin tutunduğu tavırdan farklıydı. Diğer gerilla örgütleri yakalanan liderlerini manevi olarak önemsemiş, ancak esaretlerini gerekçe göstererek örgüt üzerindeki etkilerini deyim yerindeyse sıfırlamışlardı. PKK içinde de bu örgütlerin yaklaşımlarına benzer girişimler başlangıçta yaşandı. Bazı kadrolar önce örgütü Öcalan’sız bir biçimde kendi kontrollerine almaya çalıştılar. Bunu başaramayınca Öcalan’ın tutumunu gerekçe göstererek ayrı bir yapılanmaya giriştiler; ama PKK’yi Öcalan’sız bir noktaya taşıma konusunda başarılı olamadılar. PKK’nin ana gövdesi bunların önlerini kesti. Bu yalpalama döneminden sonra örgüt bir bütün olarak yeniden Öcalan’ın kontrolü altına girdi, denilebilir. Belki fiili bir lider değildi; ama politikaları belirleyen ve örgütü yönlendiren tek güç Öcalan’dı. Öcalan’ın PKK güçlerini sınır dışına çektirmesi, diğer taraftan PKK kadrolarını ‘barış grupları’ olarak Türkiye’ye geri getirecek gücü elinde bulundurması, zaman zaman ateşkes ilan edilmesindeki rolü ve örgütün Öcalan’ın kararlarına itirazsız uyum sağlaması, Öcalan’ın elini güçlendiren faktörlerdi.

Ancak bir sorun vardı. İktidar AKP’nin elindeydi, ancak Öcalan’la görüşenler iktidarın denetimde olan kesimler değildi. Adalet Bakanlığı’nın neredeyse İmralı cezaevi üzerinde zerre etkisi yoktu. Ergenekon, Balyoz gibi adlarla tanımlanan ordu mensuplarına dönük operasyonlar, Türk hukuk sistemindeki değişikliklerle giderek yargının hükümetin etki sınırları içine çekilmesi, AKP’nin 2010 yılından itibaren İmralı’yı daha etkin bir biçimde kontrol etmesine neden oldu.

Öcalan’ın pragmatist ve süreci iyi okuyan bir lider olduğunu görmemek mümkün değil. 12 yıla yakındır içerde olmasına rağmen hala gündemi belirleyen kendisidir. Bu anlamıyla dengeleri iyi gören ve dengeleri kontrol eden özelliğe sahip biri olduğu açıktır. İmralı’nın kontrolünün Adalet Bakanlığına, dolayısıyla hükümetin denetimine geçmesinden sonra görüşmeleri ve görüşülen konuları, deşifre etti. Diyalog sürecinden müzakere sürecine geçildiğini söyledi.

Öcalan’ın hükümetle görüşmelerini düzenli olarak örgütü ve kamuoyu ile paylaşması, hem kendi etki gücünü göstermek, hem de kendisine dönük oyalama taktiklerini ortadan kaldırmak için yaptığı açıktı. Kamuoyu bu duruma büyük bir tepki de göstermedi. Muhalefet partileri bile hükümetin MİT üzerinden Öcalan’la görüşmesini diline dolamadı, hatta destekledi.

‘Diyalog ve Müzakere’ süreci olarak adlandırılan bu dönem birçok gelgite ev sahipliği yapsa bile aslında sorunun şiddet dışı yöntemlerle çözümü konusunda da umut veriyordu. Bu sürecin başarısızlıkla sonuçlanması, Öcalan’ın haftalık olağan görüşmelerinde avukatlarına, “Hükümet de, PKK de beni kullanıyor, ben aradan çekiliyorum,” demesi ve Kandil’e operasyonla nihayetlenen yeni şiddet dönemiyle noktalandı.

