Deniz Güneş / Demokrat Haber

Kürt Sorunu’nun çözümü konusunda yeni bir evreye girildi. Devlet ve Öcalan arasındaki görüşmeler kamuoyuna da yansıdı. Sürece BDP de dahil edilmeye başlandı. Bu sıcak gelişmeler üzerine araştırmacı yazar Cafer Solgun ile konuştuk…

-İmralı'da bazı devlet yetkilileriyle PKK lideri Öcalan arasında sabote olan "Oslo süreci"nin ardından yeniden görüşmelere başlandığı haberi henüz tartışma gündemindeki yerini koruyorken, BDP'li bir heyetin İmralı'da 4 saatlik bir görüşme yaptığı bilgisi geldi. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

C.S: Öncelikle olumlu değerlendirdiğimi belirteyim. Soruna duyarlı hemen her çevrenin ilk tepkilerinin olumlu olmasını da önemsemek gerektiğini düşünüyorum. Ve zaten kamuoyunda bir süredir bu yönde oluşmuş bir beklenti de vardı. Özellikle cezaevlerindeki KCK tutuklularının açlık grevlerini sonlandırmasında Öcalan'ın oynadığı rol, bu yöndeki beklentileri canlandıran bir etki yaratmıştı. Nitekim kısa sürede, açlık grevlerinin bitirilmesi yönünde İmralı'ya giden heyetle yeniden görüşmelere başlandığı bilgisi yansıdı.

Bu süreç kuşkusuz kesintiye uğrayan "Oslo Süreci"nin bir devamı. Zira ilk ciddi görüşmeler söz konusu süreçte oldu. İmralı merkezde olacak şekilde Avrupa ve Kandil ile de temaslar yürütüldü. Bu görüşmelerin belirli bir plan üzerinde uzlaşmaya vardığının düşünüldüğü, değerlendirildiği bir ortamda, ki bu da Haziran 2011 seçimlerinin hemen sonrasına tekabül ediyor, bilinen Silvan olayı ile görüşmelerin kesildiği iddia edildi. Devlet yeniden askeri ve güvenlikçi bir politikayı öne çıkardı, operasyonlara hız verildi. KCK operasyonları da yoğunlaştı.

Öte yandan PKK de gücünü ve imkanlarını zorlayarak "madem öyle, çözümü askeri planda sağlayacağız" diyen bir anlayışla hareket etmeye başladı. Bu tarihten itibaren ve 2012 yılı boyunca asker, gerilla, sivil çok sayıda insan hayatını kaybetti. Barışçıl çözüme dair umutlar söndü.

Son görüşmeler aynı zamanda "Oslo Süreci"nin bir devamıdır, zira taraflar açısından bu süreç yok sayılmayacaktır. Kim ne demişse ve nerede kalınmışsa, bu süreç hatırda tutularak hareket edilecektir. Fakat Kürt sorununun yeniden kanlı bir çözümsüzlük mecrasına girdiği bu süreç, asıl önemlisi, iki taraf açısından da çok açık derslerin çıkarılmış olması gereken bir süreç olarak yaşanmıştır.

-Nedir bu dersler?

C.S: Öncelikle iktidar partisi AKP ve daha genel bir ifadeyle devlet, askeri, güvenlikçi politikalarla Kürt sorununu çözemeyeceğini bir kez daha görmüş olmalıdır. Kuşkusuz bu dersi almış olmak hem Kürtler, hem de bir bütün olarak Türkiye açısından çok pahalıya mal oldu. "Denenmiş" bir yöntemdi. Özellikle 90'lı yıllar boyunca. Bu nedenle yeniden denenmesi başlı başına bir kanlı handikap idi. Ama bu aşamada hiç değilse bu anlayışı sürdürmekte ısrar etmemek de bir şeydir diye düşünmek gerekir, akan kanın durdurulması adına...

