Serbest Siyasa Söyleşileri'nin konuğu olan Marksist akademisyen Korkut Boratav, önemli analizler yaptı. "Gezi direnişi yağmacı kapitalizme karşı olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırıdır" diyen Boratav, "Gelecekte bir veya birkaç Kürt devleti göreceğimizi öngörebiliriz" dedi. CHP'yi eleştiren Boratav, "Türkiye'de 'kuruluş felsefesi' ile sınırsız ('doğrudan') demokrasi özlemlerinin uzlaştığını, Gezi direnişine Mustafa Kemal'li bayrakları ile katılan gençler gösterdi; Kılıçdaroğlu öğrenemedi" diye belirtti.

serbestsiyasa.com'da yer alan söyleşinin bazı kısımları şöyle:

SS: Uzun yıllar üniversitede çalıştınız. Türkiye’de üniversitenin dünden bugüne, diyelim ki son elli yıldır geçirdiği değişimi nasıl özetlersiniz? Özellikle iktisadi araştırma yapanlar açısından koşullar nasıl değişti?

KB: 1960-1980 arasında Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki deneyimlerimden hareket ederek bir değerlendirme yapabilirim. 1946 tarihli Üniversiteler Kanunu’nun belirlediği süreler içinde doktora ve doçentlik unvanlarının kazanılması koşuluyla iş güvencesi vardı. Tezler, yayınlar, araştırmalar Türkiye’den jüriler, hakemler tarafından değerlendirilir; Türkçe yayınlar önem, hatta öncelik taşırdı. Hirsch’in Almanya’dan Türkiye’ye taşıdığı kürsü sistemi, en azından SBF’de akademik gelişmeye niteliksel katkı yapmıştı. Asistanların hocalarını zamanla aşması, sadece doğal karşılanmaz; beklenir, istenir, teşvik edilirdi. Kürsülerin bünyesinde ufak çapta bilimsel akımlar; ‘okullar’ oluşurdu. Fakülteler tüzel kişiliğe sahipti. Fakülte Kurulları, eğitim programlarında, öğretimde, akademik ve yönetsel tüm konularda (idarî yargının istisnaî müdahaleleri dışında) nihaî karar birimleriydi. Örneğin SBF’de bu kurullar; asistanlık sınavları, atama-yükseltme, doktora, yüksek lisans jürilerinde ideolojik, politik ve kişisel kayırma etkenlerini önlemeyi temel bir öncelik haline getirmişti. Bu ortam, akademik mesleğin bünyesinde hiyerarşik zincirleri zayıflattı; olağanüstü bir bilimsel demokrasinin oluşmasına katkı yaptı. Bu özelliğin Türkiye’nin o tarihlerdeki demokratikleşme olgusuyla da bağlantılı olduğunu düşünebiliriz. Aynı yıllarda ODTÜ’de de benzer bir demokratik ortamın oluştuğunu biliyorum. Bu nedenle, kürsü sistemini fazla abartmamak gerekebilir. Ancak, ODTÜ’de dahi iş güvencesi, hukuken değilse bile, fiilen uygulanmıştı.

İktisat alanında doktora sonrasında İngilizce hakemli dergilere yayının akademik atama-yükseltme ölçütü olarak kullanılmasını sadece hatalı değil, zararlı görüyorum. Türkçe bilimsel üretimi, özgünlüğü, yaratıcılığı kösteklediğini düşünüyorum.

İnternet ve bilgisayar dünyası, iktisatta nicel araştırmaları çok kolaylaştırdı. Sağladığı zaman tasarrufu ve (geçtiğimiz aylardaki Reinhart/Rogoff örneğine rağmen) güvenilirlik büyük kazançtır. Ancak, ‘tasarruf ettiğiniz’ zamanı nasıl kullanıyorsunuz? Genç kuşaktan iktisatçıların zaman içinde kitap okuma (yeni alınan bir kitabın sayfalarını ‘koklama’), dergi karıştırma, Türkçeyi bir yazı dili olarak kullanma alışkanlıklarını yitirebileceklerini düşünüp endişe ediyorum.

