Ertuğrul Kürkçü, Emek Demokrasi ve Özgürlük Blokunun Mersin bağımsız milletvekili adayı. BDP’nin desteklediği bağımsız adaylardan. Davet üzerine gittiğim Mersin’de kendisiyle görüştüm, seçim çalışmalarını nasıl yürüttüğünü izledim. Emek , Demokrasi ve Özgürlük Bloku’ndan ve Türk Solu’nun Kürt meselesi ile ilgili yeni tavrından bahsederken konu ‘Kürtlerin ayrılma, bölünme gibi bir gündemlerinin kesinlikle olmadığına’ geldi ve röportaj başlamış oldu.

Kürtlerin ayrılmama noktasındaki iradesi çok nettir, diyorsunuz, BDP, PKK ve Kandil için bu konu o kadar net mi sahi? Halkın Kürt olmayan kısmında yer alanlar bu konuda şüphedeyiz.

Kürtlerin ayrılmak istemediği konusu çok açık.

Türkiye’de hala buna çok şüphe ile bakanlar var ama, bunun çok şüpheli bir konu olmadığını anlamak için sosyolojik bazı trendlere bakarak da karar verebiliriz.

ŞERAFETTİN ELÇİ ÖLÇÜ DEĞİL, KÜRT HAREKETİNİN TOPRAK TALEBİ YOK

Bakın, Irakta bir kürt bölgesi, yönetimi oluştu. Ama Türkiyedeki politik kürt hareketi bu yönetimi kendi hayallerindeki model olarak görmedi, buraya bir tersine göç başlamadı. Tam tersine burada bir yeni durum ortaya çıktı, Diyarbakır ve çevresinde daha çok kök salmaya başladılar. Son on yılda buraya insanlar konuta, ticarete, işe, öğrenime yatırım yapıyorlar. Ayrılma eğiliminin olduğu bir yerde böyle olmaz. Ayrılma bir çatışma dinamiğidir ve bu dinamikle beraber yatırım olmaz. Parlemento temsilini daha çok önemseyen, arkasını değil yüzünü Ankara’ya dönen bir kürt siyaseti var. Buna rağmen bu demokratik özerklik talebi ile atbaşı gidiyor. Ben zaten, politik Kürtlerin yüzlerini Ankara’ya dönmelerinin de ancak bu ufukla mümkün olabildiğini düşünüyorum. Ancak bu ufukla Türkiye’nin bu parçası özgür olabilir. Bugün Kılıçdaroğlu’nun bile bu Avrupa özerklik şartını gündeme getirebiliyor olması bu gerçeğin görülmesidir.

Lakin daha yakınlarda Şerafettin Elçi sanırım bir toprak talebinden bahsetti.

Şerafettin Elçi kürt özgürlük hareketenin merkezi değil. Elçi’nin böyle diyerek blokta durması bloku cazip kılan bir etkendir. Onu kimse bastıramaz ki. Kendi görüşünün çoğunlukta olması için çalışabilir de. Ben de kendi görüşümü savunmaya devam ederim, ama ortada bir blok siyaseti var, bir çerçeve var. Tıpkı TBMMde üç beş parça görüş vardır ama meclis Akp’nin çektiği yolda gider, bunun gibi.

Görünüşte,herkes görüşünü savunabiliyor, blokta kendisini fazlasıyla update etmiş bir demokrasi anlayışı var gibi, BDP’de de böyle bir lansman var, çoğulcu bir yapı havası var; ama bir yandan da İmralı’dan gelen bir görüşle her şey değişebilir. O zaman bu kadar demokrasi nereye gidiyor?

Haklısınız ama İmralı’nın da bir özgül ağırlığı var, olacak elbette.

Sadece bir özgül ağırlık mı?

Öyle olduğunu düşünüyorum, aksi mümkün olsa, oradan şöyle bir eleştiri gelmez: “Savaş yapmayı da bilmiyorsunuz, barış yapmayı da bilmiyorsunuz “ Böyle güçlü eleştiri gelebiliyorsa demek ki her şey oradaki iradeye uygun da gelişmeyebiliyor. Öte yandan esaslı bir hegemonyası olduğu da açık. Sokakta çocuklar Biji Serok Apo derken bunu birileri öğrettiği için yapmıyorlar, içlerinden geliyor. Öcalan’ın bir liderliği, bir ağırlığı olduğu çok açık. Önemli olan bunun çoğulcu bir politik mekanizma içinde dengelenip dengelenmediği. Kaldı ki aksi sürdürülebilir de değil. Bir hareket haftada bir yapılan avukat görüşmelerinden süzülen şeylerle kendisini devam ettiremez. Ama bir ufuk verir ister istemez. Ayrıca ben anlamlı bir politik ufkun da çoğu kez oradan çıktığını düşünüyorum. Öcalan safdışı olsa daha mı özgür bir kürt hareketi olur? Bence olmaz, ben Öcalan etkisinin ilerletici etkisi olduğunu görüyorum.