PKK VE KÜRT SORUNU AYIRT EDİLEREK ÇÖZÜM TESİS EDİLEMEZ

Bir de Başbakan Erdoğan bazı konuşmalarında "artık Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimin sorunları olabilir ama Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır" türü mesajlar vermeye başlamıştı. Bence Başbakan'ın Kürt meselesiyle ilgili danışmanlarını ciddi şekilde gözden geçirmesi lazım. Zira bu açıklama biçimi hem sorunlu ve hem de daha önce Tansu Çiller'in başbakanlık yaptığı dönemlerde öne çıkan "PKK ayrı Kürt sorunu ayrı" anlayışının tekrarı idi. Ki bu anlayış Tansu Çiller ve DYP'yi siyaseten iflasa sürüklemiştir. Halen de gerek iktidar çevrelerinde, gerekse de Kürt sorununa ilgisini PKK karşıtlığı üzerine bina etmiş çevrelerde rağbet gördüğünü biliyoruz.

Çok da uzatmadan söyleyeyim; PKK ve Kürt sorunu birbirinden ayırt edilerek barışçıl, demokratik bir çözüm tesis edilemez. Bunlar birbirini izah ve ifade eden olgular olarak iç içe geçmişlerdir Türkiye özgülünde. Dilerim bu dersi de çıkarmıştır devlet...

Bununla bağlantılı olarak, kendi başına bakıldığında olumlu olduğu belirtilebilecek birtakım adımlar atılmış olmasına işaret edilerek (Kürtçe'nin okullarda seçmeli ders olarak okutulması, mahkemelerde ana dilde savunma yapma hakkı, Kürtçe yayın yapma önündeki engellerin fiilen kaldırılmış olması gibi), "o halde bunlar niye hala dağda" diye düşünülmesi...

Bu yüzeysel ve meseleyi anlamaktan uzak bir yaklaşım tarzı. Zira bu yaklaşım, "peki Öcalan'ın durumu ne olacak? Dağdakilerin durumu ne olacak? Silah bırakmanın şartları ne olacak?" gibi, sorunun güncel ve yakıcı boyutlarını görmezden gelen, bu sorulara yanıt vermeyen bir yaklaşım olmakta. Bu nedenle de atılacak adımların, sorunun bu boyutlarıyla ilgili olarak da cevaplar içermesi gereği var.

Elbette ki PKK açısından da çıkarılmış olması gereken dersler var. "Askeri çözüm" zihniyetiyle bugün gelinen noktadan daha ileriye gitmenin olanaksızlığını görmek gerekiyor. PKK kendi sürecinde bu "hamle" ve peşi sıra "tıkanma" durumunu çok yaşadı. Bugün de öyledir. Geçen yaz aylarındaki Şemdinli'ye yönelik bence son derece "akılalmaz" olan yüklenme sonuç verebilir miydi? Sonuç verseydi ne olurdu? Belirli bir toprak parçasına bayrak dikmenin belki sembolik bir anlamı olabilir; ama bunun çok ağır bedelleri olurdu ve sonuçta da "çözüm" adına hiçbir şey olmamış olurdu. Aksine daha büyük bir kanlı tıkanma noktasına gelinirdi. Yüzlerce asker ve gerillanın hayatını yitirmesine mal olan bu olay, kendi başına "askeri çözüm" zorlamasının kanlı bir iflası olmuştur. Bu anlayışı esas almanın, zorlamanın faydasızlığını PKK kurmayları görmüş olmalıdır diye düşünüyorum. Biliyorsunuz, 2012 yılı için de "final yılı olacak" gibi bir hedef koymuşlardı. Bu tür kendi bünyelerinde motivasyonu yükseltmek amacı taşıyan iddialı açıklamaların, sonuçta hayal kırıklığı yaratma riski de vardır. Son görüşmeler vesilesiyle ve tabii ki zorlama yaklaşımların ortaya koyduğu sonuçlardan PKK kurmaylarının da gerekli dersleri çıkarmak durumunda olduklarını düşünüyorum. Bir bütün olarak görülmesi gereken şudur: Askeri yöntemle ne devlet PKK'yi yok edebilir ve ne de PKK devleti geriletebilir. Bu besbelli ki kanlı bir zıtlaşma ve tıkanma durumu oluyor. Bunun anlaşılması ve yüksek sesle telaffuz edilmesi, taraflar bakımından atılması gereken ilk önemli somut adımların başında geliyor kanısındayım... Benim hayıflandığım şu, 2011 yılında sorun yeniden kanlı bir mecraya girince, "yeniden müzakere masasına dönülmek için daha ne kadar can vermemiz gerekecek?" demiştim... Sorunun can yakan niteliğini asla göz ardı etme hakkımız yok. Hiç değilse geleceğimizi bu sorunun kanlı gölgesinden kurtarabilmek için...