SS: Türkiye’de 2002’de AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana, sermayenin TÜSİAD’dan Anadolu’daki İslamcı/muhafazakâr şirketlere kaydığına ilişkin bir algı var. Hatta bu sürecin Turgut Özal liderliğindeki ANAP’la başladığı da söylenir. Oysa rakamlara bakıldığında TÜSİAD üyesi şirketlerin ekonomideki payında kayda değer bir azalma yok. Dolayısıyla, son 10 yıldır, görünürdeki tüm rejim tartışmalarına karşın, ‘büyük sermaye’nin AKP iktidarı ile – tıpkı geçmişte ANAP iktidarı ile olduğu gibi – bütünleşmekte olduğunu düşünebilir miyiz? AKP’nin son on yılda Türkiye’deki sermaye birikimi ve dağılımı süreçlerine etkisi sizce nasıl oldu?

KB:  Sözünü ettiğiniz ayrışmanın sınıfsal içeriği, bence zayıftır; hatta anlamsızdır. Genel olarak sermaye ve özel olarak da Türkiye burjuvazisi için, neo-liberalizmin emek-sermaye ilişkileri için geçerli olan ana çizgisini ödünsüz izleyen bir ‘tek parti’ (AKP) iktidarı, koalisyonlara dayalı (ve bu yüzden ‘popülizm sapkınlığı’ riskleri taşıyan) tüm seçeneklere göre açık farkla ehvendir. Sermayenin kolektif iradesini borsa gösterir. AKP’nin Türkiye üzerindeki hegemonyasının güçlendiği her aşamada borsanın yükselmesi bu bakımdan anlamlıdır. 2011 referandumu sırasında patronların tavrını belirleyen bir listeyi Hakan Gülseven yayımlamıştı. TÜSİAD’çılar dâhil ezici çoğunluk referanduma ‘evet’ oyuyla katılmışlar. Sermayenin toplum üzerinde tahakkümüne bu derecede angaje bir iktidara destek esastır; yaygındır. Bu yaygın destek, aynı iktidara, özellikle rant paylaşımı süreçlerinde iş çevreleri arasında kayırma/dışlama ayrımı yapma hakkını da sağlar. Bu ‘kayırma/dışlama arızaları’, sınıfsal değil, hizipsel ayrışmalardır ve ikincildir.

SS: Kürt meselesinde gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Günümüzde, ekonomik ilişkilerin hacmi bakımından, Türkiye’nin Almanya’dan sonraki en büyük ikinci ortağının Güney Kürdistan olduğu söylenebilir. Türkiye’nin PKK ile barışma sürecine girmesi sizce Türkiye’nin Güney Kürdistan’la olan siyasal ilişkilerini ve Türkiye’deki Kürt meselesini nasıl etkileyecek?

KB:  Sorunuzu ‘Güney Kürdistan’ terimiyle başladığınıza göre,  benden Kuzey, Doğu ve Batı Kürdistanlarının da ekleneceği bir ‘Büyük Kürdistan’ geleceğini tartışmamı mı istiyorsunuz? O zaman, bana ‘desteksiz atış’ hakkını da vermiş olursunuz.

Devletten yoksun bir halk (millet) olarak Kürtler için ‘tek devlet’ geleceği, tarihsel bir zorunluluk mudur? Arap coğrafyasının ve Bolivar’ın ütopyasına ihanetlerden oluşan Latin Amerika tarihlerine bakınız. Bu tarihler emsal olacaksa, gelecekte bir veya birkaç Kürt devleti göreceğimizi öngörebiliriz. Bu geleceğin, tüm Kürt gruplarını kapsayabilmesi için, Orta Doğu’nun tümünde bir sosyalist devletler topluluğunun oluşmasını beklememiz gerekecektir.

