Eylem Yılmaz'ın Yazı Dizisi ([email protected])

3. Bölüm

Cizre’den Yüksekova’ya İstanbul’un yeni sakinleri: 7 aylık Hawin evde tek başına!

14 Mart 2016’ta Mardin’in Nusaybin ilçesinde başlayan sokağa çıkma yasakları 3 Haziran’da operasyonların bittiği açıklanmasına rağmen halen geceleri devam ediyor. Bu yasak üç aylık bir süre içinde kesintisiniz 24 saat sürmüştü.

İlan edilen yasakların süresi, saati, ölenlerin sayısı, içinde olan insan hayatı karşısında ruhsuz, buz gibi kalıyor. Sizi evlerinden geriye sadece her birine ait, şimdi siyah bir poşete koyup sakladıkları anahtarları kalan Nusaybinli Doğan ailesiyle tanıştırayım. O anahtarlarını ara sıra çıkartıp, oradaki yaşamlarından bahsederek, hiç bilmedikleri İstanbul’da hayatta kalmaya çalışıyorlar.

Hikâyeleri akla Yaşar Kemal’in ‘zilli kurt’unu getiriyor. Kısaca Yaşar Kemal şöyle anlatır: Kurtlar Anadolu’da bir koyun damına girdi mi, bir tanesini yemez, hepsinin boğazını sıkar. Kurdun ağzı değen koyun yaşamaz. Bir gecede bütün bir köyün koyununu yok edebilir. Kurt çeker gider… Köylüler atlara binip kurdun ardından giderler, silahsız, köpeklerle. Köpekler öldürmesin diye, köpeklerin boynundaki dikenli tohtları çıkarırlar. Kurdu yakaladıktan sonra fiske vurmazlar. Boğazına sağlam bir kirişle zil takarlar. Kurt ne koyuna yaklaşabilir, ne köye… Acından ölür. İşte bunu yaşamımla birleştirdim. Bana düşüncelerimden dolayı çok çektirdiler. Düşüncelerimden dolayı zilli kurt oldum.

2015’te başlayıp 2016 yılına kadar Güneydoğu’da ilan edilen yasaklar, çatışmalar içinden sağ çıkıp, İstanbul’un yollarına düşen aileler Yaşar Kemal’in “zilli kurt”ları gibi.

Doğan ailesi kalabalık bir aile. Evin babası Hüsnü Doğan, 60 yaşında, üç evlilik yapmış. Toplam 17 çocuğu var. İlk eşine çok âşıkmış ama aşiretin kan davasından dolayı o askerdeyken eşi öldürülmüş. Eşini o kadar çok seviyormuş ki, onu gördüğünde tekrar geri dönemez diye askerliğini izinsiz tamamlamış. Askerliği bitirmiş, köyüne döndüğünde cenazeyle karşılaşmış. İlk eşinden hiç çocuğu olmamış. Köyünü, ailesiyle birlikte terk etmiş, Nusaybin’e yerleşmiş. 22 yaşındayken ikinci evliliğini resmi nikâhla yapmış, bu evliliğinden 12 çocuğu var. İlk eşiyle boşanmamış. 40 yaşlarındayken ikinci eşi Mevlüde ile nikâhsız bir birlikteliğe başlamışlar. “Babasından istedim, zorlama olmadı, severek evlendik” diyor Hüsnü Amca. Bu evliliğinden de 7 çocuğu var. Hüsnü Amca’nın en çok sevdiği şey kitap okumak. Kürtçe okumasının daha iyi olduğunu, bir sertifikasının da bulunduğunu özenle belirtiyor. Elinde kitapları tek tek en çok ne okumayı sevdiğini anlatırken; “Yıllardır gazetelerden önemli olayları keser, arşiv yapardım. Evle birlikte yaklaşık 20 yıllık arşivim de gitti” diyor. Kuran okumayı çok seviyor, Arapça, Kürtçe, Türkçe Kuran-ı Kerim’leri başköşesinde duruyor. Hüsnü amca, bir inşaatın şantiyesinde bekçilik yapıyor. İnşaat bittiğinde işsiz kalacağı için endişeli, çünkü evde tek çalışan eşi kalıyor.