-PKK konusunda bahsettiğiniz kanlı dönem hüküm sürerken Kürt siyasi hareketinin rolünü oynadığını düşünüyor musunuz? Bir de bu dönem açısından oynayacağı rol ne olabilir? Biliyorsunuz, iktidar BDP'yi çok da muhatap görmediğini belli eden açıklamalar yapmıştı...

C.S: Kürt siyasi hareketi, daha somut bir ifadeyle BDP, bu süreçte çok da etkin bir rol oynayamadı. İktidarı çözümsüzlükte ısrar eden politikaları nedeniyle sert, ama yapıcı bir muhalefet anlayışıyla etkileyemedi. Bir ara başlattıkları "sivil itaatsizlik" eylemlerini, daha yaratıcı bir mecrada, daha kapsayıcı bir anlayışla sürekli kılmaları olumlu bir etki yaratabilirdi mesela. Mecliste belki tribünlerde "coşkuyla" karşılanan, ama süreci olumlu manada etkileme bakımından hiçbir anlam ifade etmeyen sert, ajitatif polemiklere girmenin ötesinde fazla varlık gösteremediler.

Yapmadıklarını veya yapamadıklarını daha fazla uzatmak mümkün ama bence gereği yok. Zira BDP söz konusu edilince göz ardı edemeyeceğimiz bir gerçek de, KCK operasyonlarıdır. Bu operasyonlarda tutuklananların büyük çoğunluğu değişik düzeylerde BDP üyesi veya yöneticisi olan kişiler. 5 bin civarında BDP'li tutuklandı. Bugün iktidar partisi bile 5 bin üye ve yöneticisinden bir anda mahrum olursa, herhalde bu durumdan olumsuz etkilenir. Bu nedenle BDP'nin eksiklerini eleştirirken bu gerçeği göz ardı etmek, bana her şeyden önce ahlaki gelmiyor. Biliyorsunuz, medyaya da yansıyan "gerillayla kucaklaşma" görüntüleri nedeniyle bazı BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması bile ciddi ciddi gündeme geldi.

