Posta gazetesinden Elmas Dereci , HDP Parti Meclisi üyesi Fatoş Güney ile konuştu.

Siyasi çalışmalara barış için girdiğini, önümüzdeki seçimlerde de İstanbul’dan milletvekili adayı olacağını söyleyen Fatoş Güney; ''seçilirsem Kürt halkının demokratik haklarını elde etmesi, kendi siyasi iradesini kullanabilmesi yönünde ve insan hakları konusunda çalışmak istiyorum'' dedi.

30 yıl önce mide kanseri nedeniyle Paris’te ölen sinemacı eşi Yılmaz Güney’in filmlerinin dijital ortama aktarılması için Kültür Bakanlığı ile görüştüğünü söyleyen Fatoş Güney, ''Yılmaz Güney Vakfı’nın bütün filmleri Kültür Bakanlığı’nın ayırdığı trilyona yakın bütçeyle son teknoloji kullanılarak dijital ortama aktarılacak. Böylece filmler birkaç yüzyıl sonra bile bozulmadan kalacak'' dedi.

Posta.com.tr sitesinde yayınlanan söyleşi şöyle:

* Fatoş Güney şimdilerde nerede, nasıl yaşıyor, neler yapıyor?

İstanbul’dan kaçıp romantik bir balıkçı kasabası olan Şile’ye iltica ettim. İlk ilticamız Paris’e olmuştu. Şimdi buraya sığınmacı oldum. Çok huzurlu, doğayla içiçe, mutluyum. İlk geldiğimde sahipsiz, terk edilmiş ve hasta sokak hayvanları beni derinden etkiliyordu. Burada yaşayan bazı gönüllülerle ‘Arkadaş Canlı Hakları Derneği’ni kurduk. Arkadaşlarım Melike Demirağ ve Zuhal Olcay’ın verdiği konserlerle önemli bir gelir elde ettik ama kısa sürede tükendi. Elimizden geldiği kadar sokak hayvanlarına bakmaya, tedavi ettirmeye çalışıyoruz.

* Siyasi çalışmalarınız var mı?

Çeşitli teklifler aldım ama girmeyi düşünmemiştim. Artık zamanının geldiğine, barış için herkesin elini taşın altına koyması gerekliliğine inanıyorum. Zaten HDP parti meclis üyesiyim. Önümüzdeki seçimlerde İstanbul milletvekili adayı olarak seçimlere katılacağım. Selahattin Demirtaş ile konuştuk ama henüz netleşmedi.

* Seçilirseniz çalışma alanınız ne olacak?

Kürt halkının demokratik haklarını elde etmesi, kendi siyasi iradesini kullanabilmesi yönünde ve insan hakları konusunda çalışmak istiyorum. Yakın zamanda Kültür Bakanlığı ile görüştüm. Yılmaz Güney Vakfı’nın bütün filmleri Kültür Bakanlığı’nın ayırdığı trilyona yakın bütçeyle son teknoloji kullanılarak dijital ortama aktarılacak. Böylece filmler birkaç yüzyıl sonra bile bozulmadan kalacak.

* Fatoş Güney sakin, sorunları kendi içinde çözebilen, narin, kırılgan görünüyor. Doğru mu?

Gerçekten çok çabuk kırılırım ama annem dahil kimseye belli etmem. Her şeyi kendi içimde çözdüm, en zor zamanlarımda bile kimseden yardım istemedim. Bu da bana güç kattı. “Paris, ikinci yurdumuz”

* Paris sizin için ne ifade ediyor? En son ne zaman gittiniz?

Fransa, özellikle Paris acı-tatlı hatıralarımın olduğu, cuntacı Evren’in bize bahşettiği ikinci yurt. Orada evimiz var. Yılmaz orada. En son kurban bayramında kaçtım. Burada hayvanların ilkel koşullarda kesilmesi, insanların kör bıçaklarla onların boğazına çökmesi, hatta yaralamaları filan beni çok üzüyor. Oraya gittim, Yılmaz’ı da ziyaret ettim.

* Ne zaman ölesiye korktunuz?

Ölümden başka herşey aşılabilir. Türkiye’den ayrılırken Yılmaz başka, küçük oğlumla ben başka yoldan gidiyorduk. Yılmaz’ın akıbetini bilemiyordum, her an yakalanıp öldürülebilirdi. O iki gün, bekleyiş, benim için ölümden beterdi.

'ÇİRKİN KRAL LAKABINI KEDİSİ TAKTI'

* Yılmaz Güney ‘Çirkin Kral’ olarak anıldı, sizce çirkin miydi?

