Ömrünün yarıdan fazlasını müziğe adamış, Türkiye’de efsaneleşmiş bir müzisyen Suavi

Hala onun şarkılarını bıkıp usanmadan dinliyoruz.

Gül’le Diken Arasında geçen 44 yılda ideallerini kâh şarkılarında, kâh sokaklarda dile getirdi.

Uzun zamandır albüm çıkartmamış olmasına rağmen sanki yokluğu hiç hissedilmedi, çünkü hep dinleniyordu. Ama şimdi raflarda 15 şarkıdan oluşan seçkisi albüm olarak yer alıyor.

Beş yıllık hukuk mücadelesinin ardından bu seçkiyi dinleyicisiyle buluşturan Suavi hem kırgın hem de sitemli. “Müzik hafızamı kaybetmiştim, şimdi yeniden kazanıyorum” diyor.

Çocuğum dediği şarkılarını bu seçkide toplayan Suavi, ‘Gül’le Diken Arasında’ neler yaşadığını bizimle paylaştı. Tükenme, Bilmelisin, Yalı Çapkını gibi birçok şarkıya hayat veren, umutsuzluk yok diyen Suavi’yle bir araya geldik…

Kaybettiği hafızasını nasıl geri aldığını, 30 yıllık savaşta yarım kalan hayatları konuştuk.

GÜLŞEN İŞERİ / DEMOKRAT HABER

-Çok uzun yıllar sonra özlenen şarkılarınızı dinleyicilerinizle buluşturdunuz. Bu buluşturmayı da beş yıllık hukuk mücadelesinin ardından gerçekleştirdiniz. Bu süreçten söz edebilir misiniz?

Müzik hayatımın vitrinine baktığım zaman geriye dönük, müzik hafızasını kaybetmiş biri konumundayım. Ülke adına bir utanç, benim adıma büyük bir yoksunluk. Çünkü albüm için sözleşme yaptığım firmalar sırra kadem bastılar, ülkenin müzik yapımcılığı şirketinden vazgeçip bilmediğim nedenlerle, bilmediğim tarihlerde, bilmediğim biçimde ticari işlerini sonlandırıp gittiler. Ama vahim bir şekilde giderken, devlete borç takmış olmalılar ki, devlette yemiyor, içmiyor bu kapanan firmaların borçlarını üçüncü şahısların malvarlıklarına el koyarak gösteriyor. Sizde takdir edersiniz ki üçüncü şahısların mal varlığı sadece bünyesindeki sanatçılar ve o sanatçıların repertuarından ibaret. Ve müthiş bir rastlantıdır, benim bütün repertuarım, geriye dönük bu biçimde icra iflas kanunu üzerinden haciz edildi. Devlet bunları satışa çıkardı. Adliye koridorlarında anonslarla eserlerim, hiç bilmediğim, aramızda sözlü yazılı hiçbir akit olmayan kimi insanlara ulu orta bir taban fiyat belirlenerek satıldılar.

-Siz de bu insanları tanımıyorsunuz tabii…

Bu insanlar bu albümleri ne amaçla aldılar, kimdi bunlar, hangi amaçla bu piyasaya bu ürünleri çoğalttılar, bütün bunları bilmediğim gibi adreslerini ve kim olduklarını da bilmiyorum. Avukat grubumla icra dairelerinde iz sürerek nihayet satıldıklarına tanıklık eder konuma geldim. Üzüldüm, çocuklarım satıldı, müzik belleğim satıldı. Geriye dönük 45 yılım satıldı. Ayrıca yasa benim lehime olmasına karşın, anti anayasal bir şekilde özel mülkiyet hakkıma müdahale edildi. Bugün demokrasi havariliği yapan bu hükümet yaptı bir anlamda. 5846 sayılı yasa üzerinden bakarsak haklar benim, özel mülkiyettir.

-Onca yıl şarkılarınızı geri almak için uğraş verdiniz. Kaybolan 44 yılın peşinde yalnız mıydınız?

Biz köleci bir toplum gibi satıldık. Ben gerçekten yaşamıyor muydum? Geriye dönük ürünlerim var mıydı? Sanat adına bir şeyler yapmış mıydım? Bu hafızam çalınmıştı benden, hiçbir müzik mecrasında bir tek Suavi CD’si yoktu. Çünkü firma ortada yok. Dolayısıyla benim hafızamı çaldılar. Gözümün içine baka baka yaptılar bunu… Bu toplumun gözün içine baka baka yaptılar.

Bu konudaki duyarsızlığı, umursamazlığı zaman zaman çığlıklar atmama rağmen duymazlığı bu noktada anlamakta çok zorlanıyorum. 5yıllık hukuk mücadelesi sonucunda sizinle böyle bir görüşme yapıyorum. Türkiye’de bunun örneği yoktur. 9. Hukuk dairesinde sıra gelecek insanlar çığlığımı duyacak ya da AİHM’e gideceğim. Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin kararını bekliyorum… Maddi manevi hasar altınaydım.