Mevlüde Doğan, 36 yaşında, 7 çocuk annesi. Bir nasılsınız sorusu bile onun gözlerinin dolması için yeterli oluyor. Hayatında Nusaybin dışında hiçbir yer görmemiş, İstanbul’da da Şirinevler dışına çıkmamış. Mevlüde, temizlikçilik yapıyor. Ağırlıkla gittiği evler de öğrenci evi. Evler küçük olduğundan 50 TL alıyor. Büyük bir ev olunca da, temizliği iki gün sürdüğünden 190 TL alıyor. O işe gittiğinde 7 aylık cin bakışlı, etrafına sürekli gülücükler saçan Hawin evde tek başına kalıyor. Mevlüde; “Bazı ev sahipleri yanımda götürmemden rahatsız oluyor, istemiyor. Bazen dinlemiyorum, götürüyorum yanımda. Dayanamıyorum, ciğerim yanıyor. Yanıma alamadığımda da onu uyutup, çıkıyorum. Aklım evde kalıyor. Ya bir yere sıkıştı öldü diye düşünüyorum, ya ağlıyordur diye düşünüyorum, çok üzülüyorum ama mecburum. Geldiğimde ya acıkmış ağlıyor oluyor, ya uyuyor, ya da oynuyorken buluyorum. ”

Açlıktan küçücük kalan Hawin ile hastaneden ahıra!

Sokağa çıkma yasakları ve operasyonlar başlamadan yalnızca dört ay önce düşmüş Hawin anne karnına, yasaklar sırasında büyümüş, evlerini terk ettiklerinde de erkenden doğmuş. Çok küçük doğmuş, ele alınamayacak kadar küçükmüş. Yasak ve çatışmaların ortasında annesi yemek yiyemediği, su içemediği, korku içinde kaldığı için Hawin de küçük kalmış, yaklaşık bir ay kadar hastaneden çıkamamışlar. Hastanede bir ay kalmalarının bir nedeni sağlık, diğer nedeni ise evsizlik:

“Nusaybin’den çıkıp bir akrabamızın yanına yakında bir köye gittik. Köydeki ev bir odaydı, başkaları da vardı, ben hamileydim rahatça tuvalete gidemiyordum. En sonunda evlerinin yanındaki ahırdaki samanları boşalttık, temizledim ve orada kaldım. İki sünger döşek, iki yorganla, çocuklarımla birlikte orada 10 gün kaldım. 11’nci gün sancım başladı. Araba yoktu, sabaha kadar sancıyla dua ederek bekledim. Sekiz yaşındaki kızım ve kumamla birlikte sabah yola çıktık, bir araba geçer de çeviririz diye. Geçen hiçbir araba durmadı. Saatlerce yol kenarında bekledim. Saatler sonra bir araba durdu, hastaneye bıraktı. Orada doğum bölümü olmadığı için Midyat’a sevkimi vereceklerini, oraya gitmemi söylediler. ‘Yanımda eşim yok, arabam yok, ambulans çağırsanız, ben nasıl gideceğim’ dedim. İnanmadılar, nasıl diye sordular. ‘Ben evimden çıkmak zorunda kaldım, köye gittim’ dedim. Yardımcı olmak istemediler. Ben öyle yattığım yatakta kaldım, ağlıyordum. Sonra iyi bir hemşire geldi; ‘Neden ağlıyorsun?’ dedi.  Anlatınca, hemen bir ambulans çağırdı, gittim Midyat’a. Bu kez de; ‘Bu acil midir getirmişsiniz’ dendi. Tansiyonum olduğu için ayaklarım, vücudum şişmişti. Dediler; ‘Yatağa uzan, doğuma daha var.’ Yattım ama hiç gelip ilgilenmediler. Benim param yok, eşim de yok onlara bebek doğduğunda bahşiş versin, ondan gelmediler. İnsan fakirse hiç kıymeti yok. Akşam olduğunda; ‘Ölüyorum’ diye bağırmaya başladım. O zaman geldiler, tansiyonumu ölçtüler ve acil ameliyata alacaklarını söylediler. Ameliyat olmak istemedim, evim yok bana kim bakacak? O köyde çok soğuk, kar dize kadardı. Ne soba vardı, ne ısınacak başka bir şey. Eğer ameliyat olmazsam bebeğimin de, benim de öleceğimi söylediler. Durumum ağırlaşınca aldılar ameliyata ama narkoz verilmemişti, bebek ölmesin diye hemen müdahale ettiler. Sonra üç gün yoğun bakımda kaldım. Üç gün boyunca bebeğimi görmemiştim, kız mıdır, erkek mi bilmiyordum. Üç gün boyunca üzerimde bir şey de yoktu, çıplaktım. Serum, oksijen bağlanmış, makineye bağlanmışım. Üzerime bir şey verin, utanıyorum diye yalvardım. (ağlıyor) ‘Sen de bizim annemiz gibisin, onların takılı kalması lazım’ diyorlardı. Üçüncü gün kumam bebeğimi getirdi; ‘Bak güzel bir kızın oldu’ dedi. O zaman sütüm de yoktu, bebeği kucağıma alıp ağladım. 10 gün sonra doktor dedi ki; ‘Sizi taburcu ediyoruz.’ ‘Evim kaybettim, köye gittim, hiçbir şeyim yok. Orası soğuk, tek başımayım, çıkartmayın’ dedim. Doktor da 20 gün hastanede kalmama izin verdi.”