Bu devletleşme mücadelelerinin, kapitalizm ve emperyalizmin egemen olduğu koşullarda, çok kanlı olması kaçınılmaz görünüyor. Bugün de bu ortamın içindeyiz. Devletleşmenin en yakın adayı olan Irak Kürdistanı dahi, o kritik adımı atamamaktadır. Atabilmek için AKP Türkiye’sine yaslanmasının yarattığı riskleri göze alamamaktadır.

Zira AKP’nin, ‘Kürt açılımı’, Orta Doğu’da bir Sünni blok liderliği projesinin bir parçası olarak oluşturulmaktadır. Suriye ve Irak’taki iç savaşları iyice körükleyen; Türkiye Cumhuriyeti’ni (belki adını da değiştirerek) kanlı ve sonu belirsiz maceralara sürükleyen; üstelik ABD emperyalizminin de kesin onayını taşımayan bir korku senaryosu söz konusudur. Kürt hareketinin siyasi İslâm (AKP) ile ittifakı, Orta Doğu’nun (ve Türkiye’nin) enternasyonalist, aydınlanmacı, sosyalist perspektiflere sahip akımları, insanları tarafından desteklenmemelidir.

Peki çözüm? Beni aşar; bilemem. Ancak, CHP’nin Kılıçdaroğlu tarafından açıklanan, önce 16, sonra 19 maddelik demokratikleşme programı niçin bir hareket noktası olmasın? Türkiye’de moda olan solcu züppelik için CHP sadece patolojik bir mizah ve küçümseme konusudur. Lütfen bu hastalıklı akımdan uzak durunuz ve Kürt sorununa Türkiye içinde çözüm aramanın ön-koşulları olarak yorumlanabilecek olan sözünü ettiğim programa bakınız. Ve kabul ediniz ki, bu türden bir demokratikleşme angajmanına peşinen girmediği sürece, AKP’nin Kürt sorunu için getireceği tüm öneriler, Türkiye’yi daha geri, karanlık bir geleceğe taşıma projesinin parçalarıdır.

SS: Fakat CHP içinde oldukça güçlü ve çeşitli bakımlardan Kılıçdaroğlu’nu pek de benimsemeyen, 1920’lere 30’lara özgü ‘kuruluş felsefesi’nin muhafazasını kayıtsız şartsız demokratikleşmenin önüne koyan oldukça ‘muhafazakâr’ bir kanat olduğunu da biliyoruz. Nitekim CHP seçmeninin çok önemli bir bölümünün Kılıçdaroğlu’ndan ziyade bu kanadı desteklediği, hatta Kılıçdaroğlu’nun yerinde çok daha ‘ulusalcı’ bir Genel Başkan görmek istediği de söylenebilir. Bu koşullarda, CHP, Kürt sorunun çözümüne yönelik somut ve yapıcı adımlar atabilir mi gerçekten? 