BDP ÖNEMLİ BİR NOKTADA BULUNUYOR

Ama bütün bunlara rağmen BDP, bu süreçte önemli bir rol üstlenmeye adaydır. Bugüne değin yapmadıklarından veya yapamadıklarından ziyade, herhalde asıl bunun üzerinde yoğunlaşılması gereği var. Mesela sorunun göz ardı edilemeyecek bir boyutunu oluşturan Kandil ile temas kurma noktasında BDP ciddi bir "arabulucu" rol üstlenebilir. Tarafların pozisyonlarını gelişmelere göre yeniden değerlendirmelerinde yapıcı bir rol oynayabilir. Gerek Kürt, gerekse Türk kamuoyu üzerinde bu sürecin olumlu bir doğrultuda işlemeye devam etmesini sağlamak bakımından meşru bir temsil görevi yürütebilir. Sonuçta legal bir partidir. Seçilmişleri vardır. Öte yandan sorunun çözümünde kilit bir anlamı bulunan yeni anayasa çalışmalarına katkı ve katılımları açısından da BDP önemli bir noktada bulunuyor. Bütün bunlar göz önüne alındığında çerçevesi iyi çizilmiş bir bağlamda BDP herkesin kabullenmesi gereken bir "muhatap" konumunda bulunmaktadır. Mesele sanırım BDP'nin yapabilecekleri ile yapamayacakları noktasında gerçekçi olmak sorunudur biraz da. Sayın Başbakan'ın ve iktidar partisi sözcülerinin BDP'ye yaklaşımları öncelikle bu anlamda sorunlu. Örneğin BDP'den PKK'nin silah bırakmasını sağlaması istenebilir mi? İlişki ve beklentinin çerçevesini bu bağlama oturtursanız, kayda değer bir sonuç almanız da mümkün olmaz. Ama silah bırakma konusunda ihtiyaç duyulan adımların atılmasına paralel olarak, işte o zaman BDP'den rolünü oynamasını isteyebilir, bekleyebilirsiniz...

KEMAL BURKAY AKTÖR OLAMADI

-Bir de Kemal Burkay, İbrahim Güçlü gibi Kürt siyasetinin başka aktörleri var. Onlar açısından neler söyleyebilirsiniz?

C.S: Çok şey söyleyebilirim... Ama şu kadarını söylemekle yetineyim. Öncelikle, bu kişiler PKK'nin anlayış ve politikalarını, pratiklerini beğenmeme hakkına sonuna kadar sahiptirler elbette. Bu, herkesin olduğu kadar farklı bir siyaset anlayışıyla var olmaya çalışan Kürtlerin de en demokratik hakkıdır. Ancak bu kişiler, sonuç itibarıyla hayatlarını Kürt meselesine adamış oldukları halde hitap ettikleri halk nezdinde kayda değer herhangi bir etki ve başarıya da sahip değillerdir. Bu bir olgu olarak gözler önünde. Onlardan farklı beklentileri olanlar da sanırım bunu gördüler. Bu anlamda Kürt sorunun çözümü noktasında birer “aktör” olabilirlerdi, ama olmadılar, olamadılar.

Kuşkusuz sürgün de bir bedeldir, saygı duymak gerekir. Ama uzun sürgün, mülteci hayatlarının ardından Türkiye'ye geldiklerinde siyasi varlık ve faaliyetlerini uç boyutlarda bir PKK karşıtlığına indirgemiş olarak sürdürmeleri, özellikle Kürt sorununun barışçıl, demokratik çözümü konusundaki çabalara güç veren değil, adeta çelme atan bir tutumu benimsemeleri, kendileri açısından hem siyaseten hem de ahlaken ciddi bir handikap oluşturmuştur inancındayım. Naçizane ben de dahil olmak üzere sağ duyu ve vicdan sahibi birçok kişi yıllardır devletin Öcalan ve PKK'yi muhatap alması gerektiği yönünde çabalar içindeyken, bu kişiler ortalığa düşüp "PKK Ergenekon örgütüdür", "Öcalan MİT'in adamıdır" türü konuşmalar yaparak "siyaset" yapmayı tercih ettiler. Sayın Burkay 30 yıllık sürgün ve mülteci yaşamının ardından Türkiye'ye geldiğinde, kendisine uzatılan her mikrofona PKK konusunda karalamalar yapan (eleştiri değil karalama) açıklamalar yaptı. Oysa bir davaya ömrünü adamış, belirli bir yaşa da gelmiş bir Kürt bireyi ve siyasetçisi olarak daha bilgece bir duruş içerisinde olması, daha yapıcı, eleştirilerini daha yenilir yutulur bir üslupla yapması, PKK tabanının dahi dikkate alacağı bir "akil adam" gibi davranması beklenirdi. AKP’ye övgü yaparken sürekli olarak PKK hakkında spekülasyonlar üretmesi değil, ki bunların hiçbiri de yeni, ilk defa duyduğumuz şeyler değildi. O örnek verdiğim türden açıklamalar yaparak, kendisine uzatılan mikrofonların sahiplerini o an için memnun eden, ama halk nezdinde büyük bir hayal kırıklığı ve hatta öfke yaratan bir tutum içerisine girmeyi benimsedi. Kemal Burkay şimdi Diyarbakır’a, memleketi Dersim’e dahi gidemiyor. Bu tutumun öncelikli olarak akan kanın durmasına bir katkısı oldu mu? Olabilir miydi? Tabii ki olmadı ve olamazdı da. Farklı bir tutum içerisinde olsaydı bugün belki de saygın bir "akil adam", hatta "arabulucu" olarak herkesin nezdinde kabul gören biri olurdu. Ama bu imkan ve şansı ayakları altına aldı. Nitekim bugün Kürt sorunu bütün boyutlarıyla tartışılırken bunların isimleri akla bile gelmiyor. Nasıl gelsin ki? Örneğin "Öcalan'la görüşmeyin bizimle görüşün" mü diyecekler? "Boş verin Kandil'i" mi diyecekler? Ne diyecekler? Dolayısıyla bu süreçte onların oynayabilecekleri herhangi bir olumlu rol yok ve bunun sorumlusu da, kusura bakmasınlar, kendilerinden başkası değil. Belki kendilerinden beklenecek olan tek şey, susmaları ve olumlu ihtimallerin konuşulduğu bu ortamda kafa karıştıran açıklamalar yapmaktan uzak durmalarıdır.