BAZEN BİRBİRİNE KARŞIT OLANLARIN ÇIKARLARI AYNI HATTA DİZİLİR

Mesela?

Örneğin silahlı çatışmanın sadece ve ancak aktif savunma çerçevesinde düşünülebileceğine ilişkin uyarılar sistematik olarak oradan geliyor. Mesela Reşadiye olayı olduğu zaman ilk eleştiri oradan geldi. Öcalan bu hattı tasvip etmediğini ortaya koydu. Öte yandan pek çok konuda içeriye doğru sızmalar olduğunu, bir hakikatleri araştırma komisyonunun bunu da araştırması gerektiğini söyledi.

Evet, Reşadiye var, Öcalan’ın sızmalardan bahsetmesi var, Heron’larla ilgili meşhur telsiz konuşmaları da geliyor ‘sızmalar’ deyince benim aklıma ; ama bununla ilgili bağlantılar yapıldığında, Ergenekon ve PKK’nın bağlantısı olabileceği hatırlatıldığında en aşırı tepki de Kürt siyasi hareketinden geliyor.

Heron’lar çok şüpheli bir konu ama. Parça parça askeri harekatlar sırasındaki konuşmaları bizim kolayca yorumlayamayacağımızı düşünüyorum. Kimi zaman askeri harekatta bir yeri korumak için çaba göstermektense topyekun geri çekilmek başka bir yeri korumak işe yarar görünebilir ve bu durumda dışarıdan bakan o birliğin feda edildiğini düşünebilir, büyük stratejiye bakmaz ise.

Ama Öcalan’ın bizzat kendisinin Reşadiye hakkında söyledikleri, sızmalar demesi, başlı başına bağlantı fikrini güçlendirecek bir şey değil midir?

Öcalan bunu yersiz buluyor, başkasının manuple ettiğini düşünmenin ötesinde bu baskının manasız ve yersiz olduğunu söylüyor .

Otuz yıl süren bir mücadelede her iki tarafta da kirlenmiş noktalar olamaz mı? Savaş her iki tarafta da bundan nemalanan küçük odaklar yaratmış ve bu odaklar dirsek teması sağlayarak kendilerine zemin temin edecek bir güç halini almış olamazlar mı?

Savaş herkesi kirletir. Sonuç itibariyle öldürmek için plan yapmaktır savaş. Devrimci mücadelelerde bu tür karşılaşmalarda neler yaşanabileceğini az çok bilen biriyim. Fakat bu işin esasını değiştirmez. Hiç unutmam, 12 Martta askeri diktatörlüğe karşı mücadele sırasında sorguda Süleyman Demirel’i kaçıracağımızın ortaya çıkmasıyla, orada sorgucular şöyle demişlerdi mesela: ‘ Keşke haberimiz olsaydı, biz size yol verirdik’ Şimdi bu ne kadar gerçek bir düşünceyi yansıtır, ne kadarı fantezidir? Bu ancak şu anlama gelebilir: Zaman zaman karşıtların çıkarları aynı hat üzerine dizilebilir, fakat bu, onların aynı uzamı paylaştığını göstermez. Aralarında bir alışveriş olduğu anlamına gelmez. Bunlar hep söylentiler düzeyinde kalır. Ergenekon PKK bağlantasına ilişkin iddialar da söylenti, ortada gerçek bir veri yok. Sürekli verilen bir örnek vardır, 12 Eylül öncesi için, sabah devrimciyi vuran silah öğleden sonra ülkücüyü vuruyordu. Bu silahı çok merak ediyorum, markası nedir, numarası nedir? Sabah vurulan devrimcinin adı, öğleden sonra vurulan ülkücünün adı nedir? Eğer böyle bir bilgi varsa kayıt da vardır. Çıkarın ortaya bunu diye kaç kez dile getirmişimdir. Düşünsenize Türkiye’nin siyasi bir dönemi bu şüpheli tevatür üzerine bina ediliyor, aslında gerçek bir çatışma yoktu, her şey dış ve iç karanlık odakların işiydi deniliyor. Oysa hayat böyle açıklanamaz. Kürtlerin meselesinde de, hakların inkarı bir hakikattir, Kürtlerin 28 kere isyan ettikleri, 29. sunun bastırılamadığı da bir hakikattir. O zaman ne yapacağız? Cevap nerededir, buna bakmak lazım.