KB:  “Muhafazakâr”, “ulusalcı” sözcüklerini, egemen neo-liberal söylemi benimseyerek kullandığınız izlenimi edindim. O zaman, sorma hakkı bana intikal eder: “Kuruluş felsefesi” ile probleminiz nedir? Fransız Marksistlerinin Jacobinizm’e; İtalyan solcularının Garibaldi’ye bakışları ile Türkiye devrimcilerinin (bence) Kemalizm’e yaklaşımları arasında temel bir paralellik olmalıdır. Deniz Gezmiş kuşağının devrimcileri, bu paralelliği geçmişte temsil etmişlerdi. Küçük burjuva radikalizmi, örneğin Jacobinizm, Narodnizm; dahası, Garibaldi’nin, Bolivar’ın, Sun Yatsen’in ve 20.yüzyılın ikinci yarısında Üçüncü Dünya devrimcilerinin temsil ettiği ‘milliyetçilikler’, sosyalizmin yol arkadaşlarıdır. Ortaçağ geriliğine, paranın tahakküm ettiği bir dünyaya ve (Üçüncü Dünya’da) emperyalizme karşı başkaldırı, ortak noktalarıdır. Kılıçdaroğlu, sözünü ettiğim demokratikleşme paketini önerirken, bu çizgiyi ileri bir noktaya taşıma çabası gösteriyor. Ancak, önemli bir ‘günah’ işleyerek… Kemalizm’in sözünü ettiğim aydınlanmacı mirasını benimsemekte; savunmakta gösterdiği ürkekliği; AKP’nin gerici saldırganlığına karşı yılgınlığını, teslimiyetini kastediyorum. Aydınlanmacı bir mirasın, örneğin ödünsüz laikliğin, demokratikleşmenin ön-koşulu olduğunu unutuyor. Kuruluş felsefesi ile sınırsız (‘doğrudan’) demokrasi özlemlerinin uzlaştığını, Gezi direnişine Mustafa Kemal’li bayrakları ile katılan gençler gösterdi; Kılıçdaroğlu öğrenemedi.

SS: Sosyalizmin, Marksizm’in günümüzdeki durumunu gerek Türkiye açısından gerekse dünya düzeyinde nasıl değerlendiriyorsunuz? Son iki yüzyıldır, solun günümüzdeki kadar örgütsüz, dağınık ve etkisiz olduğu bir dönem olmuş muydu daha önce? Günümüzde sistem eleştirilerinin sistem değişikliğine yol açabilecek koşulları yaratabileceğine inanıyor musunuz? Örneğin, son on yılda, Slavoj Zizek 30, David Harvey ise 11 kitap yayımlamışlar; yani, sistemi bol miktarda eleştirmişler. Bu eleştirilerin kapitalizmin son bulmasına kayda değer bir katkı yapacağını düşünüyor musunuz? Zizek, Harvey ve diğerleri son on yılda hiçbir düşünsel faaliyette bulunmamış olsalardı, dünyada sol daha örgütsüz, daha dağınık ve daha etkisiz bir durumda mı olurdu?

KB: Marx’ın yapıtının ana gövdesi, kapitalizmin (zaman zaman öncesine de bakarak) çözümlenmesinden oluşur. Kapitalizmin içsel çelişkilerinin, sistemik bir krizin ön-koşullarını nasıl oluşturduğu; nasıl olgunlaştırabileceği de bu arada incelenir. Ancak, bu analiz, hiçbir yerde, kapitalizmin kendiliğinden sosyalizme, komünizme dönüşeceğini öngörmez. Bu analizin kenarında, adeta ucunda, ünlü 11.Tez vardır ve onun ana mesajı, kapitalizmin bir sistem olarak son bulması için iradî, bir anlamda ‘dışsal’ ve devrimci bir müdahalenin gerekli olduğudur. Bu müdahalenin yöntemi, zamanlaması, hedefleri ve programı Marx’ın iktisadi değil, politik yapıtlarında yer alır; kuramsal olmaktan çok, incelenen tarihsel olay ve ortamlarla ilgilidir. Bunlardan genel ilkeler türetmek yanlıştır. Dahası, Marx, Engels, onların izleyicileri, hatta devrim öncesi yapıtlarında Lenin dahi,  yeni toplumun, kapitalizm-sonrasının özellikleri üzerinde, çok genel ilkeler dışında yazmaktan da kaçınmışlardı. Kapitalizm sonrasının, devletin zaman içinde yok olacağı, bu nedenle sınırsız özgürlükler taşıyan, sınıfsız, eşitlikçi bir toplum olacağı öngörülmüyor; hedefleniyordu, o kadar…