“HÜKÜMET OYALAMA TAKTİĞİ UYGULUYOR”

PKK’nin kendi liderini ne kadar kullandığına dair bir şey diyemem. PKK’nin de kendi içindeki dengeleri gözeterek hareket ettiği, kendi önderini kutsasa bile zaman zaman ona rağmen adımlar attığı muhakkak. PKK’nin bu girişimlerini, ‘Tamam Öcalan’la konuşun, adım atın, ama biz de buradayız, unutmayın,’ hatırlatmaları olarak da görmek gerekir, inancındayım. Ama burada esas olan hükümetin tutumudur. Hükümetin bir taraftan MİT Müsteşarı düzeyinde Öcalan’la görüşmesi, diğer taraftan BDP’ye kapılarını kapatması, hatta sorunun çözümünü zorlaştırıcı bir üslubu özellikle takınması, onun oyalama taktiği ile hareket etmesinin bir sonucu olduğu kanaatindeyim. Hükümet Öcalan’ı hem kullandı, hem de onun aracılığıyla Kürt hareketini boş hayaller peşinde koşturarak oyaladı.

Bu tehlikeli bir politikaydı ve tutmadı. Bu nedenledir ki şiddet tekrar kutsanır bir hale geldi. Hem Türk ordusu, hem de PKK yönetimi, yeniden şiddeti büyüten politikalara yöneldi.

“ÖCALAN ŞİDDETİ SONLANDIRACAK GÜCE SAHİP BİR LİDER”

Bu politika değişmelidir. Ne Öcalan’ın konumu, ne de PKK’nin gücü sınanacak konum ve güçler değiller. PKK, 30 yıldır silahlı savaşım yürüten bir örgüttür ve alanına hakimdir. Öcalan da, PKK’yi kontrol edecek olanaklar sunulduğunda şiddeti sonlandıracak güce sahip bir liderdir. Hükümet gerçekten sorunun çözümünden yanaysa, en azından şiddetin sonlandırılması ve siyasetin önünün açılması için Öcalan’la diyalogu sürdürmelidir. Şiddet siyaset öğesi olmaktan çıktıkça durumun normalleşmesi ve sürecin demokratik zeminde ilerlemesi mümkündür.

“FİİLİ KAZANIMLARIN HUKUKSAL KAZANIMLARA DÖNÜŞMESİ SAĞLANMALI”

Demokrat Haber: Kürt sorunu ile birlikte yaşamaya devam mı edeceğiz? Barış ve çözüm konusunda iyimser misiniz, kötümser mi? Neden?

Fehim Işık: Kürt sorunu ile ilanihayet yaşamayacağımız, yaşayamayacağımız çok açıktır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana daha yakıcı bir biçimde devam eden sorun, gelebileceği en üst sınıra dayanmıştır. Kürtlere dönük olarak birçok katliam, sürgün, yok etme, asimilasyon; velhasıl kelam tüm politikalar denendi. Süleyman Demirel, PKK hareketini Kürtlerin 29. isyanı olarak tanımlıyordu. Tarihte yaşanmış diğer hareketlerin tümünü isyan olarak tanımlayıp tanımlamayacağımız tartışılır. Ama esasen her birinin Kürt halkının kitleler halinde yok edildiği, öldürüldüğü dönemler olarak adlandırabiliriz. Bunlar arasında en uzun isyan olarak adlandırabileceğimiz hareket, PKK’nin 1984’te Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla başlattığı süreçtir. Bu hareketin uzunluğunun yanı sıra çok ağır bedellerin ödenmesine de ön ayak olduğunu biliyoruz. Bedeller tek taraflı da değil. Devletin red, inkar ve asimilasyon politikaları neticesinde onbinlerce genç yaşamını yitirdi.

Tüm bu iç karartıcı tabloya rağmen ben sorunun çözümüne dönük olarak hala iyimserim. Yapılacak en önemli şey de Kürtlerin ağır bedeller karşılığı elde ettiği fiili kazanımların hukuksal kazanımlara dönüşmesi için gerekli adımların bir an önce atılmasını sağlamaktır.

