DEMOKRAT HABER / DENİZ GÜNEŞ

 

Sevgili Aytekin Yılmaz son romanınız dağbozumu, iki gencin aşkından başlayıp hızla politikleşen bir roman. Yusuf’la Evin kendilerini dağda buluyorlar. Bu hikaye nerden çıktı?

 

Romanı okuyanların nerdeyse tümü bu anlatılan senin hikayen mi? dedi. Ben de kim üstüne alıyorsa onun hikayesidir diyorum. Bu hikaye içimizden yani yaşadıklarımızdan çıktı. Politik bir aşk romanı mı? Savaş romanı mı? Yoksa başka bir şey mi? Bir yargıda bulunmak istemiyorum. Başkalarının adlandırması daha kıymetli geliyor bana. Otobiyografik yanı olduğu için Yusuf Can sen misin? diyorlar. Hapishaneden yazan bir mahpus ‘romandaki Yusuf Can benim’ dedi. Bu mektubu aldığımda müjdemi almış oldum.

 

Roman, Türkiye gerçekliğiyle paralel bir iz sürüyor. Yer zaman yok ama her şey çok tanıdık geldi?

 

Evrensel bir tema olarak düşündüm. Roman ülke gerçeğimizde yaşanmış deneyimden çıkmış görünüyor ama gerilla savaşı yaşamış her ülkeye uygulayabilirsiniz. Bu yüzden yer zaman vermek istemedim. Romanın mağdurlarına bakıldığında bir zihniyetin mağduru bunlar. Bir çark, bir sistem var, her ne gelirse başlarına o sistemden gelir.

 

Yusuf’un hikayesinde saf bir aşkla yola çıktığını, bir savaş içinde cezaevine girdiğini, örgütle ilişkisinin bozulmasına, hayatla ilişkisinin değişmesine de tanıklık ediyoruz. Örgüt ilişkilerinde bir bozulma ve karşıtına benzeşme var?

 

Sosyalist gerçekçi romanlar propaganda amaçlı, devrime güzelleme romanlarıydı. O kadar güzellemeden sonra elimizde çok şey kalmadı. O tarihi cezaevinde okudum ben. Bir yerlerde sorun var diyordum. Resmi reel devrim tarihi denilen şey, bireylerin partiye ve devrime ihanetlerinin tarihinden ibaretti. Gorki ile başlayıp, Ostrovski’den, Mitka Grıbçeva’ya oradan da Vietnam devrim romanlarına kadar uzanan bir gelenek bu. Bu direniş edebiyatında hainler hep partilerine ihanet etmiş olanlardır. Ben bu romanla soruyu tersten sordum, ya parti bireye ihanet ederse..? Bir de içeriden kendi örgütünün baskısına maruz kalanların hikayesini anlatmak istedim. Yoldaş baskısının acısını tarif etmeye çalıştım. Bana göre baskıcı yönetim biçimleri arasında insanı en çok ezeni ve düşüreni dar grup baskısıdır. Bu baskı biçiminin tarifi henüz yapılmadı. Romanın iddialarından biri de budur. Romanı eline alan birçok kişi romanın spotuna takıldı. Ne demek, “En büyük zalimler kafası kesilmemiş mazlumların arasından çıkar” diye, sitem edenler oldu. Sanırım ezber bozan bir şey oldu. Çünkü bu toplum henüz mazlumların kendi içinde zalim olduğuna, olabileceğine inanmıyor.

 

İşler çok çabuk sarpa sarıyor. Dağda çok katı bir disiplin ve hiyerarşiyle karşılaşıyorlar. Bu kadar sert mi her şey?

 

Savaşlarda her şey çok sert yaşanır. Dağda savaş var ve her şey çok acımasız yaşanıyor. Savaş gerçekliği denilerek, özgür aşk tarifi yapılır. Mesela “Özgürleşmeyenler sevemez, sevmeyi hak edemez” deniliyor. Peki sevebilmenin ölçütü ne? Militanlaşmak! Bunun ölçütü, tarifi ise meçhul. Zaten Parti kampında Yusuf a “Gidin savaşın sen kuzeyden Evin de güneyden özgür ülkeyi yaratın sonra evinizi yapın evlenin” derler. Bu formül çok trajik sonuçlara yol açtı. Romanda Yusuf on yıllık serüveninin sonunda çözer bu bulmacayı. On yıl sonra dağda bir parti kampında bulur sevgilisi Evini. Çok ince duygusal bir kadın olan Evin’i tanınmaz halde bulur. Dağa benzemiş, görev ve talimatlara bağlı duygusuz bir kadınla karşılaşır.