Bu nedenlerle, ‘reel sosyalizm’ adını taşıyan toplumların tarihe karışması, Marx’ın, Engels’in ve takipçilerinin kuramsal savlarını geçersiz kılmamıştır. Marksizmin kapitalizmi açıklayıcı gövdesi, olduğu gibi durmaktadır. 20. yüzyıl başında emperyalizmi inceleyen Luxemburg, Hilferding, Bukharin ve Lenin’in; yüzyılın ikinci yarısında Baran/Sweezy ile başlayıp bugüne kadar sürdürülen ‘yeni’ bir kuşağın katkılarıyla zenginleşmiştir. Dahası, reel sosyalizmin tıkanma ve çöküş süreçlerini açıklayan en önemli, değerli katkılar da, burjuva iktisatçılardan ve ‘Sovyetolog’ şarlatanlardan değil, maddeci tarih yaklaşımının güçlü araçlarını kullanan Marksistlerden gelmiştir. Ben de Sosyalist Planlamada Gelişmeler başlıklı çalışmamda Sovyet-tipi sosyalizmin çözülmesine yol açan süreçleri, karınca kararınca incelemeye çalışmıştım.

Bu açıdan bakarsak, ortada Marksizmin değil, sosyalizmin bunalımı vardır. Bu, sadece, reel sosyalizmin çöküş etkenlerini değil, anti-kapitalist mücadelelerin tarihi, yöntemleri, iktidara el koyma ve yeni toplumu inşa sorunlarıyla ilgili bir alandır. Onu tartışmak ve değerlendirmek için, devrimci hareketlerin kuramcı liderlerini, Marx ve Engels’in, Birinci ve İkinci Enternasyonal’lerin siyasi metinlerini; Lenin, Luxemburg, Troçki, Stalin ve Mao’nun katkılarını ve uygulamaları (tarihsel pratiği) ayrıntıyla incelemek gerekir. Bu incelemeyi de en iyi Marksistlerin yapabileceğini ve yaptıklarını düşünüyorum.

Bu çerçeve içinde Harvey ve Zizek’i farklı yerlere oturtuyorum.  Harvey, çağdaş kapitalizmin neo-liberal dönüşümünü açıklama, kavrama doğrultusunda önemlice katkılar yapmıştır. Kavrayışımızı genişletmiştir. Zizek ise, 11. Tez sorunsalı içinde geçmişin ve bugünün devrimci mücadele deneyim ve sorunlarını tartışan bir insandır. Bu işi devrimci, anti-kapitalist bir perspektifi koruyarak yaptığı için, bütün uçuk-kaçık özelliklerine rağmen beğeniyorum. Ayrıca, bir felsefeci olarak diyalektik maddeciliği, Marx’tan Mao’ya kadar uzanan bir birikim içinde sahiplenmesini de önemli görüyorum.

SS: Yani Zizek, Harvey ve diğerleri son on yılda hiçbir düşünsel faaliyette bulunmamış olsalardı, dünyada sol daha örgütsüz, daha dağınık ve daha etkisiz bir durumda mı olurdu?

KB: Batı’da Zizek, Harvey gibi insanlar; buralarda ise bizler, bugünkü toplumsal direniş dalgalarına, geçmişin pratik ve teorik mirasını; sevap ve günahları ile birlikte aktardığımız ölçüde katkı yapmış oluruz. Aksi halde, her şeyi sıfırdan öğrenme, ‘keşfetme değil, icat etme’ iddiasına savrulan muhalifler, anti-kapitalist direnme eylemlerini kargaşaya sürüklerler.

SS: Geçtiğimiz Mayıs ayında, dünya çapında bir Marksist olan Leo Panitch Türkiye’ye geldi ve bir söyleşide Türkiye’deki baskıların liberalleri sosyalistleştirmeye yarayacağını ve Türkiye solunun bunu iyi kullanması gerektiğini söyledi. Uzun yıllar boyunca bizler IMF ve Dünya Bankası uzmanlarının – sermaye yanlısı tutumlarının yanı sıra – Türkiye ekonomisinin özgül yapısını ve koşullarını bilmeksizin tavsiyelerde bulunmalarını eleştirmiştik. Panitch’in Türkiye siyasetine ilişkin tavsiyesinde de benzer bir bilgisizlik veya ‘ahkâm kesme’ söz konusu mu sizce?