YASAL GÜVENCELERİN SAĞLANMASI GEREKLİ

-Bundan sonrası için öngörüleriniz neler?

C.S: Öncelikli olarak askeri çözümün bir "çözüm" olmadığının taraflarca deklare edilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Öcalan üzerindeki katı tecrit uygulamasına son verilmesi, yaşam şartlarının iyileştirilmesi bu sürecin ilerlemesi bakımından ihtiyaç duyulan güven ortamının tesisi için büyük önem taşıyor. "Silah bırakma"nın ancak bir süreç ve takvimin işleyişi içerisinde mümkün olacağı bilinerek, gerçekçi bir takvimin oluşturulması ve gereklerinin taraflarca yerine getirilmesi gerekiyor. Nitekim İmralı'da yapılan görüşmelerde bir takvimin oluşturulduğu da söyleniyor. Öcalan'ın BDP heyetiyle de ilgili devlet heyetiyle görüşmelerinin sürmesi, sürecin şeffaf bir anlayışla yürütülmesi de kuşkusuz önemli. Adına "genel af" mı denir, başka bir şey mi bilemiyorum, ama işin şekli boyutlarına çok da takılmadan dağdakilerin normal sosyal, siyasal yaşama katılabilecekleri bir yasal düzenleme yapmak da şart. Öte yandan gerek yerel yönetimler reformu, gerekse de yeni anayasa çalışmaları bağlamında Kürt inkarının aşıldığını ortaya koyan yasal güvencelerin de sağlanması gerekli.

Kuşkusuz bahsettiğim bu hususlar ve başka hususların hangi zamanda nasıl hayata geçirilebileceği sadece taraflar açısından değil, kamuoyunun da en geniş katılımıyla tartışılması gereken hususlar oluyor. Öncelikle önemli olan silahların susması, operasyonların durması, akan kanının durması ve müzakerelerin sürmesidir.

Şunu da önemle vurgulamak isterim. Barış umudu, biraz da en geniş manada “bizlerin” çabasına bağlıdır. Bu umudu yaşamlarının bir parçası haline getirmiş insanların gayretleriyle her zamankinden daha fazla öne çıkmaları gerekli. Çünkü ortaya çıkan bedeli çok ağır ödenmiş bu fırsat ve şansı da tepeleme gibi bir olasılığı düşünmek dahi istemiyorum…