 

Roman bir boyutuyla örgüt içindeki Aşk yasağına bir isyan. Çok katı kurallı bir yaşam var. Erkeği öldürme çabalarından bahsediliyor?

 

Aşk, cinsellik insanın en doğal ihtiyaçlarındandır. Tıpkı yeme içme, uyku gibi. İşte sol radikal örgütlerin birçoğunda devrimden sonraya ertelendi. Yusuf Can’ın isyanı bunadır. Aklın durduğu zamanlar olarak adlandırır bu durumu. Trajik hayatına yol açan neden de bu yasakla ilgilidir. Renas ile Delal, Helin ile Baran’ın aşkları da bu yasağın kurbanıdır. Başka ülkelerdeki gerilla hareketlerini inceledim örneğin Latin Amerika gerillalarında böyle bir yasak yok. İslami kaynaklara baktım. Peygamber Muhammed savaş sırasında ilk önce yasaklıyor evliliği, birlikte olmayı, askerlerden bazıları bu yasağa isyan ediyor. ‘Şeyimizi keselim daha iyi madem işe yaramıyor’ diyerekten. Peygamber bunun üzerine ‘Herkese bir kadını helal kıldım’ diyor. İslamiyette serbest olan cinsel ilişki sol örgütlerde yasak oldu. Yasak oldu diyorum ama bu yasağı dinleyen kim. Kimse aşkından sevgisinden geri kaldı mı? Hayır. Gizli de olsa yaşadılar bir biçimde. Kimisi açığa çıkmasın diye saflardan kaçtı. Kimisi yakalandı örgüt tarafından teşhir edildi. Kimisi cezalandırıldı. Yusuf bu durumu çok geç anlar. “Savaşa bin lanet ettim” der, “Aşkı ve sevgiyi öldüren bir devrim kazanılmış sayılmazdı” der. Aşkı sevgiyi öldürmeyen devrimler yapabilmek bütün mesele bu aslında.

 

12 Eylül sonrasında kadın erkek ilişkilerinde yaşanan sıkıntıyı biliyorduk. Ama dağda ilişkilerin nasıl yaşandığını bilmiyoruz?

 

Bence aşkın yeri zamanı mekanı olmaz. Aşk, Parti tüzüğü ve programından daha kıymetli insani bir şeydir. Devrim için yola çıkan sol örgütlerin kaybettikleri şey tam da burasıdır. Reel sol örgütler aşkı devrimden sonraya erteleyerek bindiği dalı kökünden kesti. Aşk, sevgi, gönül meseleleri ertelenecek şeyler değildir. Aşk meseleleri örgütlerde çok can yaktı. Özellikle dağda çok trajik sonuçlara yol açtı. Roman biraz bu aşk ilişkileri üzerinden kuruldu. Yusuf’a herkes çok öfkelidir. Çünkü o partinin kızını kaçırmıştır. “Sen partinin kızını kaçırdın, parti namusunu beş paralık ettin” derler. Ne kadar tanıdık bir söylem değil mi? Mahallenin namusu ile partinin namusu her zaman çok benziyordu birbirine. Feodal aile ortamlarından edinilen alışkanlıklar devrimci ilişki diye sunuldu. Bir gün yeniden devrim için yola çıkarsam devrimi aşktan sonraya ertelerdim…

 

Sol bir örgüt aşkı niye yasaklar?

 

Roman üzerine çalışırken bunu çok düşündüm. Bence aşk yıkıcı ve bozguncudur. Hiyerarşi, talimat, alt-üst tanımaz. Hani derler ya aşkın kanunu olmaz diye. Aşk birey olmayı, kendin olmayı zorunlu kılar. Oysa örgüt üste itaat ister. Her şart altında birey üzerinde etkili olmak ister. Tek şefliğe dayalı örgütlerde bu daha çok böyledir. Aşkın ve sevginin olmadığı bir ortamda insanlara görev yaptırmak, talimat uygulatmak ve suç işletmek daha kolaydır.

 

Sizin kişisel hikayenizde de Yusuf hikayesinde de bir cezaevi süreci var. Yusuf cezaevinde tecritte yaşıyor?