-Tüm bu çabanın sonucunda da 44 yıllık sanat hayatınızın içinden geçen şarkılar bir CD’de, Gül’le Diken Arasında…

Belki benim ölümümü bekleyen, benim olumsuz bir evre yaşamamı bekleyen, bu yamyam ordusunun oyununu bozmak için ellerindeki değer varsaydıkları şeyi değersizleştirmek için, onlardan seçkiler yapıp yok olan hafızamı yavaş yavaş yeniden vitrine koymak çabam…

-Bu albümde yeni şarkılar yok, bu süre zarfında yeni şarkılara imza atmadınız mı?

Elbette şarkı yazdım ama elimden çalınan çocuklarımı kurtarma telaşım onların da önüne geçmişti, o yüzden onları kurtarmak çabam… 60 küsur yaşına gelmiş bir insanım ben, bir tane de olsa Suavi albümünü var edebilmekti hedefim… Hafıza tazelemekti. En kısa zamanda da elimdeki sıfır şarkılarla albüm yapacağım, hemen ardından da başka bir Suavi çocuğu ölümlerden ve terk edilmişlikten güneş ışığına çıkartılacaklar. Yani ben 60 yaşında telefon rehberini yeni bulmuş biriyim, aldılar her şeyimi benden.

- Ömrünün yarısını sanata adamış biri olarak sitem ve yalnızlıkla geçen onca yılı nasıl yorumluyorsunuz?

Bu toplumun bütününü suçlayarak bir yere varamayacağımı bilmiyorum ama şunu söyleyebilirim; ses taşıyıcı dediğimiz müzik kolundaki kasetlerden CD’ye geçildi ama CD’lerin de fiziki satış ortamının da azaldığını görüyoruz. İnternet dediğimiz yeni bir süreç başladı ve tam da bu noktada olumsuzlukları yaşar hale geldim. Bu süreçte insanlar kendi dertlerine yöneldiler diyebilirim… Ama yine bunlar hafifletici nedenler olsa dahi, bu toplumun sadece benim konumum üzerinden bu meseleyle de değil, pek çok meseleyle de ilgilenmediğini, duyarsızlığın yavaş yavaş meyvesini verir hale geldiğini hepimiz somut olarak görüyoruz. O nedenle de ben bu yalnızlığı anlaşılır buluyorum…

“SİTEMİM DÜŞMANA DEĞİL, DOSTADIR”

-Albüme dönersek, Gül’le Diken Arasında 45 yıl… Dile kolay. Peki, siz bu gülle diken arsında neredesiniz?

Çok canım yanıyor evet, onun için bu seçkinin adı Gül’le Diken Arasında. Ben gül kokularının arasından da geçtim bu coğrafyada, bu topraklarda filizlenen gencecik, goncacık armonilerin arasından da geçtim. Kültürel zenginliklerin, dillerin, merhabaların, ağıtların, ölümün, derdin, tasanın içinden de geçtim. Geçerken kendi dikenimin bana battığı da oldu, dost bildiğim dikenler de battı çoğu kez, hem battı hem de bir yandan kendimizi tedavi ettik, onarmaya çalıştık, böyle bir yürüyüştür benim ki… O yüzden sitemim düşmana değil, dostadır. Çünkü düşman nettir, benim için bu emperyalizmdir, benim için bu oligarşidir, benim için bu iğrenç ve doymak bilmeyen kapitalizmdir ve bu tablo nettir, ancak dost bildiğimiz yerde düşman ortaktır, dostluk kaçınılmazdır, ben bu slogana tutunmayı ilkesellik belledim, bu yaşlara da bu bedeni böyle taşıdım.

“HEPSİ BENİ AYNI ORANDA YAKIN BULDUĞU GİBİ UZAK DA BULDULAR”

-Sanıyorum sizin kırgınlığınız onca yıllık sadece sanatınızla da değil, duruşunuz ve kimliğinizle de sorumluluk taşıyıp, o çevrelerce de yok sayılmanız…