KB: Açıkçası haklısınız. Panitch’e bu soruları soran sosyalistler hatalıdır. Panitch’den ne bekliyorlar? IMF reçetelerini ‘kutsal doğru’ kabul eden Türkiye’nin burjuva iktisatçıları gibi, Batılı Marksistlerden Türkiye için keramet mi arıyorlar? Panitch ise, ilk kaynaklara ulaşamadığı için, Türkiye sosyalistlerinin güncel sorunlarını yakından bilemeyeceğini itiraf etmek alçakgönüllülüğünü gösterememiş; oryantalist Batılı ulemanın rolünü üstlenmiş; Türkiye’deki ‘liberaller’in, AKP ile lekeli ilişkilerinden bihaber ‘ahkâm kesme’ zafiyetine sürüklenmiş. Bu yüzden hatalıdır. AKP ile sert bir hesaplaşmayı gerektiren bir demokrasi cephesine katılmaları dahi çok güç olan ‘liberaller’in sosyalistleşmelerini ummak, sadece mizah konusu olabilir.

SS: Slavoj Zizek’ten Immanuel Wallerstein’a, David Harvey’den Tarık Ali’ye pek çok solcu entelektüel, henüz birkaç sene önce, ‘İşgal Et’ hareketlerini ve Arap Baharı’nı sol açısından büyük bir iyimserlikle selamlamışlardı. Bugün ise solda yer alan veya yer almayan birçok insanın kabaca şöyle düşündüğü günlerden geçiyoruz: “Wall Street hiç işgal edilmedi; Arap Baharı hiçbir zaman bir ‘bahar’ değildi. Günümüzde sol hemen hiçbir işe yaramıyor. Günümüzde sol, solcuların kendi aralarında konuşup sosyalleştikleri bir ortamın oluşmasından başka bir işe yaramıyor. Çağımızın solu, sosyal bir kulübe benziyor”. Bu türden düşünceler sizce çok mu acımasız veya çok mu cahilce, ne dersiniz? Böyle düşünen insanlar solun bir işe yarayabileceğine nasıl ikna edilebilir? Ne yapmalı? Nasıl yapmalı?

KB: Tunus ve Mısır’daki hareketler, sermayenin dünya çapında tahakkümüne, neo-liberalizme karşı kendiliğinden, örgütsüz halk tepkileriydi. Gerici, emperyalizmin işbirlikçisi yoz, kapkaççı burjuva iktidarlarını devirmeyi başardılar. İktidar ise, başlangıçta kalkışmaların dışında kalmış olan örgütlü ve paralı Müslüman Kardeşler’e armağan edildi. Bu kader, solun işe yaramamasından değil; komünist rejimlerin çöküşünden sonra, sosyalist hareketlerin dağılması ve yeni örgütlenme, mücadele yöntemlerinin; iktidar programlarının oluşmamasından kaynaklanıyor. Aynı şey, Wall Street, Yunanistan, İspanya, İtalya, tüm Avrupa ve bizim Taksim-Gezi kalkışmaları için de bir dizi yerel, ulusal çeşitlenme içererek geçerlidir. Pek de uzak olmayan bir gelecekte, ibrenin sosyalist hareketler lehine döneceğini düşünüyorum.

SS: Örneğin, Gezi Parkı süreciyle başlayan direniş, Türkiye’de sosyalizmin elle tutulur, gözle görülür bir alternatife dönüşmesine yol açabilir mi gerçekten? Türkiye’de bunun koşullarının “pek de uzak olmayan bir gelecekte” oluşması gerçekten mümkün mü? Bir de, ‘Gezi ruhu’ sizce esasen kapitalizm-dışı bir yeni düzen mi yoksa daha demokratik bir kapitalizm mi talep ediyor?

