GÜLŞEN İŞERİ

Uzun bir aradan sonra tiyatroya gitmenin keyfini yaşadım bu hafta… Kış aylarının belki de en güzel keyfi tiyatro. Tiyatro Baykuş’un oyunu olan ve bu hafta Oyun Atölyesi’nde sahnelenen “Gece O Kadar Kirliydi ki İkisi de Kayboldu” oyunu tek perdede insanın bütün geçmişini önüne koyuyor.

Çürümekte olan sisteme göndermeler yapan Plinio Marcos'a ait oyun Orhan Güner tarafından Türkçeye çevrildi… Oyunun yönetmeni ve aynı zamanda oyucusu hepinizin çok yakından tanıdığı bir isim; Erkan Bektaş. Bektaş’ı pek çok sinema filminden ve dizilerden tanıyoruz...

“Gece O Kadar Kirliydi ki İkisi de Kayboldu” oyunu; iki karakterin, Tonho ve Pako’nun, çıkmazını anlatıyor. Oyuncular ise Erkan Bektaş ve Fatih Al… Oyunda ötekileştirilmiş, yalnızlaştırılmış, yasa dışı yollara mecbur bırakılmış, iki çaresiz insanın sert ve kirli hikâyesi anlatılırken, öyle bir cümle kuruluyor ki, bugüne de denk geliyor: “Nasıl bir dünyada yaşamışsın ki insanlara güvenin kalmamış… ’’

Oyunda, iki hamal aynı bodrum katı paylaşıyor… Tonho; taşradan gelmiş, şehrin kirliliğinden habersiz, naif ve herkesin iyi olabileceğini düşünüyor… Pako ise şehri çok iyi biliyor, hayatı tanımış, yoksulluğu yaşamış ve bu hayatın kirliliğini iliklerine kadar hisseden, acımasız, sert bir karakter… Aslında ikisi de yoksul, ama bu yoksulluklarına ve yoksunluklarına rağmen birbirini ötekileştirip, hiçbir şeyi paylaşmayıp, çoğaltmayıp, metropolün pisliğinde ve karanlığında yok oluyorlar…

Metropolün kirliliğini, iki karakter üzerinden anlatan ‘Gece Öyle Kirliydi ki İkisi de Kayboldu,’ oyunu, yoksulluğu anlatırken yoksulluğun bir suç olmadığının da altını çiziyor. Oyunda çaresizliğin, yoksulluğun; ne kadar naif birini, ‘iyi’ diye tabir ettiğimiz bir insanı nasıl katil yaptığına tanıklık ederken, bir yanıyla da sistem sorgusunu daha çıplak bir şekilde görüyoruz…

Oyun vesilesiyle Erkan Bektaş’la Oyun Atölyesi’nde bir araya geldik… Oyundan yola çıkarak Türkiye’nin gündemine değindik…

-‘Gece O Kadar Kirliydi ki İkisi de Kayboldu’ oyununuzla başlarsak, iki karakter üzerinden sistem eleştirisi yapıyorsunuz… Oyunda okuma vurgusu yapılıyor, ama şimdi bakıyorsunuz günümüzde okumak pek de bir işe yaramıyor. İşsizlik ve yoksulluk her yerde…
Ben o karakteri hazırlarken şunu düşündüm: Anadolu’da okumak çok önemlidir. Okurlar ve devlet kademesinde bir iş sahibi olmaya çalışırlar.. Memur olurlar, öğretmen olurlar. Oyundaki karakterde bunu amaçlamış ve böyle yetiştirilmiş. Fakat oyunda bu hiçbir işe yaramıyor. İşsiz ve parasızsan, insanlar sana baktığında, ayağında seni utandıracak ayakkabıların varsa daha feci bir durum oluşuyor, iş bulmaya da gidemiyorsun
Fakat oyunun derdi sadece bu değil. Oyunun derdi; genel olarak yoksulluk, genel olarak yoksulların birbirine tavrı.

-Ancak oyunda iki yoksul karakterin bir birine tavrı çok zıt. İkisi de yoksul ancak bir birini anlamayan yoksullar… Neden bir birine bu kadar yabancılar?
Ezilen iki insan görüyoruz orada. Ezilen, sömürülen. Aynı zamanda çalışan da, pazarda hamallık yapıyorlar. Ancak kazandıkları yetmiyor, ancak karınlarını doyurabiliyorlar. Daha fazlasını yapmak istiyorlar ama daha fazlasını yapacak bir sistem yok. Beraber bir şeyler yapma ihtimalleri var, o ona ayakkabısını verebilir, diğeri çalışıp ona gitar alabilir… Ama genelde olan şu; ezilenler birbirine şiddet uyguluyor… İkisinin birlikte hareket etme durumu yok, çünkü önce birbirlerini ötekileştiriyorlar. Bütün toplumun onları yoksul, gariban, ya da hamal diye ötekilediği insanlar birbirlerini ötekiliyorlar. Tamamen yatay şiddet.