10 gün daha hastanede kaldıktan sonra Midyat’ta oturan dayısı onu alıyor, dört günde onların yanında kalıyor. Sonra köydeki ahıra tekrar dönmek zorunda kalıyor; “Çok soğuktu, ısıtacak bir soba bir şey yoktu. Benim bebeğim şöyle iki kollarını açıp da bir gerinememiş, rahat uyuyamamıştır. O soğuktan iki kolları bitişik anne karnındaki gibi kaldı. Gıdasızlıktan sütüm de yoktu, biberonla süt veriyordum. Karnımdayken çok aç kalmıştı, o yüzden çok küçük kaldı. İki ay o soğuğun içinde yaşadık. Ufakta olsa bir soba yoktu, ısıtayım. Pencere bölümlerini naylonla kapladık. Ama soğuğu kesmeye yetmiyordu. Çok eziyet, çok çile çektim. O ahırda kaldığımız zamanı bir kamera olsaydı da kaydetseydi, gören herkes ağlardı halimize. Biz çok aç, susuz kaldık.”

“Herkese kola, bisküvi var, çocuklarıma yok, Allah’ından korkmaz mısın?”

Hüsnü Amca, eşini köyde çocuklarla bırakıp İstanbul’a gelmiş, bir akrabasının yardımıyla ev bulmuş. İstanbul’a gelirken sadece yol parası varmış; “Sadece yol param vardı. Burada ev tutacak param yoktu, akrabam yardım etti. İlk zamanlar kirayı, suyu ve elektriği biz vermiyorduk. İki akrabam yardım ediyordu. Her biri 500 TL veriyordu. Ben artık onlara vermemelerini söyledim. Kaldıramıyorum. Biri durumum iyi vermeye devam edeceğim dedi, diğerini ikna ettim vermedi. Biz kimseye durumumuzu anlatmayız, soran olduğunda her şey iyidir deriz. Aksini kaldıramıyorum.” Eşi ve çocukları, iki ay sonra yanına İstanbul’a gelmiş. Ahırda iki ay kalan Mevlüde ve çocukların yolculukları da zor geçmiş, adını hatırlamadığı ancak gördüğünde tanıyabileceğini söylediği otobüs firmasının muavinin çocuklarına yaptığı ayrımcılığı ağlayarak anlatıyor:

“Köydeki akrabamız İstanbul’da da eşya olmadığı için yanımıza iki döşek, iki yorgan, bir de televizyon verdi. Elimizde eşyalar, çocuklarla birlikte köy yolunda caddede araba bekledik. Duran bir arabaya durumumuzu anlattık, bizi otogara kadar götürdü. Beş çocuk ve benim için iki bilet kestirdik. Otobüsün muavini sorun çıkardı; ‘Bu kadar çocuk, bu eşyalar nasıl gidecek? Ayrıca bagaj parası vereceksiniz, yoksa almam’ dedi. Yalvardım, yakardım, ne dediysem kabul etmedi. En sonunda eşimin İstanbul’da ödeyeceğini söyledim, bindik. Yolculuk sırasında hasta olduğum için uyumuş, kalmışım. Bu sırada herkese çay, kahve, kola, bisküvi ikram edilirken çocuklarıma verilmemiş. Çocuklar söyleyince; ‘İki bilet kesmişiz, biz yolcu değil miyiz? Sen Allah’ından korkmaz mısın?’ dedim. Geldi çocuklara; ‘Ne, ne içeceksiniz ne!’ dedi. ‘Git!’ dedim, ‘Senin elinden bir şey içmez onlar.’ Günahtır, herkese veriyor, çocuklar bakıyor. Bizim halimizi gördü, kıyafetlerimiz kötü, durumumuz parlak değil ya ondan öyle yaptı. İndiğimizde de televizyonumuzu vermediler. Yazıhanelerine götürmüşler. Eşim gitti, para verdi de geri aldık. Bunu yapanda Türk değil Arap’tı. Türklerin bizden bir farkı yoktur ki, aynıdır. Hepimiz Müslümanız diyorlar, Kürt-Türk ayrı ama değildir.”

11 yaşındaki Nurullah: Bir adam ‘Su alır mısınız’ dediğimde, ‘defol’ diye bağırıp, ittirdi

Çocuklar İstanbul’a geldiklerinde çalışmaya başlamış. Biri su, biri selpak satmış, en büyükleri de garsonluk ve bir mağazada tezgâhtarlık yapmış. Hiçbiri Nusaybin’de yasakların ve çatışmaların içinde geçirdikleri zamanı unutamıyor; “Hep bitsin, tekrar başlamasın diye dua ederek beklerdik. Korkudan ne uyku uyuyabiliyor, ne yemek yiyebiliyorduk. Hala yeniden olur mu diye korkuyoruz” diyorlar. Her birinin Nusaybin’deki yaşantılarından bahsederken gözlerinin içi gülüyor, çok özlediklerini, oraya geri dönüp arkadaşlarına kavuşmak istediklerini söylüyorlar. İstanbul’da yaz boyunca su, selpak satarken içlerinden bir tek 11 yaşındaki Nurullah’ın unutamayacağı bir kötü hatırası daha olmuş:

“İstanbul’a geldiğimizden beri su satıyorum. Bir gün, bir adama ‘Su alır mısınız’ diye sorar sormaz, ‘defol’ diye bağırıp itti beni. Aklıma geldikçe ağlıyorum, çok canım yandı. Hep Nusaybin’e dönmek için dua ediyorum. Orada arkadaşlarımla parka giderdik, mezarlıktaki ağaçlara tırmanırdık, okula giderdim.  Okuldan çıkınca da bir gün bir arkadaşımın, bir gün bizim evde ders çalışırdık. Parkta saklambaç, ip oynardık. Evde anneme yardım ederdim. Oraya kavuşmayı çok istiyorum”

“Beslenme saatinde arkadaşlarımın yanında durmuyor, bahçeye çıkıyorum”

Okulda beslenme saatleri de onlar için büyük sorun, çünkü arkadaşları yemeklerini yerken onların olmuyor ve hep dışarı çıkıyorlar. Beslenme saati geldiğinde yaptıklarını 13 yaşındaki Mehmet anlatıyor:

Bazen olursa annem yapıp veriyor, olmadığında da sıkıntı yok.  Beslenme saati geldiğinde dışarı çıkıyorum, onlar yemek yerken yanlarında durmuyorum. Bazen soruyorlar;  ‘Az önce yedim’ diyorum, almıyorum. Eve gelince yiyorum. Ama okulda yemek yemek iyidir, hafızayı çalıştırıyor. Olmuyorsa da yapacak bir şey yok.”