Ödenen onca ağır bedelin karşılığında, hala hükümet “anadilde eğitim kırmızı çizgimizdir,’ diyor ve ağırlıkla bireysel hak temelli adımlar atıp nihai çözümü de PKK’yi imha etme noktasında görüyorsa, bunun için özel timlerden medet umuyorsa, unutulmamalı ki bu politikalar sadece yeni yıkımları, hatta belki de büyük ve kanlı bir iç savaşı beraberinde getirir. Hükümete akıl verenlerin, Başbakan’ın ‘terör danışmanlarının’ bu yıkımı, tehlikeli bir şekilde yaklaşan iç savaşı görmemesi normaldir. Onlar süreci masa başında tahlil eden maaşlı memurlardır. Elleri sıcak sudan soğuk suya girmemiştir. Bu bir avuç ‘danışmanın’ dışında bu ülkede milyonlarca aklı başında, şiddet karşıtı, demokrat, aydın, ilerici insan hala vardır. Bu kesimlerin ciddi ve organize bir güç olarak ortaya çıkacaklarına, sivil toplum dinamiklerinin süreci daha etkili yönlendirebileceklerine inanıyorum. Bu nedenle hala iyimserim, diyorum.

Elbet iyimserliğin karşıtının bizleri nerelere götüreceğini de görmek gerekir.

“KÜRTLERİN KORKU DUVARINI AŞTIĞI AŞİKAR”

Bu ülkede şimdiye kadar halklar birbirine hiç girmedi. Ufak tefek denemeler oldu, ancak halkların karşılıklı çatışmaları, yani bir iç savaş yaşanmadı.

Türkiye’de Kürtlerin korku duvarını aştığı aşikar. Kürtlerin bunca ağır bedelden sonra kaybedecekleri ciddi şeyler de yok. Zaten ağır bedeller ödemişler. Neredeyse her evden bir cenaze çıkmış. Yüz binlerle ifade edilen ölüm, faili meçhul, köy yakma, işkence, tutuklama ve mahkumiyetten, milyonlarca zorunlu göç mağdurundan söz ediyoruz. Çözüm isteniyorsa, bu kesimlerin öznel durumu göz ardı edilmemelidir. Tersine davranıp son Zeytinburnu olaylarında görüldüğü gibi özellikle halkların iç içe yaşadığı yerleşim birimlerinde iç savaş denemesi yapılırsa, bundan herkes zarar görür.

Türkiye’de kamuoyunun çözüme hazır olmadığı savunuluyor. Elbet büyütülen ve yaygınlaştırılan ırkçılık ve faşizm, kamuoyunu etkiliyor. Bunu mevcut hükümet tersine çevirecek olanaklara sahiptir. Ciddi ve etkili politikalarla savaşın bir başka boyutuyla mağduriyet yaşayan Türk halkı da çözümün bir parçası olabilir.

 

Fehim Işık – Eğitimci / Yazar (Özgeçmiş)

1961 yılında Diyarbakır’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Diyarbakır’da tamamladı. 1988 yılında Dicle Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü’nü bitirdikten sonra kısa bir dönem Batman’da öğretmenlik yaptı. 1989 yılında gazeteciliğe başladı. Aynı yıl yayınlanan bir yazısı nedeniyle 2 yıl cezaevinde kalan Işık, gazeteciliği 2000 yılına kadar sürdürdü. Işık en son, Kürtçe-Türkçe yayınlanan haftalık Ronahi ve Hêvi adlı gazetelerin genel yayın yönetmenliğini üstlendi.

1992 yılında kurulan Kürt Kültür ve Araştırma Vakfı’nın (KÜRTKAV) üyesi olan Işık, 2002 yılından sonra aralıklarla bu kurumun yöneticiliğini de yaptı.

Işık’ın Kürt kültürü, tarihi ve edebiyatı alanında kaleme alınmış inceleme ve araştırmaları bulunmaktadır. Türkçe ve Kürtçe kaleme aldığı araştırma ve makaleleri, inceleme ve araştırma dergileri ile gazetelerin yanı sıra çeşitli internet sitelerinde de yayınlanan Işık’ın hem Kürtçeden Türkçeye hem de Türkçeden Kürtçeye çevirdiği kitapları da bulunmaktadır.

Evli olan Işık’ın dört çocuğu vardır.

DİZİ KAPSAMINDAKİ SÖYLEŞİLER:

Gencay Gürsoy

Erol Katırcıoğlu

Umur Coşkun

Emine Uçak Erdoğan

Fehim Işık