Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi, aynı zamanda HDP Parti Meclisi Üyesi ve Özgür Gündem yazarı Prof. Erol Katırcıoğlu, Evrensel gazetesinden Serpil İlgün'e konuştu.

AKP’nin askeri çözüm ısrarının kodları ne? Kürt sorununun çözümünde, müzakere yerine şiddet tercihinin tarihsel dayanakları ne? İslami siyaset, 90 yıllık devlet aklıyla nerede örtüşüyor? AKP’ye tepki duyan laik ve seküler kesim, operasyonlara neden destek veriyor? Türkiyelileşme kavramına yeniden odaklanmak, savaşın derinleştirdiği duygusal ve zihinsel yarılmayı onarabilir mi?

Bugünkü Evrensel'de yayımlanan Katırcıoğlu söyleşisi şöyle: 
 

Müzakere taleplerinin hükümet tarafından sert sözlerle geri çevrilmesi, operasyonların yakın zamanda son bulacağı beklentisini azaltıyor. ‘Türkiye nereye gidiyor?’ sorusuna sizin yanıtınız ne? 

Hükümet “tek terörist kalmayana kadar” diyor ama bu böyle devam edemez. AK Parti içinde de rahatsızlıklar başladı gibi geliyor bana. Çünkü ‘90’lı yıllardan farklı bir dönemdeyiz. Ana akım medyanın iktidarın kontrolüne geçmesi bir olgu tabii ama sanal ortam enformasyonu inanılmaz bir şekilde yayıyor. Dolayısıyla orada olan ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yaptığı şiddeti sergileyen çok enformasyon ortaya çıktı. Bu nedenle bence savaşın meşruiyeti ile ilgili ciddi sıkıntıları var hükümetin. Diyarbakır’da DTK’nın alacağı kararları herkes bir ölçüde bekliyor benim de gördüğüm. Diğer yandan Kürt tarafı da kendi toplumunu tam olarak ikna edemedi gibi bir yanı da var işin. 

İkna edememe durumunun son zamanlarda değişmeye başladığına ilişkin gözlemler var ama sizce Kürt tarafı neden ikna edilemedi?

“Şiddete şiddetle yanıt vermek ne kadar doğruydu, silahla öz yönetim ilan etmek ne kadar zamanlıydı, değer miydi” gibi sorular var. Bu sorular aslında herkesin soruları. Durduğu yere bağlı olarak herkesin yanıtı da farklı oluyor. Ama tabii belki en önce şunu söylemek lazım, başından beri Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurmaylarının kafasındaki çözüm süreci, Kürtlerin kafasındaki çözüm sürecinden apayrıydı. Çünkü çok temelde şöyle bir şey var; Türkiye Cumhuriyeti Devletini yönetenler, Kürt sorununu nasıl çözeceklerini bilmiyorlar tam olarak. Bu dün de öyleydi, bugün de öyle.

Bilmiyorlar mı hakikaten, yoksa demokratik yoldan çözmek mi istemiyorlar? 

Bilmiyorlar dememin sebebi, esasında başka bir alternatifi düşünememelerinden kaynaklanıyor. Çözmeye kalktıklarında kafalarına yatan bir tek çözüm var; din kardeşliği. “Bunun üzerinden çözeriz” diyorlardı. Fakat din kardeşi olmak meseleyi çözmüyor ki. Çünkü Kürtlerin kendi kimlikleri ile ilgili talepleri var. Bunun yerine “Yeni anayasada bunları konuşacağız” diyebilirdi pekala. Çünkü yeni bir Anayasayı gerektiren bir durum sonuç olarak. Bir de, “bilmiyorlar” derken, aslında “korkuyorlar” demek istiyorum.

Neden korkuyorlar?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı bakiyesi bir toplum olarak kurulduğu günden beri, Türkiye’yi yönetenler hep şu telaşı yaşadılar; “Koca bir imparatorluk küçüle küçüle buraya geldi. Bu daha da küçülebilir!” Sonuç olarak bu olasılık var. İkincisi de, İbn-i Haldun (14. yüzyılda yaşamış devlet adamı, İslam düşünürü) eğitiminden geçmiş olmanın da getirdiği bir şey var. İbn-i Haldun, felsefi olarak toplumların doğup, büyüyüp, bir süre sonra öldüğünü, bunun da 100 ila 150 yıllık süreler içinde gerçekleştiğini söylüyor. Türkiye’yi yönetenlerin -özellikle bürokratlarının- zihninde bu da var. Dolayısıyla, parçalanma korkusu ciddi bir paranoya halinde ve kimse öyle bir noktaya evrimle olasılığı olan herhangi bir meselede sorumluluk almak istemiyor. 