Mehmet, evinden çıkaramadığı bilgisayara ve elbiselerine çok üzülüyor ama en çok bir sene okuldan geri kaldığı için üzgün. Sevdiği dersleri anlatırken gözlerinin içi gülen Mehmet’in, öğretmenlerinin Nusaybin’den çıkıp da bir senesinin boş geçmesini anlatırken gözleri doluyor:

“Hocamız fen dersini hayatımızla ilgisini kurup anlatıyor, o yüzden çok seviyorum. Teknoloji derslerinde aletlerle filan uğraşıyoruz, çok güzel bir şey. Bu iki dersi çok seviyorum. Öğretmenlerimiz Nusaybin’den gittiğinde çok üzülmüştüm.  Bu yüzden geçen bir yıl içinde okulumdan çok geri kaldım. Yedinci sınıfı hiç okuyamadım. Altıncı sınıftaki konuları çok öğrenemedim. Şimdi daha çok çalışıp, eksiklerimi tamamlamaya çalışıyorum.”

“Çocukluk arkadaşım gözümün önünde öldü, sakladığım tek hatırası da evle birlikte yok oldu”

Ali ise lise ikinci sınıfta, İstanbul’a geldiğinde ilk önce garsonluk yapmış, sonra da bir mağazada tezgâhtarlık. Aldığı maaşıyla kendisine aldığı hiçbir şey olmamış, hiç gezmemiş. Aldığı para olduğu gibi evin ihtiyaçlarına gidiyormuş, bu yüzden de sürekli avans çekiyormuş. Şimdi okuluna gidiyor, arkadaşları ve öğretmenlerini o da seviyor ama yine de kendisini yabancı gibi hissediyor; “Okulu seviyorum da, biraz kendimi yabancı hissediyorum. Kafa dengi arkadaş yok. Biz mahalledeyken çok eğleniyorduk, hep gezerdik ama burada bunlar yok.”

Ali, yasak ve çatışmalar sırasında çocukluğundan beri arkadaşlık ettiği, komşuları olan arkadaşının gözlerinin önünde öldüğü anı unutamıyor. O gün, vurularak hayatını kaybeden arkadaşının üzerindeki kanlı gömleği alıp, saklamış. Şimdi evleriyle birlikte özenle sakladığı arkadaşından kalan tek hatırası da artık yok. Ali’nin arkadaşından, yaşadıklarından bahsederken sesi kesiliyor, sürekli yere bakıyor, kuvvetli durmaya çalışıyor ama dehşeti de üzerinde, o şoku üzerinden atamadığı gözlerinden okunuyor:

“Sokağa çıkma yasakları ve çatışmalar başladığında ilk önce çok korktum. Silah sesleri, bomba sesleri çok güçlüydü, evin içinde korku içinde beklerdik. Sonra alıştık. Ölüme de, kana da, yıkıma da alıştık. İnsanın her gün gözünün önünde biri ölürse alışıyor. Benim komşum, çocukluk arkadaşlarım gözümün önünde öldü. Yan koşumuz olan çocukluk arkadaşımla kapının önünde otuyorduk. Merak edip evin önünden uzaklaşıp sokağa çıkınca kobradan ateş açıldı. Kafasına isabet etti. Bu gözümün önünde oldu. Şoka girdim, ne yapacağımı bilemedim. Sonra onu ayaklarından evin önüne çektim. İki mermi kafasını sıyırmıştı. Ambulansı aradık; ‘Can güvenliğimiz yok, o mahalleye gelemeyiz’ dediler. Ambulansı çok aradık ama gelmedi. Eğer o zaman hastaneye gitseydi, kurtulabilirdi. Çocukluğumdan beri arkadaşımdı. Hala aklıma geldikçe üzülüyorum. O gün üzerinde olan gömleğini aldım, sakladım. O da, evle birlikte gitti. Arkadaşlarım da, evim de gitti. Herkes, hepimiz dağıldık. Allah kimsenin başına getirmesin.”