DEMOKRATİK ÖZERKLİK TALEBİNİ TÜRK HALKI ANLAR AMA TÜRK AYDINI ANLAMAZ

-Siz cevabın demokratik özerklik olduğunu düşünüyorsunuz. Bu cevabın Türkler tarafından anlaşılabildiğini düşünüyor musunuz?

Hayır. Aslında demokratik özerkliğin Türk halkı tarafından anlaşılamamasını anlarım. Türk aydını tarafından anlaşılamamasını daha da anlarım. Türkiye’de yaşayan insanlar köylerinde beldelerinde mahallelerinde kendi kendilerini yönetme eğilimindedirler. Bunun manasını daha kolay kavrayabilirler. Ama meseleye daima bir her şeyi yöneten merkez noktasından bakan ve esasen kendilerini bir devlet kadrosu olarak gören aydınların bunu kavraması halkın kavramasından daha zordur. Önünde sonunda kavranacak bir şeydir ama.

BAYRAK, SAVUNMA GÜCÜ GİBİ KAVRAMLAR İLETİŞİM KAZALARINA YOL AÇIYOR

Ama ayrı bir savunma gücü, ayrı bir bayrak gibi talepler bir mahallenin kendi kendisini idare etmesinin dışına taşırıyor meseleyi. Bu taşmalar gerginliğin asıl sebebi.

Türkiye’nin idraki kapsamında bu bir problem ama, İspanya’da değil mesela. Katalonya polisi sokakları, Madrit polisi büyük caddeleri kontrol ediyor, köşe başlarında karşılaşıyorlar birbirlerine ters ters bakıyorlar. Ama Katalonya’nın kendi alameti, bayrağı var, nihayet İspanya krallığının içerisinde hepsi yaşıyor ve İspanya Avrupanın en demokratik ülkesi. Düz baktığınızda hepsi birbirinden anlaşılmaz görünüyor. Türkiye’den bakalım, Türkiye’de her belediyenin kendi bayrağı yok mu? Aslında var. Bu amblemler her yıl Danıştay’a gider onaydan geçer.

Evet ama bu artık psikolojik bir mevzuu. Flama sözcüğünün yarattığı psikoloji ile bayrak sözcüğününki bir değil.

Haklısınız, tartışmayı o nedenle buralardan başlatmamak gerekir, tartışmaya bu konulardan başlayan arkadaşlar iletişim kazasına neden olmuşlardır. Ama hadise, Zincirlikuyu mezarlığının kapısında yazan söze benziyor. Ne diyor orada, ‘Her canlı bir gün mutlaka ölümü tadacaktır’ . Ben de diyorum ki Türkiye’de her düşünen insan bir gün kürt sorununu çözme derdini tadacaktır. O yüzden sırasını bir yana bırakalım, çözüm gerçekleştiği noktada buradan herkes karlı çıkar mı, Türkiye’nin gelişmesine katkıda bulunur mu, oradan bakalım. Ben her şeyden önce askeri harcamalarımızı minimize edeceği için karlı çıkacağımızı düşünüyorum. Savaş atmosferinin ve bunların gerektirdiği dışlama ve bastırma yatırımlarını bir kenara atacağı için, insan sermayesini baskıdan gerginlikten kurtaracağı için büyük rahatlık sağlayacağını düşünüyorum. Kritik eşik, karşılıklı olarak birbirini kabul noktasına nasıl geleceğimizdir . Burada hepimizden bir yaratıcılık bekleniyor. Zaman gerekiyor ayrıca. Sabretmemiz gereken, değişmesi gereken çok şey var. Mesela, Türkler de Kürtler de insan kıymeti çok fazla bilmiyorlar. Misal 300 bin kişilik bir mitingi kimse beğenmiyor. 3 milyon diye rakam veriyorlar, oysa toplanan kişi 300 bin. Zamanla ve sayılarla rasyonel bir ilişki kuramıyoruz. Hayat hükmünü icra ediyor. Yirmi yılda olacaksa yirmi yılda olur.

Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku seçimlerden sonra etkinliğini sürdürecek mi?

Seçimlerden sonra da blok sürsün istiyoruz. Sol siyaset açısından ilk kez bu kadar yakınlaşma oluyor. Sol siyasetler arasındaki perdeler duvarlar biraz daha açılıyor bu vesileyle. Ben blokun sürmesinin de ötesinde giderek gelişmesini istiyorum. Kendisini bir parti olarak örgütlememiş sosyal hareketlerin kadın hareketinin alevi inanc hareketinin burada temsil edilmesini.

'ABDESTLİYİM AMA OYUM SENİN!' DİYORLAR

Kadınlar seçim çalışmalarınızda çok etkin, nasıl değerlendiriyorsunuz bunu?

Kadınlar çok aktifler. Seçim örgütlenmeleri yapıyorlar, ev ev dolaşıyorlar, okuma yazması bile olmayan, Türkçe’yi doğru dürüst konuşamayan kadınlar bile çok politik. Tülbentli, başörtülü kadınlar gelip tebrik ediyorlar, destek veriyorlar, hatta bazen, abdestli oldukları için tokalaşmak istemiyorlar ve şöyle bir cümle duyuyorum o zaman: Abdestliyim ama oyum senin!

Türk halkının Kürt meselesiyle ilgisi en iyimser ihtimalle ‘daha ne istiyorlar?’ cümlesinde kilitleniyor. Tamam, bazı acılar çekilmiş, tamam bazı haksızlıklar sözkonusu olmuş, ama bunlar geçmişte kaldı, hatta hükümet bu konuda epey düzeltme de kaydetti, artık dillerini de konuşabiliyorlar. O zaman daha ne istiyorlar? Etilerdeki patlamaya benzer eylemler de çok ciddi öfke yaratıyor. Bu eylemler olurken, BDP’nin de sizin de işiniz çok zor….

Kentsel şiddetin hiçbir manası yok. Şiddet bir şey elde etme manasında en faydasız yol. En son patlamaları kimin yaptığı da şüpheli. Bir mantığa oturmuyor. Seçim faaliyetlerini zora sokuyor, geriletiyor. Adayları savunma pozisyonunda bırakıyor.

Demokratik çözüm çadırı gibi yöntemlerle tam silahsız ve siyasi yöntemler devreye giriyor umudu yeşerirken başbakan konvoyuna saldırı oldu. Bunlar BDP ve bağımsız adayları için hiç sempatik bir görüntü yaratmıyor

Evet, aynı anda hem gaza hem frene basmak dolayısıyla motoru boğmak oluyor bu. Ancak daha ne istiyorlar denilen yerde, YSK’nın vetosunu düşünelim. %10 barajı partiler ve seçim yasası yerli yerinde duruyor. Daha ne istiyoruz, bunları istiyoruz işte.

Oy verdiği hiçbir parti kazanamayan Türkler de var, ve bunu bu yollarla istemiyorlar. Sorun fakirlikse, sefalet ise biz de fakiriz, biz de sefiliz diyen Rizeli bir vatandaşa gösterilecek hakiki bir gerekçe biliyor musunuz?

O Rize’li arkadaşa da o fakirliğinin üzerine bir de okulda zorla Lazca öğretilseydi, o da bunları yapardı.

Diyelim ki, adam aslında Laz, ve Türk okullarında Türkçe öğrenmeye razı olmuş, öbürü Balkan kökenli, Arnavutça’dan başka bir dil bilmeden Türkiyeye gelmiş, razı olmuş, Kürtler Türkçe konusuna razı olmamış ve işlerin bu uğurda silahlı faaliyet göstermeye kadar gitmesini o adamı yakalayacak bir dille anlatabilmek mümkün mü?

Razı olana da bir şey diyecek halimiz yok. Gönüllü olarak vazgeçmiş, bu da saygıdeğerdir ve bundan zaten ancak sadece gönüllü olarak vazgeçilebilir. Gönüllü değilse yapılabilecek hiçbir şey yok, işler bu noktaya geliyor o zaman kaçınılmaz olarak. Gönlü olmayan bir kadını zorla evlendirdiğinizde nasıl mutsuz ederseniz, gönlü olmayan bir halkı zorla öteki halka intisab etmeye zorladığınızda da öylesine mutsuz olur. Sopayla olmuyor.