Ama bölünme/küçülme paranoyasını dirilten kendi kararları. Devletin küçülme korkusu bu kadar derinse, savaş politikasına neden geri dönüyor? 

Bu da devlet refleksi bence. Eğer problemi çözemiyorsa, problemi çözmenin tek yolu vardır, şiddet kullanmak. Bu bakımdan Kürt siyasi hareketini (en azından sivil siyasette olan kesimlerini) her zaman biraz naif bulmuşumdur. Yıllar önce Hatip Dicle, Ahmet Türk’ün de olduğu bir toplantıda, şunu dediğimi hatırlıyorum; “Siz bu devlete nasıl güveniyorsunuz? Bu devlet asla güvenilecek bir devlet değildir.” Çünkü bu devlet kendine meydan okuyan bir grup, kişi olduğu zaman mutlaka onun kellesini alır. Böyle bir refleksi var. Düşünsenize 17 yaşındaki bir çocuğun yaşını büyütüp idamını istemek nasıl şeydir? Deniz Gezmişler gerçekten bu devleti yıkabilirler miydi? Ama değil mi ki meydan okumuşlardı, o meydan okumanın cezasını çekmeleri lazımdı. Bugün de gördüğüm kadarıyla orduyla da Kürtlerin şiddetle bastırılması konusunda en ufak bir fikir ayrılığı yok. 

Nitekim geçtiğimiz hafta Genel Kurmay Başkanı ve diğer üst düzey kuvvet komutanlarının Cizre ve Silopi’deki denetimleri, fikir ayrılığı olmadığının mesajıydı…

Evet. Bence Tayyip Bey, askerle anlaştı. Türkiye’nin yönetilmesi ile ilgili her konuda söz sahibi olduklarını söylemek istemiyorum ama en azından düzenin bir anlamda yeniden inşası ile ilgili olarak asker görev başında diye düşünüyorum. Tayyip Bey, “Kürt halkıyla bu işi çözeceğiz” diyor ya. Kardeşim Kürt halkının on kişiden en az altısı HDP’yi destekliyor. Sen dört kişisiyle mi çözeceksin bu işi? Dolayısıyla tutarsız ve ikna edicilikten uzak. Netice itibariyle 2013’te sarf ettiği “Ben milliyetçiliği ayaklarımın altına aldım” lafından çok uzaklaşmış bir Erdoğan’la karşı karşıyayız. Erdoğan taraftarlarının onun bu tutumuna karşı çıkması lazım ama orda öyle bir şey görmüyorum ne yazık ki.

‘Din kardeşliği’ söyleminin şu günlerde altının daha fazla çizilmesinin sebebi, din vurgusunun kimlik vurgusundan daha etkili olması mı?

Bizde milliyetçilik zaten etnisite üzerinden oluşmadı, din üzerinden, Müslümanlık üzerinden oluştu. Dolayısıyla Müslümanlık esasında milli bir Türklük duygusu içeren bir duygu ve benim anladığım kadarıyla Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının zihin dünyasında bir İslam medeniyeti meselesi var. Yeni Osmanlıcılık diyorlar ya, yeni Osmanlıcılık mı bilmiyorum ama yeni bir İslam medeniyeti demek daha doğru olur. Çünkü bunların İslam medeniyetinin modernizasyonu gibi bir tahayyülleri var. Cumhuriyetin kuruluşundan önceki sağcı, ümmetçi, ama modern bir siyaset… Modern derken, Arap ülkelerinin evrildiği yere değil, Japonya, Kore gibi ülkeleri örnek alıyorlar. Kore ve Japonya bunlar için önemli örneklerdir çünkü onlar hem moderndirler, hem de eski bir kültürün üzerine modernliği getirmişlerdir. Erdoğan ve arkadaşlarının da böyle bir hülyası olduğunu düşünüyorum. Fakat bu günümüz dünyasına uyan bir proje değil. Diğer yandan laik, seküler kesimin de ne yaptığını bildiği kanaatinde değilim. Onlar da bilmiyorlar nereye aitler? Buraya mı aitler, batıya mı aitler? Acayip bir yerdeler. Dolayısıyla bunun, günümüzün sorunlarını çözmede anlamlı olabilecek bir yaklaşım olduğu kanaatinde değilim. 