İki çocukları da hapiste: Birinin aklı yerinde değil, diğeri iftiradan alındı

Doğan ailesinin bir sorunları da, iki çocuklarının hapiste olması. 22 yaşındaki oğulları Ğarzan Edirne Cezaevi’nde, 19 yaşındaki kızları Gülistan ise Bakırköy Cezaevi’nde tutuklu. Nedeni için söz Hüsnü amcada:

“Kızımı 2007’den beri götürmediğim doktor kalmadı. Yıllar boyunca Diyarbakır’dan Mardin’e, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne kadar sürekli gezdik. Hatta 24 gün kadar Çocuk Esirgeme Kurumu’nda bile kaldı. 2010-2011 yıllarında savcılığa; ‘Kızım iyi değildir, evde kendine bir şey yapabilir, sorumlu değilim’ diye dilekçe bile verdim. Bunların hepsini mahkemeye verdim. Kızım hastalığı nedeniyle cezaevine görüşe gidenlerin peşine takılmış, cezaevinin kapısının önünde; ‘Ben de PKK’ciyim, beni de içeri atın yoksa sizi bıçakla vuracağım’ demiş. Aklı başında değil bunun. Yakalamışlar, dövmüşler. Kızım dedi ki; ‘Gözaltındayken önüme isimlerin yazılı olduğu kâğıt koydular, bu isimleri tanıyorum diye yazıp, imzalamamı istediler. Eğer imzalamazsam da çırılçıplak soyup, videomu internete koyacaklarını söylediler.’ Bir sürü insanın ismini vermişler ama ne tanıyor, ne biliyor. İsimlerin arasında bazı komşularımızın da ismi varmış. Kızım hastadır, hasta. Ortada böyle bir şey yoktur. Paramız yoktur avukat tutalım, baro verdi. Onunla konuştum; bir rapor gelmiş ama rahatsızlığı net belirtilmediği için ikinci bir rapor istemişler. Hâkim, adli tıptan örgütleme yapabilir mi, yapamaz mı? Akli dengesi yerinde mi, değil mi diye ikinci bir rapor istemiş. Ama daha gitmemiş, bekliyoruz. Bu kız hastadır, normal değil. Bakırköy Cezaevi’nde kaç defa hücre cezası verilmiş. Şimdi FETÖ’cüler olduğundan yer kalmamış, hücreye koymuyorlarmış ama çok işkence gördü.”

“Vicdan azabı çekiyorum, senin oğlun değildir”

Oğlumu da, Nusaybin’de yakalanan çocuklardan Mehmet Demir diye biri ismini verdi diye almışlar. O, benim oğlumun onu vurduğunu söylemiş. Yakın zamanda o çocuk bana telefon açtı; ‘Ben Nusaybin’den kaçtım, senin oğlun değildi’ dedi. ‘Madem benim oğlum değildi, niye gittin ismini verdin?’ dedim. ‘Vicdan azabı çekiyorum, senin oğlun değildir’ dedi. Gitmiş, ifadesini değiştirmiş. Davası sürüyor oğlumun, koşulları da iyi, kötü bir muameleyle karşılaşmamış. İnşallah çocuğun gerçeği söylemesi işe yarayacak. Benim oğlum hayatı boyunca ne bir eyleme katılmıştır, ne başka bir şeye. Olmaz böyle bir şey, izin vermem. Bunu ispat edemezler, çünkü yoktur ilgisi, alakası.”