KÜRTLERİN DİNDARLIKLARI BİLE KİMLİĞİ KORUMA ARZUSUNDAN KAYNAKLANIR

Bu konuda en büyük sorun, bu ülkenin bütün taraflarının bunu yok saymak üzerine omerta benzeri bir anlaşmaya varmış olmalarıydı. Bu konu yıllarca sessizliğe gömülü kaldı. Kimse bunu konuşmazdı ve bilinmezdi. Sonra, aslında olmayan bir sorun karşımıza çıktı zannettik. Oysa o hep oradaydı ve o insanlar hiçbir zaman gönüllü olarak bir şeylerden vazgeçmiş değillerdi. Bölgedeki dini yapının kuvveti bile bununla ilgilidir bana göre. İnsanlar bir din kurgusu arkasında, medreselere çekilerek korumuşlar kimliklerini.

Buna kurgu demek mümkün mü? Kürtler aynı zamanda gayet dindardırlar, PKK sempatizanı, kendisini Marksist Leninist olarak tarif eden Kürtler bile en derinde inançlıdır...

Tamam ama o dindarlığı yaşamak için kurdukları yapılar, aslında dillerini ve kimliklerini diri tutmak için de bir zemin oluşturmuştur. Kürtlerin her zaman medreseleri vardı. Ve hep kendi dilleriyle yaptılar oralardaki din eğitimlerini. O dini bütünlük arzusunun içinde bu kimliği koruma derdi de vardı diye düşünüyorum. İçine çekilecekleri bir cemaat buldular bu yönle. Uygun iklim ortaya çıkınca korunan şey de bize kendisini açık ediyor. Buna şapka çıkarmak lazım. Tabii devlet yöneticisi statükoyu devam ettirme zorunluluğu içinde, o yüzden o şapka çıkarmayabilir, ama ben çıkarırım, çünkü ben de statüko değişsin diye çalışıyorum. Çünkü değişmezse çok kötü olacak. Çürüdü çünkü bu statüko.

Ak Parti devlete hükümet ediyor aynı zamanda, parti kimliğiyle vaat ettiği özgürlükleri, devlet tarafıyla reddetmek durumunda kalabiliyor, sizin de dediğiniz gibi devlete hükümet eden de az çok statükoyu korumak ‘zorundadır’. Bu durumda, BDP’nin Ak Parti’ye böylesine düşman kesilmesi fazlaca haksızlık değil mi?

Kürtler Ak Parti’ye kredi açmışlardı, ama Ak Parti’nin gözünü servet hırsı bürüdüğü görülünce daha önce gösterilen tolerans artık kalmadı.

AKP’NİN AÇILIMI BİR ÖZGÜRLÜK PROJESİ DEĞİL BİR GÜVENLİK PROJESİYDİ

Bence kürt siyasi hareketi hiçbir zaman kredi açmadı. Demokratik açılımın daha ilk anlarından itibaren bu gelişmelerden hiç hoşnut olmadı DTP, BDP’li kurmaylar, bilakis gerildiler…

Hoşnut olmamaları normal. Doğrusu ben de hoşnut olmadım, çünkü daha ilk anlardan itibaren bir özgürlük projesi değil bir güvenlik projesi olduğu çok belliydi. Ömer Çelik bu projeyi daha ilk baştan ‘bu bir devlet aklıdır’ diye açıkladı. ‘Biz Ortadoğu’da bir hayat sahası arıyoruz, Kuzey Irak’taki hayat sahamızı muhafaza edebilmek için burada böyle bir açılım yapmak zorundayız’ . Çelik dürüstçe söyledi. Ama bu akıl özgürlüğe değil güvenliğe çalışır. Öyle de oldu. Sonuçta Kürtler ne istiyor diye değil, biz ne istiyoruz diye yaklaşıldı sürece. O zaman Kürtler de kendi isteklerini masaya koydular.

Ama siz başta dediniz, ‘ bazen bazı talepler aynı hatta dizilebilir’. Devletin devlet aklıyla Kürtlerin özgürlük taleplerinin aynı hatta dizilmesinden müteşekkil bir fırsat ekseni ortaya çıkmıştı, bunu değerlendirmekte ne gibi bir sakınca vardı?

Haklısınız, ben bile bir ara umutlanmıştım aslında, az önce dediklerime rağmen, umutlandığım bir an vardı. Ama çözüm tartışması polis akademisinden başlayınca dedim ki, buradan bir şey çıkmaz, buradan ancak tutuklanarak çıkarsınız. Öyle de oldu.

HABERTÜRK