O dönem Yeşilçam’da İstanbul kökenli Orhan Günşiray, Eşref Kolçak, Ayhan Işık, Ediz Hun, Kartal Tibet gibi parlak kişiler var... Yılmaz, onların yanında, Çukurova’dan gelmiş, halktan bir Anadolu çocuğu... Değişik bir tip. ‘Çirkin Kral’ lakabını kendisi taktı. Babam ilk kez fotoğrafını odamın duvarında gördüğünde “Bundan bizim fabrikada 100 tane var” demişti. Doğru bir tespitti. Ama sıradan görünmesine rağmen çok karizmatikti.

* Onun hayatı film yapılacaktı. Ne oldu?

Dizi teklifleri zaten hep geliyor. Film de gündemde ama ne zaman sonuçlanır bilmem. Türkiye için henüz erken bence.

'KÖY DÜĞÜNÜ İSTERDİM'

* Yılmaz Güney’le film setinde tanışmışsınız.

Çok yakın bir arkadaşımın kocası reji asistanı olarak ‘Tatlı Bela’yı çekiyordu. Arkadaşım hiç sete gitmemişti, merak ediyordu. Birlikte gittik. O gün tanıştım Yılmaz ile. İlk kez ‘Şeytan’ adlı filmini izlemiş, oradaki köy düğünü sahnesini çok sevmiştim. Ben de telli duvaklı gelin olayım, davullar zurnalar çalsın, üç gün üç gece köy düğünümüz olsun istedim. Haziran ayıydı. Yılmaz, Çukurova’da herkesin pamuk toplamaya gittiğini, köylerin bomboş olduğunu, düğünlerin o mevsimde yapılmadığını söyledi. “Şimdi evlenelim, Eylül ayında herkes buradayken yine gelir, düğün yaparız” dedi. Evlendik. Ama düğün olmadı. ‘Umut’ filmini çekmek için gittik ve tüm dünyamız değişti.

* Yılmaz Güney’le tanışmasaydınız, şimdi nasıl bir Fatoş Güney olurdu karşımda?

Özgürlüğüne düşkün, kimsenin boyunduruğu altına girmeyen, muhalif bir ruha sahibim. Evlenmeyip üniversiteye girseydim öğrenci hareketi içinde olur, muhtemelen de büyük cezalar alıp yıllarca hapis yatardım. Hiçbir zaman parada, mülkte, şöhrette gözüm olmadı. Yılmaz yerine başkasıyla evlenseydim, o da mutlaka bir emekli olurdu. Küçük bir hikaye anlatayım size, aile içinde hâlâ konuşulur: 5-6 yaşlarındayken komşunun oğluyla balkondan konuşuyormuşuz. Bana diyormuş ki “Fatoş benimle evlen, sana oyuncaklar, arabalar, bebekler, dondurmalar, ne istesen alacağım.” Ben de “Hayır” diye cevap veriyormuşum. Yani o yaşta bile önemli değilmiş benim için.

YILMAZ'IN ÖLÜMÜYLE YAŞLANMAYA BAŞLADIM

* Hep kötü günler konuşuldu. Eminim çok güzel günler de yaşadınız. Anlatır mısınız?

Yılmaz’la ideallerimiz vardı, mücadelede birbirimize inanıyor, güveniyorduk. Yılmaz “Her şeye rağmen her şey güzel olacak, yarınlar bizimdir” derdi. İkimiz de kötü günlerin bitip güzel günlerin geleceğine inandık. Hapse girdiğinde 21, çıktığında 30 yaşındaydım. Aradaki 10 yıl, genç bir insanın altın yıllarıdır aslında. O yaşta bir genç kızın psikolojisini, hayattan beklentilerini düşünün... 10 yıl boyunca taş duvarlar, demir parmaklıklar arasından sevgisini hissettiriyordu. Onca yıl bir insanı kendine bağlı ve aşık tutabilmek bir mucizedir. Yılmaz o kadar sıradışı ve olağanüstüydü ki bana verdiği inanç, güven ve direnme gücüyle ayaklarımı yerden kesiyordu. Yılmaz’la birlikteyken yılların nasıl geçtiğinin farkında olmadım. Kaç yaşında olduğumu, ilk kez Yılmaz’ın öldüğü gün düşündüm. 32’ydim ve anlamamıştım, çünkü o güne kadar zaman durmuştu. Yılmaz’ın ölümünden sonra yaş almaya başladım. 9 Eylül 1984’te Paris’te öldüğünde 47 yaşındaydı. Bizim filmimiz en güzel yerinde koptu.

* Yılmaz Güney ölmeseydi ne yapıyor olurdunuz şu anda?

Yaşasaydı dünyanın en önemli sinemacılarının başında gelirdi. Mutlaka film yapıyor olurduk. ‘Duvar’ filminde asistanlığını yapmış ve çok başarılı olmuştum. Bana “Mutlaka bir film de sen çekeceksin. Bütün seti ben hazırlayacağım, sen gelip sadece ‘kamera’ diyeceksin” diyordu. Yaşasaydı mutlaka yapardı.