KÜRT SORUNU BİZATİHİ TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ KURAN VE DESTEKLEYENLERİN SORUNUDUR, KÜRTLERİN DEĞİL

22 Aralık tarihli yazınızda, ülkenin batısında yaşayan ve çoğunluğu ‘laik ve modern’ kimlikle kendini tanımlayan kesimin AKP karşısındaki pozisyonunu sorgulayarak, ‘laik ve modernlerin siyasete dönmeleri bir gereklilik’ diyorsunuz. Bu dönüş nasıl olursa ‘hayırlı neticeler’ sağlar? 

Bu ülkenin siyasi dengelerinin, ‘laik ve modern kimliğin’, gerçek bir laiklik ve gerçek bir modernlik çerçevesinde siyasete dönmesi sağlanmadıkça oluşmayacağını düşünüyorum.

Modern-laik kesim, esasında Kurtuluş Savaşı sonrası Cumhuriyetin yarattığı bir kimliktir. O dönemin insanları daha batılı, modernist bir projenin peşindeydiler. Ama toplum Müslümandı, daha İslami bir modernleşme projesine yakındı. 1924’te aynı gün geçirilen Tevhid-i Tedrisat ve Diyanet İşleri Başkanlığı Kanunu ile dinle bağı mesafeli, devlet ve din ilişkisinin de mesafeli olması gerektiğine inanan ve kendini batıya yakın hisseden insanlar yarattılar. 90 yıldır Türkiye’yi yönetenler bunlardı. Özellikle İslami hareket ve Kürt hareketi her zaman kontrol altındaydı. Bunu asker sağlıyordu. Yani, siyasetin arkasında her zaman askeri güç olduğu için onlar hep iktidarda oldular. İlk defa Erdoğan ve arkadaşları, askerin siyaset üzerindeki gölgesi olduğu sistemi değiştirip, askeri daha kontrol edebilir hale getirdiklerinde toplum daha çıplak hale geldi. Nüfusun içindeki İslami kesim çoğunlukta olduğu için de, sandık her zaman onların iktidarını işaret edecektir. 

Dolayısıyla seküler ve modern kesimin AKP’yi hazmedememesinin bir sebebi de bu? 

Evet. Yeniden iktidar olma şanslarının olmadığını da görüyorlar. Burada, Erdoğan’ın başarısı gibi duran şey aslında bu ülkenin kuruluşundan bu yana yürürlükte olan ‘daha batılı’ projenin sahibi ‘laik ve modernist’ kesimlerin başarısızlığıdır. Demokrasiler bireyler üzerinden yükselen bir sistemdir. Sandık da, farklı bireylerin farklı görüşlerinin konsolide olmasını sağlayan bir mekanizmadır. Ama bakıyoruz, bireyler yok burada. İnsanlar ait oldukları kültürel kodlar içinden oy veriyorlar. Onun için “Tayyip Erdoğan’ı yedirmiyorlar. Onun için Kılıçdaroğlu “Eren Erdem’i yedirmeyiz” diyor. Birbirinin insanını yedirmiyorlar. Dolayısıyla demokrasinin içi boşalmış vaziyette. Parlamento da bence işlevini yitirmiş durumda. Bu nedenle temsili demokrasiyi anlamlı bulmuyorum, daha katılımcı bir demokrasiyi düşünmemiz gerektiğini düşünüyorum ama bunu tartışmaya vakit bulamadan Erdoğan başkanlık diye bir şey getirdi önümüze ve bu tartışmayı yok etti. 

Kürt sorununun çözümü konusunda büyük bölümü resmi ideolojinin yanında durmuş laik ve modern kesimde, dolayısıyla oy verdikleri CHP’de bunun değişeceğine ilişkin işaretler görüyor musunuz? 