KB: Gezi direnişi üzerine sendika.org’da yayımlanan görüşlerimden bir bölümünü kısaltarak, biraz değiştirerek  aktarayım:

Eylemleri tetikleyen olaya, Taksim projesinin uygulanmaya başlamasına baktığımızda,  kanımca, olgunlaşmış bir anti-kapitalist, (dolayısıyla sınıfsal) tepki vardır: Yüksek nitelikli, eğitimli emekçiler, yarınki sınıf yoldaşları (öğrenciler) ile birlikte kapkaççı burjuvazinin ve onunla bütünleşmiş siyasi iktidarın devâsa kentsel rantlara el koyma girişimine karşı çıkmaktadır.

Bu, yağmacı kapitalizme karşı olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırıdır. Sınıfsaldır; zira, burjuvaziye ve onun devletine karşıdır; onlarla kader birliği değil, kader karşıtlığı içinde olan insanların ortak hareketidir. Ayrıca, olgunlaşmış bir sınıf hareketidir; zira, karşı cephe ile kısa vadeli ve doğrudan bir bölüşüm karşıtlığı söz konusu yoktur. Başbakan da şaşkınlıkla soruyor: “Taksim projesi hanginize zarar verdi? Niye karşı çıkıyorsunuz?” Doğrudur, İstanbul’un merkezinin rant yağmasına açılması, direnmeye kalkışan insanların gelirlerini, ücretlerini, çalışma koşullarını bozmamakta, ödedikleri kirayı, kredi faizini, öğrenci harçlarını, benzin fiyatını ve enflasyonu yukarı çekmemektedir. Sömürü oranının, artık değerin yükseldiği bir operasyon yapılmamaktadır. Yapılan, toplumun (halkın) geçmiş kuşaklarından devralınmış ortak varlıklarının siyasi iktidarlar tarafından kapkaççı bir burjuvaziye peşkeş çekilmesidir. Direnenler, bir anlamda, geçmiş kuşak halklarının bugüne devrettiği ortak varlıklarının burjuva mülkiyetine dönüşmesine karşı çıkıyorlar. Başbakana baktıklarında bu özelliği algılıyorlar ve bu nedenle tepki gösteriyorlar. Bu anlamda üst düzeyde, olgunlaşmış bir sınıfsal tepki söz konusudur.

Sınıfsal tepkinin olgunluğunun, hızla ve kendiliğinden bir siyasi çizgiye dönüşmesiyle de ortaya çıktığını düşünüyorum. Bu çizginin, aydınlanmacı ve sınırsız (dolaysız) demokrat özellikleriyle tanımlanabileceğini düşünüyorum.  Temsilî demokrasinin tuzakları algılanmıştır: Kapkaççı burjuvazinin iktidarına ve İslamcı-faşist bir rejime karşı çıkış söz konusudur. “Her yer Taksim; her yer direniş…”  sloganı, semt meclislerinde, forumlarda bir araya gelen sıradan insanlar tarafından benimseniyor; genişletiliyor. Böylece dünya halklarının, emekçilerinin tarihsel özlemi olan sınırsız, dolaysız demokrasi çağrısı olarak yorumlanabilir. Bu çağrı, Türkiye’nin ve dünyanın tarihsel solunun tüm akımları ile fikirler ve örgütlenmeler düzleminde iletişim kurduğu ölçüde etkili olacaktır.

Büyük devrimci Mao Zedung şöyle diyor: “Dünyada kargaşa (kaos) var; durum çok iyi…”  Taksim’deki öğrenciler, aydınlar, işçiler, kafa emekçileri bizlere bu kargaşayı armağan ettiler. Elbette sonunda yenilecekler; ama diyalektiğin ‘evrensel’ yasası işleyecektir: Türkiye siyasetini bir üst düzleme taşıyarak ve sosyal mücadeleler tarihine önemli bir armağan bırakarak…

SS: Mısır için ne söylemek istersiniz? Orada da  “pek de uzak olmayan bir gelecekte, ibrenin sosyalist hareketler lehine döneceğini” düşünüyor musunuz?