 

1990’la 2000 yılları arası cezaevlerinde çok özel bir dönemdir. 1991’deki Anti terör yasasıyla cezaevlerinin boşalmasından 2000 yılındaki Hayata Dönüş operasyonuna kadar radikal sol örgütler gelecekte kurmak istedikleri sosyalist toplum modelini bu cezaevi komünlerinde yaşadılar. Yusuf o komünlerden birinin üyesidir. Yaşadıklarını, ‘uygulama’ denilen süreci, o komünlerden tanır. Bir bakar ki, özeleştiri toplantılarında yoldaşlarından bazıları, “Devrime kadar sizinleyim, devrimden sonra başka bir ülkeye gitmeyi düşünüyorum” derler. Yusuf buna bir soru işareti koyar. “Bu arkadaşlar devrimden sonra başka bir yere gitmeyi düşünüyorlar, yoksa içinde yaşamak istemediğimiz devrim mi yapıyoruz” diye sorar. O devlet modelini yaratmak isteyenin önce kendisi içinde yaşamak istemiyor. Özgür toplum modeli olarak kurulan komün yaşamı çok bürokratiktir, o kadar katı, o kadar kendini tekrar eden bir kısır döngü ki… kimse içinde yaşamak istemiyor.

 

Kişisel tanıklıklarınız var sanırım?

 

Evet o koğuşlarda canımız çok acıdı.17 yaşında bir kız çocuğunu ajan diye bir koğuşta arkadaşları öldürdü. Yine karakol basar gibi silahlanıp bağımsız koğuşunu basıp kendi arkadaşlarını öldürdüler. Türkiye’de insan hakları savunucuları bu ölümleri ölümden saymıyor olacak ki 10 yıllık raporlarında yer verilmedi bu ölümlere. Bu gerçekleri duymak, görmek istemeyen bir sol vicdan var bu ülkede. Acılar ve ölümler tokuşturulmamalı birbirine.

 

Bejan Matur’un Dağın Ardına Bakmak kitabında bir baba dönersen oğlum değilsin diyor?

 

Evet hain olmaması için baba oğlunu uyarıyor. Bana göre dağın ardını dışarıdan yani uzaktan bakarak anlayamazsınız. Dağın içi henüz açılmadı. 30 yıldır içine kapanan bir dağ var. Bu kapalı dağa içeriden yakından bakmak gerekiyor. Uzun süren savaş yeni sektörler yarattı. Yeni yaşam statüsü yarattı. Bir gerilla savaşı için 30 yıl çok uzun bir zaman. Kürtler şehirdeki yaşamlarını dağ ilişkisi üzerinden kurmaya başladılar. Kürtler iyi ve kötüyü dağın hükmü üzerinden tarif ediyor artık. Dağda ailenden biri varsa sözün daha dinlenir oluyorsun. Cezaevindeyken dağdan gelenlerimizin havası başka olurdu. Zorda kalacak olsa hemen, ”Arkadaş dağda da bulunmuş anlamaya çalışın” derlerdi. Bugün yakını dağda olanların ağırlığı altında ezilen bir şehirli kitlesi var. Son yıllarda bu daha bir ayrıcalık oldu.

 

Romanın adı dikkat çekiyor. Dağlar özgürlüğün simgesi olarak bilinir her yerde?

 

Yusuf dağa iki defa çıkar, bir gençken, bir de aradan 10 yıl geçtikten sonra. İkinci gittiğinde dağı çok değişik bulur. Savaşanlar yorulmuştur. Birçoğu parti içi suçlar işlemiştir. Bu suçlar ağır suçlardır. Bu kadar suçlu bir topluluk nasıl devrim yapabilir? diye sorgular olup biteni. Kamptakiler için, “Dağa benzemişler, dağ kokuyorlar” der. İç infazlar olmuştur, Yusuf en çok buna üzülür. Bir zamanlar özgürlüğün mekanı olarak gördüğü dağların bozulduğuna inanır.

 

Romanda sonunu bilmediğimiz karakterler var. Onlar ne oldu, döndüler mi?

 

Evet roman bitiyor ama Helin kayıp, yok ortada. Yusuf’a en çok Helin’i soruyorlar. Hem devlet hem de örgüt soruyor. Yusuf her defasında bilmiyorum diyor. Şimdi de okuyanlar bana soruyor. Ben de bilmiyorum nerde olduğunu. Bence bu savaşın en acıklı yanı kayıp Helin hikayesidir. Ne devlet ne de örgüt biliyor akıbetini, bu tür kayıpların sayısı çok fazla. Cezaevindeyken bana çok soran oldu. 1990’ların başında dağa çıkmış ama sonrası bilinmiyor. Bu savaş 30 yıldır sürüyor bugün barış olursa bir 30 yıl da bu kayıpların acısıyla ağrılarıyla uğraşacağız.