-Kendi hayatlarında yaşadıkları tüm olumsuzlukların hesabını birbirlerinden soruyorlar değil mi? Önlerinde çıkışsız bir hayat var, çaresizliğe sürüklendikleri bir anda en naif karakter soyguna girişiyor…

Çünkü işin içinde kendilerine ömür boyu uygulanmış bir şiddet var onlar da bir birlerine uyguluyorlar. Bu yüzden çıkışsız, bu yüzden onursuz. Oyunun içindeki en doğru çözüm bu ikisinin soygun yapmaya devam etmesi mi diye çok sordum kendime… Tek çıkışları bu gibi görünüyor.

- Çaresizlikten soygun yapılıyor, bir çift ayakkabı için; o ayakkabı onun geleceği çünkü… Biz Türkiye’de şuna da tanıklık ettik; baklava çalan çocuklara hapis cezası verildi, burada sorgulanması gereken şey belli ama iyi- kötü kavramını oyunun oyuncusu ve yönetmeni olarak dinleyelim mi?
Ben cezaevlerindeki suçluların (katillerin, hırsızların) tamamen kötü olduğunu düşünmüyorum. Kötülüğün ya da iyiliğin doğuştan olduğuna da inanmıyorum. Adam kötülük yapmak zorunda kalmış olabilir, açsan, başka çaren yoksa, çalıyorsun ve yakalanıyorsun hırsız olarak damgalanıyorsun ve kötü insansın. Ben buna inanmıyorum. Hırsızlık yapan çocukların kötü olduğuna inanmıyorum. Çocuk onlar daha… Üretilmiş bir kötülük var ve ona dahil ediliyorlar. Bu tamamen bir sistem sorunu. Oyunda da bu çıkışsızlığı vermeye çalışıyoruz.
Oyunda da Tonho o yüzden o kadar naif, diğer karakter şehri ve şehrin pisliğini biliyor, öğrenmiş, diğerine karşı fiziki olarak zayıf ama başka kozları var, o kozları kullanmayı biliyor. O naif dediğimiz karakter ondan öğreniyor her şeyi. Ve öğrendiğini çok geç de olsa uyguluyor ve o istemediği adam haline geliyor.

-Oyundan yola çıkarsak; öteki olmayı da çok iyi bir şekilde yansıtıyor. Biliyorsunuz ‘öteki’ kavramı da Türkiye’de çok sık kullanılan bir kavram oldu. Peki, kişisel bir soru sorarsam, burada öteki olma halini siz hayatınızda nereye koydunuz? Öteki olmayı hissettiğiniz anlar oldu mu?
Çok oldu. Ben gecekondu çocuğuyum. Mamak’ta büyüdüm ve öteki olmanın ne demek olduğunu bilirim. Ailem de okumaya çok değer veren bir aileydi. Babam tek başına evi geçindiren, alt kademede memurluk yapan fakat kitap okumamız için her şeyi yapmış bir adam. Biz en iyi okullarda okuyalım diye daha zengin ailelerin okuduğu okullara gönderdi bizi. Özellikle ortaokul yıllarımda kendimi gayet öteki hissediyordum. Onların parası vardı, onların kıyafetleri farklıydı, onlar teneffüste başka bir şey yiyordu. O yüzden çok iyi anlıyorum o duyguyu.
Ayrıca 12 Eylül döneminde benim yaşadığım yer kurtarılmış bölgeydi 12 Eylül öncesi. Sonra mahallede genç kalmadı hepsi gitti biz de o geri gelen değişmiş, dönüşmüş; içeride ne yaşadığını bilmediğimiz ağabeylerimize özendik. Bu düşüncede olman bile öteki olmaya yetiyor.

-Bugün peki?
Normalde ailemin istediği yolda gitseydim, okulda da başarılı bir öğrenci sayılırdım, doktor, mühendis falan olurdum. Ama lise yıllarında takıldığım; oyunculuk mevzusu oldu. Buraya geldik sonra, televizyon sinema…
Evet, bugüne geldiğimde kendimi öteki gibi hissetmiyorum. Sadece düşüncelerimden ötürü kendimi öteki gibi hissettiğim oluyor, çünkü toplumda fena halde cehalet söz konusu, fanatiklik söz konusu… Din, milliyet, her şeyin fanatiğiyiz. Hiçbir konuda da göz bağımızı açıp bakamıyoruz. Bunun böyle olması kendini dışarıda hissetmene neden olabiliyor.