Benim seküler kesimden kastettiğim CHP siyaseti değil sadece ama CHP tabi onların oyunu alan bir siyaset. Orda da maalesef hiç umudum yok. Ama şöyle bir umudum var; bu seküler kesime Podemos veya Syriza’da olduğu gibi meydan okuyan genç insanlar lazım. O grup içinden çıkacak bir meydan okuyucu şunu diyecek; “Abi siz ne yapıyorsunuz, nedir bu saçmalığınız? Ne dediğiniz, ne olduğunuz belli değil. Batılı mısınız, modern misiniz, belli değil. Evet bilmem kaç yıl bu ülkeyi yönettiğinizden dolayı varlıklısınız eyvallah. Ama bu da yarın öbür gün sizin burada yaşamanızı sağlamayacak. Ayrılıp gidecek misiniz? Gitmeyecekseniz, o zaman bu ülkenin siyasetiyle ilgili olmanız lazım. Herkesin özgürlük talebini üstlenen biçimde yeni bir anlayış üretmeniz lazım. ‘Kürtlere sahip çıkıyoruz, Kürtler bizim vatandaşımız, arkadaşımız’ deyin mesela. Bunu dediğinizde Türkiye’de başka bir şey yaratırsınız.” 

Ama zaten mesele bu kesimin Kürt sorununda payları olmadığını düşünmeleri veya bu payı meşrulaştırma yönelimi ne dersiniz? 

Evet, Kürt sorunu denilen sorun bizatihi Türkiye Cumhuriyetini kuran ve onu destekleyenlerin sorunudur. Kürtlerin değil. Kürtlerin istediği sadece kendi kimliklerinin tanınması ve yoğun yaşadıkları yerleri yönetmeleri. Bu da son derece insani iki taleptir. Şimdiye kadar devleti desteklemiş olan laikler ve İslamcılar asla şu sorumluluktan kaçamazlar; sorunu yaratan devlettir, çözmesi gereken de devlettir. 

Dolayısıyla sorunun nasıl çözüleceği de önemli. Yani çözülsün ama nasıl?

Kürtlerin statü taleplerinin bir yere geçmesi lazım, doğru. Verilen mücadele de bunun için. Yoksa verdikleri savaşın bir kıymeti yok. Geçen sene Güney Afrika’ya gitmiştim. Şunu hissetim orada; evet, siyahlar iktidara gelmişlerdi, Mandela’nın rüyası gerçekleşmişti ama inanılmaz bir yoksulluk vardı siyahlara ait. Diğer yandan, inanılmaz bir zenginlik vardı beyazlara ait. Demek ki kimlik siyaseti sınıf siyasetini önceliyor belki ama çözmüyor. Öcalan’ın kanton önerisinin de büyük ölçüde böyle bir perspektife sahip olduğunu sanıyorum. Yani sivil haklar ama aynı zamanda ekonomik hakların da alındığı bir çerçevenin yaşama geçmesi. Maalesef bunları doğru dürüst konuşur hale gelemedik.

DTK TOPLANTISI, DAVUTOĞLU’NUN ARZUSUNU KARŞILAMADI

Başbakan Davutoğlu’nun yeni anayasa için Meclisteki muhalefet liderlerine yaptığı görüşme çağrısına HDP’yi de eklemesi zaten şaşırtmıştı. Bu görüşme, operasyonların durması için bir tür müzakere imkanı yaratır mı diye düşünülürken, Davutoğlu, HDP’nin ‘üslupsuzluğu’nu gerekçe göstererek görüşmeyi iptal etti. Üslupsuzluk gösterilen gerekçe. Asıl gerekçe ne olmuş olabilir?

Davutoğlu’nun, Demirtaş’a yönelik “hain” vs diyen üslubunu anımsayınca, “üslupsuzluk” gerekçesi bir yere oturmuyor tabii. Bence asıl neden hafta sonu Diyarbakır’da yapılan DTK toplantısındaki havanın Davutoğlu’nun arzu ettiği bir çizgide olmaması. Yani “hendekleri kaldıracağız ve şöyle şöyle yapacağız” diye bir şey bekleniyordu. DTK toplantısındaki konuşmalar ise özerklik meselesini daha yüksek bir perdeden talep eden bir siyaset çizgisi izleneceğini ima etti. Demirtaş, daha fazla Kürdi konuştu örneğin. Benim anladığım Kürtler, taleplerini daha yüksek sesle seslendirecek ve bir bakıma siyaseti onun üzerine inşa edecekler.

Davutoğlu’nun parti liderleriyle yapacağı görüşmelerin esas olarak Erdoğan’ın başkanlık hayalini gerçekleştirmeye dönük olduğu yorumlarına katılır mısınız? 