Kira yardımı yok, çocuklar için 250 TL yardım alıyorlar

Doğan ailesi, iki oda bir salon olan evlerindeki iki sünger döşekleri, yorganları ve televizyonlarıyla yaşam savaşı veriyor. Evin en küçük odasını ısınma sorunu nedeniyle kendilerine oturma odası yapmışlar. Bu odayı aynı zamanda yatak odası olarak da kullanıyorlar. Evin bir diğer küçük odasındaki yerdeki sünger yatakta ise dört kardeş bir arada yatıyor. Mutfaklarındaki doğalgaza bağlı ocakları dışında doğalgazı hiç kullanmıyorlar. Devletten sadece çocuklar için iki ayda bir ödenen 250 TL yardım alıyorlar. Mevlüde aldıkları yardım için; “Memlekette kira yardımı veriyorlar ama burada vermiyorlar. Oraya dönmek gerek, nasıl döneyim. Burada da hemen başvurdum, geldiler evin durumuna baktılar. Çocuklar için başvurmuştum. Onu kabul etiler. İki ayda bir sefer 250 TL veriliyor. Kızım için 34 TL, erkekler için 40, Hawin için 30 TL veriliyor” diyor.

“İstanbul bana zindan gibidir”

Eylül ayında görüştüğüm Doğan ailesinin hiçbir üyesi İstanbul’u gezmemiş. Hüsnü amca; “Buraya geldiğimden beri İstanbul bana zindan gibidir. Evimin tam karşısındaki mavi boncuklu binayı aklıma kazıdım, o olmazsa evi bulamam. Burası bana yabancı, geceleri bazen uyuyamıyorum. Biri olmadan bir yere gidemiyorum. Çocuklarım şimdi okula gidiyorlar. İstanbul bir deniz gibi insanı yutuyor. Bana çok zor geliyor. Her birimiz, bütün akrabalarım bir yere dağıldık. Bizim orada başına bir şey gelse bir yardımlaşma oluyordu. Biz bundan hep koptuk. Köye gitmek zordur, bırakmıyorlar. Evimiz vardı, yıkıldı. Şimdi imkân yok, para yok. Vallahi param yok, ne edeceğim bilmiyorum. İnanın Türkçem zayıf olduğu için duygularımı tam anlatamıyorum, Kürtçe olsaydı daha iyi anlatacaktım. Kusura bakmayın. Gerçekten yaşadıklarım, içinde bulunduğum durum çok zor” diyerek anlatıyor “yeni” yaşamını.

“Nusaybin’e döndüğümde her caddesini öpeceğim”

Eşi Mevlüde ise; “Orada doğdum, orada büyüdüm, orada evlendim. Oradan başka yer görmemişim. Çok özlüyorum. Ölürsem beni oraya gömün diyorum. Hiçbir yere değişmem Nusaybin’i. Kokusu bile başkadır. Gittiğimde toprağını yüzüme vuracağım, başıma dökeceğim, sarılacağım, her caddesini öpeceğim. O kadar çok özledim ki, anlatması zor, hasretim.”

Ben evdeyken önce Hüsnü amca işine gitti, sonra Mevlüde çocuklarla; “20 TL köydeyken pazar için yeterdi, burada yetmiyor” dedi, pazara gitti. İkisiyle de uzun uzun sarılıp, vedalaştık. Ali, bana komşularının emanet olarak verdiği bilgisayardan Facebook’una girip Nusaybin’de çektirdiği fotoğraflarını gösterdi, çatışmalar yaşanırken çekilen videoları izlettirdi; “Abla bak bu sesler içinde yaşıyorduk işte, herkes evindeydi o an” diyerek. Onunla vedalaşırken, annesinin ağlayarak çıkardığı evlerinden hatıra sakladığı anahtarlardan birinin anahtarlığını hediye etmek istedi, “Annen üzülür, saklıyor” dedim, almaya kıyamadım. Ve 7 aylık, gündüzleri evde tek başına kalan Hawin’le vedalaşmaya sıra geldi. Evde kaldığım süre içinde onu kucağımdan hiç ayıramadım, uyuyordu, vedalaşamadık. Tam kapıdan çıkarken onun ağlama sesi geldi, benim de aklıma Ahmet Kaya’nın Ağlama Bebek şarkısı:

Ağlama bebek,

Ağlama sen de

Umut sende,

Hasret sende.

Not: Bu yazı dizisi Uluslararası Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı’nın desteğiyle hazırlanmıştır.

Yarın Yüksekovalı Kazan ailesiyle devam edecek…