-Neden yaşıyorum diye sormuyor musunuz kendinize?
Soruyorum. İşimi yapıyorum, paramı kazanıyorum, niye böyle şeyler ile uğraşıyorsun dediğim oluyor… Ama insanın düşünceleri yaptığı işe yansıyor. Benim gerçeğim buysa bunu yapıyorum. Ötekini yaptığımda da mutlu olacağımı sanmıyorum. Sanırım kaşınmak kadar doğal bir durum bu…

-Onca derdin, kirliliğin arasından sıyrılmak zor ama sanıyorum sanat bir şeyleri değiştirip dönüştürecek güçte… Yanılıyor muyum?
Siyasete bakıyorsunuz fena halde çürümüş durumda. Hiçbir şey yerinde durmuyor, değişiyor dönüşüyor ama gelişime yönelik olmuyor. 50 yıl önce konuşulan şeyleri hala konuşuyoruz. Hatta 50 yıl öncesinden daha da kirliyiz. Dolayısıyla çözüm yok. Yukarıda yürüyen bir şey var, birileri para kazanıyor… Rant var dönüyor… Bir halk bundan haberdar olmasın diye her türlü yeni haberler, yeni dolaplar yeni sansasyonlar çıkıyor. Ve birileri para kazanmaya devam ediyor…
Şimdi burada sanatçı denilen adamın, yazarın, bir takım sorumlulukları var gibi geliyor bana… Bir şeyleri kaçırıyoruz sanki, bakın bunlar da var diyebilmesi gerekiyor. Onun için de biraz okumak, bakmak, gerekiyor. Televizyonda gördüğümüz haberin altını okuyabilmek lazım. Bunu okuyabilirsen okuyamayana gösterme şansın var. Bunu dizilerle yapma şansın yok. Televizyonda bir senaryo yazılıyor, o senaryoya riayet edip elinden geldiği kadar iyi oynayıp paranı kazanıp gidersin. Orada yapacağın bir şey yok. Sinemada bizim gibi düşünenlerle çalışma şansın var. Ama tiyatro bizim alanımız. Tabii ki herkes tiyatroya gelemiyor. Tiyatro ne yazık ki 20-30 lirası olan insanların yeri. Yol parası yemek derken 50 liraya mal oluyor. Zaten buradaki bu oyunda bir incelik var, bunu ben daha yoksul insanlara oynama keyfiyetinde olabilsem, bu oyunu böyle koymazdım.
Ben ağlıyorum ama siz gülüyorsunuz. Mesele orada. Bunu izleyen insanlar o acıları yaşamayan insanlar. Gazetede, televizyonda bu acıları görüp bir saniye sonra unutan insanlar, hiçbir şey ifade etmiyor onlara…

-Genelde tiyatrocular dizide oynamayı para kazanmak için yaptıklarını söylüyorlar, bir tiyatrocu olarak tiyatro açısından durum o kadar kötü mü?
Daha okulu bitirdiğinizde tercihler yapmak zorundasınız. Devlet tiyatrosu, şehir tiyatrosu gibi kurumlarda para kazanırsınız. Garanti bir yaşamdan bahsediyorum. Ama orada olmak kendi fikirlerinizi tamamen sümenaltı etmek demek. Bu çok uymuyor bana, daha baştan seçiminizi yapıyorsunuz, ben buralara giremem diyorsunuz. Bu bir kayıp, geleceğiniz için ekonomik anlamda kayıp… Sonrasında nasıl yaşayacaksınız? Tiyatrodan kazanılmıyor, mekan yok, tiyatro sahne kiraları var, buradan para kazanamazsınız aksine kaybedersiniz… Ben Tiyatro Baykuş’u 2010’da kurdum, iki yıldır para kaybediyorum. Ama kaybedecek paramın olması lazım. O parayı da herhangi bir yerden kazanamam. Diziden kazanabiliyorum. Diğer türlüsü Türkiye’de hayal gibi.

-Peki dizide oynamak tiyatro için dezavantaj değil mi?
3 yıl boyunca sadece dizide oynayıp, bu yıl da tiyatro yapayım diyorsanız çok şey kaybedersiniz. Tiyatro yapmadığınız her yıl oyuncu olarak geriye gidiyorsunuz. Malzemeyi burada üretebilirsiniz çünkü..
Dizi de size rol geliyor, ertesi gün çekim diyorlar… Orada bir oyunculuk sergilemeniz mümkün ama yeni bir malzeme ortaya koymak mümkün değil. Cepten yiyorsunuz, olası bu… Tiyatroda üretirsiniz, çünkü, prova yapıyorsunuz… Sürekli bir akış var, burada bir şey olabilir ama dizide mümkün değil.