Evet. Şu anda fiilen başkanlık yönetimiyle yönetiliyoruz aslında. Bunu bir an önce defacto olmaktan çıkarıp, yasal hale getirecek ama şöyle bir şey söyleyeyim; Tayyip Bey artık Türkiye toplumunu nasıl maniple edeceğini öğrendi. Milliyetçilik ve İslamcılıkla gidiyor. Burada kurduğu oyunu bozan kimse çıkmazsa, başkanlığı geçirecektir muhtemelen. Özellikle Kürtler, sol ve demokrat kesimler açısından baktığımızda bu bir mücadele anlamına geliyor. Yani referandum olacaksa, referandumda başkanlık sistemine engel olmak gerekiyor.

TÜRKİYE SİYASETİNİN ÇOK KİMLİKLİ OLMASI GEREKİYOR

Yazılarınızda, savaşın geri plana ittiği Türkiyelileşme projesinin tam da bugünlerde yeniden tartışılması gerektiğini vurguluyorsunuz. Bu tartışmanın neden gerekli olduğunu sormadan önce, Türkiyelileşmeyi toplum yeterince kavrayabildi mi sizce? Zira Türkiyelileşme, ağırlıkla Kürtlerin Türkleşmesi olarak yorumlandı…

Tespitinizde haklısınız, HDP Parti Meclisi Üyesi olarak, bunun parti içinde de anlaşılmadığını gözlemledim. Oysa biz demokratik kimliğe sahip insanlarız ve her kimliğe yakınız, her kimliğin sorunlarını kendi sorunumuz gibi algılıyoruz, kendi sorunumuz gibi çözmeye çalışıyoruz. Bu tam olarak anlaşılamadı. 

Dolayısıyla çatışmaların yeniden başlaması, Türkiyelileşme kavramını da zedeledi? 

Evet,  maalesef. Öteden beri çok kimlikli bir siyasetin Türkiye’nin siyaseti olmasını gerektiğini düşünen bir insanım. Çok doğru bulduğum bir siyaset perspektifi ama görüyorum ki giderek yalnızlaşıyorum. Çünkü giderek şunu görüyorum; düşünsenize karşınıza tankıyla topuyla gelmişler, yani Kürtlerin haklı olarak güvenecekleri tek şey kendi kimlikleri. Dolayısıyla şunu diyebiliyorlar, “kardeşim ne Türkiyelileşmesi?” Hatta iş, “biz ayrı bir Kürt devleti kuramadan yapamayacağız” noktasına geldi. “Gönül bağı koptu” denilen şey bu. Laik, modern çevreler de bu sefer şöyle demeye başladılar, “kardeşim iyi de bu PKK ne istiyor, özerklik ilanı falan bunlar ayrı devlet mi kuracak, hani biz birlikte yaşayacaktık, sivil siyaset yapacaktık, Türkiyelileşecektik?” …

Ama demokratik özerklik zaten Türkiyelileşme programının bir parçası değil miydi?

Tabii ki öyle, parti meclisinde de bunu konuşuyorum, tabii ki özerklik, tabii ki yerel yönetimlere yetki... bununla ilgili bir sıkıntımız yok ama “neden şimdi” ve “neden böyle” meselesi var. Devlet PKK’yi savaşa davet etti ve PKK de savaşa icabet etti gibi geliyor bana. İcabet etmesi gerekmezdi. 

Ne yapabilirdi?

Şunu, “ben seni anladım sen bizi kriminalize etmek istiyorsun, siyaseten bizi yok etmek istiyorsun. Onun için ben 1 Kasım seçimleri sonrasına kadar geri çekiliyorum” diyebilirdi. Bunu yapmış olsaydı toplum nezdinde de Erdoğan’ın pozisyonu biraz daha sarsılmış olurdu. Nereden baksanız 200’e yakın çocuk, genç insan öldürüldü. Bir o kadar güvenlik görevlisi hayatını kaybetti. Bu askeri bir karar sonucunda oldu. Meşruydu-değildi, doğruydu-yanlıştı, bu onların daha çok sorumlu olduğu bir konu ama yapılan açıklamalardan tatmin olmuyorum. Öz yönetim sonuç olarak hukuki bir şey. Bunu elde etmenin başka yöntemlerini denedik mi? Dolayısıyla bu oyunu bir ölçüde boşa çıkarma şansına sahipti gibi geliyor bana. 