 

Romanda yakın döneme ait bireysel tahliller var, siz bu yönde nasıl tepkiler aldınız? olumlu ya da olumsuz, nasıl karşılandı ?

 

Politik bir roman olduğu için okuyucusu da politik çevreler oluyor haliyle. Eleştirinin ucunda olan radikal sol örgütler rahatsız oldu. Daha önceki kitabım İçimizdeki Hapishane bu radikal çevreleri fazlasıyla rahatsız etmişti. Şimdi de dağın büyüsünü bozduğumu söyleyenler oluyor. Çok cesaretli bir çıkış yaptığımı yazanlar oldu. Solun şöyle bir huyu vardır; Kendisine dokunan kitapları görmezden gelir. Zaman içinde de süküt-ü suikaste uğratırlar. Reel Sol tarihte politik romandan anlaşılan devrime güzelleme, partiye güzelleme yapmak. Dağbozumu bu düz yaklaşımın dışında bir roman. ‘Her devrim çocuklarını yer’ şiarına muhalif bir roman. Yusuf Can, kendi çocuklarını yemeyen devrimlerden yanadır . Bu yüzden örgüt talimatını uygulamaz, çektiği acıların nedeni de budur.Yusuf, içinde yaşamak istemediği bir devrimi yapmak istemediği için öfkelidir, aşkı ve sevgiyi öldüren bir devrimi istemediği için öfkelidir her şeye… Büyük hayallerle çıktığı dağdan, gözüyaşlı inmesinin nedeni de budur.

 

Son söz aşkın olsun… Aşkı bilmiyorsam nasıl kurtarırım seni kendimi ve bütün dünyayı… derler. Roman, “Her şey o zamanlarda başladı. o zamanların adını, gözün görmediği zamanlar koydum. Onu gözümün görmediği zamanlarda tanıdım" cümlesiyle başlıyor ve aynı cümleyle bitiyor. Bugüne gelirsek şimdi sizin yaşınızda olmayan, sizin 20 yıl evvel yaşadığınız günlerde olan şimdiki zamana söyleyecek sözünüz nelerdir?

 

Romanı okuyanlar giriş cümlesini çok sevdi. Okuyucu tepkilerinde bunu gördüm. “Benim de gözümün görmediği zamanlar oldu” diyenler oldu. Gözün görmediği zamanlar çok masum zamanlardır. Her şeyin kitaplardan öğrenildiği, devrimciliğin zorlukları ile karşılaşılmadığı ilk zamanlardır. Bir devrimcinin romantik zamanlarıdır. Romanda bunu aklın durduğu zamanlar takip eder. Bu zamana tutulmayı kimseye önermem. Keşke her şey gözün görmediği zamanlardaki gibi romantik olsaydı. Şimdiki zamanda devrim yapmaya kalksam aşkı devrimden sonraya ertelemezdim. Aşk, sevgi, cinsellik gibi konular bir başka bahara ertelenecek şeyler değildir. Aşksız, sevgisiz bir devrim düşünmek cehennemdir. Devrimci romantizmin bitirilmesi denilen şey bu tür yasaklarla başladı. Artık kimselerin devrimci romantizmden bahsetmediği zamanlarda yaşıyoruz.

 

Aytekin Yılmaz

Aytekin Yılmaz 1967’de Diyarbakır’ın Ergani ilçesinin Ortayazı köyünde doğdu. Ortaokulu bitirdi. Siyasi faaliyetler nedeniyle 9,5 yıl cezaevinde kaldı. Yayımlanmış eserleri şunlardır:

Doğu’nun Talanı ve İnkârı (2001Belge yay)

İçimizdeki Hapishane / Labirentin Sonu İletişim Yay. 2003),

Hapishaneden Öyküler ve Hapishaneden Şiirler (2005 Metis derleme),

Hapiste Yazmak (2006 Kanat kitap derleme),

Dağbozumu (2011 Doğan kitap roman)

Aytekin Yılmaz, 1997 Musa Anter Gazetecilik İnceleme Araştırma Ödülü, 1999 MKM Film Öyküsü Ödülü, 2003 II. İstanbul Ulusal Kısa Film Festivali Öykü Ödülü sahibidir.