-Tiyatrodan söz ettik ama tiyatro para getirmiyor diyorsunuz, bunu da sisteme bağlayabiliriz. Eğitim sistemine baktığımızda ciddi bir sorun var, sanat hep hafife alındı…
Burada da sistem sorunu var, sen adamı ekmekten yoksun bırakırsan sanata ihtiyacı olmaz ki? İstese de ulaşamaz çünkü parası yok… Eğitim sistemine bakın sanatın s’si yok. Çünkü hiçbir zaman ihtiyaç gibi görülmedi. Müzik dersleri seçmeli, din dersi mecburi… Ne oluyor? Nasıl müzik dersini seçmeli yaparsınız?

-Sanatçıların örgütlülüğü de yok…
Çoğalamadığımız gerçek. Ama sanırım bütün sektörlerde böyle bir sorun var. İnsanların duyarlılıkları farklı, kiminin paraya duyarlılığı var kiminin işe, kiminin de insana, sanata vs…

-Pek çok katliamlar yaşandı, pek çoğunu gördük. Ölümlere alışan bir ülke olduk ne dersiniz?
Uludere için “yanlışlıkla oldu” nasıl denir? Sivas için “haberimiz yoktu” gibi, nasıl olabiliyor… Bunlara inanmak güç. Tüm bunlara da tepki vermemiz önemli. Şuan kendi içimizde öyle bir şiddet örgütlemişiz ki, inanılmaz. Benim için en büyük vahşet şu; Van depreminden sonra yardım paketinden çıkan bayraklı, taşlı koliler… Bundan büyük şiddet yok! Oradaki insanların hepsini katletsen daha iyi! Böyle bir ötekileştirme olmaz… Bunun için sen 50 bin tane imza topladığında da bir şey olmuyor. Sorun burada… Cezaevlerinde ‘Hayata Dönüş’ diye bir katliama şahit olduk… Hadi bunun filmini yapalım? Kim cesaret edebilir buna?

-Hayatın kendisi çok daha acımasız bence…
Hayatın kritik anlarını kriz anlarını alır tiyatro, ama bu kadar krizini bile alamıyor. Biz naif kalıyoruz.

-Türkiye’de istediğimiz gibi yeni bir dünya düzeninin geleceğine olan inancınız var mı peki…
Ben evrime inanıyorum. Her ne kadar var olan şeyler tersine işlese de evrime inanıyorum. Bu sistemin tükeneceği kanaatindeyim. İnsanoğlunu pasifize edecek her koz ellerinde… İnsanoğlu da bu pasifize durumdan hoşnut oluyor. Bakıyorsunuz bir yerde bir şey oluyor, Mısır’da devrim denilen şey devrim değilmiş meğer. Orada halk neden ayaklandı? Halkı ayaklandıran neydi? Onlar yeter dedi ama yine aynı yerdeler… Çok yazık! Bunlar herkesin direncini kıran şeyler.

-Vicdan meselesine geleceğim. Çünkü artık konuştuğumuz son nokta. Tepkisizlik, duyarsızlık vs… Neler oluyor? Türkiye’de vicdanlar ölüyor mu?
Vicdan çok önemli bir unsur… İyi- kötü diye ayırmak istemiyorum. Vicdan yok olamaz ama yok sayılabilir. İnsan kendi vicdanını yok sayabilir. Bunun yok olacağına inanmıyorum. Vicdansız bir Türkiye’yi de hayal etmek istemiyorum. Vicdan var ortada, ama çok sinmiş bir vicdan var. Kendinden ve çevresinden korkan bir vicdan var. Sorun o sanırım.
İki tane ihtilal gördük. Bunu hep gördük. Çok acı çekildi. Herkesin ailesinden birileri gitti. Hepimizin ailesi “uzak dur bunlardan” diye büyüttü bizi. Çünkü ailelerimiz acılar çekti ve bir de senin acını çekmeyelim dedi…

-19 Ocak Hrant Dink’in 5. ölüm yıldönümü… Ülkenin hallerine değindik ama Hrant Dink de bu ülkede katledilen gazetecilerden biri oldu. Belki bir iki cümle edersiniz…
O her şeyi söylemiş zaten… Sadece “barış” demiş. Bu ülkeyi bu ülkenin insanlarını kendilerinden daha çok sevmiş, suçların en büyüğü böyle bir adamı katletmektir.