BARZANİ’YE GÜVENİYORLAR AMA ONUN DA DURUMU KRİTİK

Yeni Şafak yazarlarından İbrahim Karagül, nicedir büyük bir direnişten, hatta savaştan söz ediyor. Son olarak, İbn-i Haldun öğretisinin etkisi tespitinizi doğrulayan şu satırları yazdı: “…Türkiye yüz yıldır işte böyle bir mücadele veriyor. Son üç yılda direndiklerimiz bu yüzyılın küçük bir parçası. Ama unutmayın, bizim o yüzyılımız henüz bitmedi. O parantez kapanmadı, o hesaplar bitmedi. Bugün terör üzerinden, bölgesel çevreleme operasyonları üzerinden karşı karşıya olduğumuz şey işte bu yüzyılın büyük hesaplaşması içinde bir hesaptır.” Bu satırlar AKP zihin dünyası için nasıl ipuçları veriyor?

Önceleri o cenahın fikir dünyasını takip etmek bakımından Karagül’ü daha fazla takip ederdim ama son zamanlarda çıldırdığı kanaatindeyim. Çünkü bunlar çok akıllı laflar değil gibi geliyor bana. “Arka planında İslam’la savaş var” demeye getiriyor. Türkiye’nin İslam’ı savunan bir yerden bunu kurgulaması ve tabii Ortadoğu’nun, Arap dünyasının lideri olması lazım gibi bir yerden bir şeyler söylüyorlar. Karşılığı olmayan değerlendirmeler bunlar. Kaldı ki, İslam’la bir kavgayı hararetlendirmek ve mevcut farklılıkları din üzerinden bir yere doğru inşa etmeye çalışmak, kapitalist dünya için de anlamlı değil. 

Aynı gazetenin Ankara temsilcisi Abdülkadir Selvi, meseleyi biraz daha somutlayarak şöyle yazdı: “Kandil'e, Türkiye'yi oyalaması için bir görev verildi. Amaç Türkiye'yi Suriye ve Irak'ın şekillendirileceği masadan uzak tutmak. Bunun karşılığında Suriye masası kurulduğunda PYD'ye de bir yer açacaklar. Bunu sadece Rusya ya da İran yapıyor diye düşünüyorsanız yanılırsınız. ABD'nin tavrı da bu noktada güven vermiyor.” Bu “çözümlemeyi”  nasıl analiz edersiniz?

Velev ki böyle, Türkiye aptal mı, niye böyle yapsın ki? Yani –bu saçma bir laf ama- diyelim ki PKK böyle bir misyon üstlendi, o zaman siz başka bir şey yapın. O başka şeyi yapmaktan niye imtina ediyorsunuz?  “Orada yeniden biçimlenme olacaksa bizim de söz sahibi olmamız lazım ve Kürtlere bize mahkum olabilecek bir şeyle cevap vermemiz lazım” diye düşünüyorlar. Fakat bunda da akıl diye bir şey görmüyorum. Şundan görmüyorum, Barzani’ye çok güveniyorlar ama Barzani’nin de durumu çok kritik. Dolayısıyla orası bağımsızlaştığı zaman ortaya çıkacak olan siyaset, Barzani siyaseti olmayabilir. Hatta belki PKK’nin etki alanında kalabilir. Yani bu işin onların umdukları gibi gitme ihtimali çok fazla yok. Zaten dikkat ederseniz bir zamandan beri sürekli geri adım atan bir Türkiye var. Rus uçağını düşürdükten sonra şimdi hiçbir Türk uçağı uçamıyor oralarda artık. 


Tüm bu süreçte, PYD’yi koruyan bir yerden yaklaşılsaydı, bunun çözüm sürecine de anlamlı bir katkısı olurdu. Kaldı ki, Türkiye’nin daha özerk bir Kürdistan’a razı olmamasını da anlamak zor. Çünkü neresinden bakarsanız bakın, Türklerle Kürtler bunca yıl beraber olmuşlar, beraber yaşamaya da devam edecekler. Dolayısıyla, bu gerginliğe gerek yok. Bugün dünyanın pek çok yerinde özerk bölgeler var, ne oluyor, bir şey mi oluyor?