KB: Siyasî İslâm’ın Müslüman Kardeşler kolunun yenilgisi önemli bir zaferdir. Askerî müdahale olmasaydı, halk kalkışması muhtemelen Cumhurbaşkanı’nı istifaya zorlayacaktı ve iktidar boşluğunda yeni yeni oluşmaya başlayan laik halk muhalefetinin temsilcilerinin yer alma olasılığı gündeme gelecekti. Ordu, geleneksel düzen-koruyucu işlevini üstlenmiş; geçici hükümeti neo-liberalizme angaje kadrolardan oluşturmuş; solun temsil edildiği bir iktidar seçeneğini önlemiş oluyor. Türkiye’de olduğu gibi, her şey sol, sosyalist akımların halk sınıfları içinde örgütlenme derecesine bağlı oluyor.

SS: Giovanni Arrighi (David Harvey’nin yaptığı) bir söyleşide, sosyalizmin ‘ekonomide devlet denetimi’ ile fazlasıyla özdeşleştirildiğini ve bunu hiçbir zaman iyi bir fikir olarak kabul etmediğini söylemişti. Dahası, o söyleşide Arrighi, insana ve doğaya saygı temalarını vurgulayarak, emeği güçlendirmek ve sermayenin egemenliğini bertaraf etmek için devletin (denetimci değil) düzenleyici bir rol üstleneceği Smithçi bir piyasa sisteminin gerekli olduğuna dikkat çekmişti. Arrighi, o söyleşide, üretim araçlarına devletin sahip olduğu ve bu araçları devletin denetim altında tuttuğu bir düzeni benimsemediğini açıkça belirtmişti (New Left Review, 56, Mart-Nisan 2009, s. 94). Sosyalizmin geleceği veya geleceğin sosyalizmi açısından bu konularda siz ne düşünüyorsunuz? Ekonomide devlet denetiminden yana mısınız? Üretim araçlarında devlet mülkiyetini ‘hâlâ’ savunuyor musunuz? Aynı söyleşide, Arrighi, ‘sosyalizm’ yerine artık yeni bir terim bulmamızın gerektiğini de söylüyordu; buna ne dersiniz?

KB: Arrighi’ye katılmıyorum. Reel sosyalizmde zaman içinde ortaya çıkan bozukluklar, devrimlerden sonra üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin tasfiyesi ve kamulaştırılması ile ilgili değil; kamu mülkiyetini yönetecek olan örgütün, yani devletin sınıfsal içeriğiyle ilgilidir. Devlet, işçi ve köylü sınıflarının egemenliğini gerçekleştirmişse, yeni sistem halk iktidarı anlamına gelir; gerçekten demokratiktir. Halkın iktidarı ile kamu mülkiyetinin birlikteliği de sosyalizm olur. Arrighi ve benzeri solcuların (örneğin Zizek’in, Negri ve Hardt’ın) rahatsızlığı, aslında, halk iktidarlarının gerçekleşememesi ile ilgilidir. Emekçilerin iktidarı, doğrudan demokrasi ile hayata geçer; giderek devletin baskıcı öğelerinin (yani geleneksel devlet aygıtının) tasfiyesi ve bu nedenle mümkün olduğu kadar sınırsız özgürlük anlamına gelir. Eskilerden Luxemburg’un vurguladığı gibi, bu dönüşümün ilk adımı, belki de devrim sonrasında iktidarın partiye değil, halk konseylerine, ‘sovyetlere’ intikali ile olmalıydı. Kısacası, bence, sorun kamu (devlet) mülkiyetinde değil; ‘devlet’in sınıfsal (yani demokratik) içeriğiyle ilgili görülmelidir.