Sadece müzisyen kimliğimle de ilgili değildi evet… Onlarca sivil toplum örgütlerine aidatı olan, sorumluluk taşıyan, cumartesi anneleriyle de ilgilenen, kayıp anneleriyle de ilgilenen, insan hakları ihlalleriyle de boğuşan, demokrasi, devrim ve özgürlükle de derdi olan biriyim. Toplumun her kesimi ile yan yana geldim ama hiçbiri ile özdeşleşemediğim içindir ki hepsi beni aynı oranda yakın bulduğu gibi uzak da buldular. Mesele biraz da bu, “benden değilsen değerlerimiz aynı da olsa ötekisin” denildi. Ya Kürt kimliği ile yola çıkmalıydın, ya Alevi kimliğiyle… Ya da siyasi kimliğini çok net ortaya koymalıydın. Bense daha geniş kapsamlı bakmaya çalıştım, ben bir devrimciydim, sol şemsiyesi altında veriyordum bu mücadeleyi ve en evrensel dediğim noktada, müzik denilen şeyin içindeydim ve en evrensel dediğim insan hakları ile koşturan bir insandım. Hep oradan bakmaya devam edeceğim. Ben bir sosyalistim; komünizme, Lenin’e, Marksizm’e nereden bakacağımı biliyorum. Ama kimi yapılar bununla yetinmez olabildiler. Dolaysıyla bu kopukluk, Türkiye solunun dramatik adıdır, tanımıdır…

-44 yılda çok şeye tanıklık ettiniz, hem sanatınızla hem de sokakta ve alanlarda… O günden bugüne yaralar devam mı ediyor?

Ben hala kanamaya devam ediyorum, ülke kanıyor. Kan ve barut içinde bir dönem yaşıyoruz. Her ne kadar ülke güllük gülistanlık sayılsa da kimi sanatçılar iktidarın kuyruğuna takılmayı ve oradan nemalanmayı tercih ediyor olsa da, ben biliyorum, hala Harbiye Açık Hava tiyatrosunda ana dilinde şarkı söyleyen bir müzisyenin şarkısı yarı da kesilebiliyor. Ya da hala sil baştan Kürt meselesinde kanamaya, Ortadoğu meselesinde bir provokasyona gelinip büyük bedeller ödemeye aşama aşama gelindiğini görüyorum. Bir sanatçı olarak tabii ki etkileniyorum. 44yıldır ‘Gül’le Diken Arasında’ yürüyorum…

“İKİNCİ BİR YILMAZ GÜNEY’İMİZ NEDEN YOK?”

-Bir sanatçı olarak bunu dönüştürmenin mümkünü nedir?

Türkiye’de onlarca denemesi yapıldı. BDP’nin yaptığı blok inisiyatifi üzerinden denenen bence kabul de gördü. İşte bu yüzden bu örnekten yola çıkarsak, bunu geliştirmek, dönüştürmek mümkün. 35 yıldır bedel ödeniyor, daha ne ödesin ki! Bunların yarattığı olgunluktan, deneyimlerden yararlanıp bir şey yapılmalı.1 Mayıs’ta çoğalmak önemli değil, 1Mayıs’ta 500 bin olsanız ne olur, bakın hayatımızdan ne tür yasalar geçiyor… Tüm bunları geri püskürtmek için alanlarda olmak, hatta yaşama müdahale etmek, iktidarı ele almak biçiminde bir yere doğru başımızı çevirmek yerine, 3-5 etkinlikte yan yana gelmenin belki de yeterli olduğunun tatmini içindeyiz… Mesela ‘Duvar’ filmini bugünün tecrübeli Türkiye’sinde seyrediyorsak, onun keyfiyle yeterli bulacaksak, yanmışız biz! İkinci bir ‘Duvar’ı neden çekemiyoruz? İkinci bir Yılmaz Güney’imiz neden yok? Kuşkusuz zor ama zengin bir ülkeyiz, yetişiyor. Bu noktadan kendimize neden sorular sormuyoruz? Düşman netken ve hala bedeli biz ödüyorken, emekçiler tarumar edilmişken, bu kokuşmuş düzende neden yan yana gelemiyoruz? Neyi bekliyoruz? Rahatsızlık içindeyim.

-Türkiye bir kırılma noktasından geçiyor diyebilir miyiz? Bu kadar vahim mi durum?

Bir ülkede sanatın yeşerebilmesi için mutlaka sanatçının bir biçimiyle kollanması, uygun zeminde yeşermesine olanak sunulması gerekir. Oysa biz kendi sanatçısını asan, kesen, muhalif olduğu için ondan nefret eden bir toplumu yarattığımızı içindir ki bugün müzik sektörünün geldiği nokta hep kapitalizmin pompaladığı gibi tüketim ekseni üzerinde durmaktadır… Hal böyle olunca, Pir Sultan’dan Şeyh Bedreddin’e, Nazım Hikmet’ten Yılmaz Güney’e kadar kocaman başka alanlardaki uğraşlar destek bulmadığı, zemin bulmadığı, o zeminde yeşerenlerin de kolunun kanadının kırıldığı ceberut düzende doğal olarak gelişemeyecektir. Ama şunu ısrarla savunuyorum; sosyalizmin bir ideası vardır, genç olan yaşamaya adaydır. Bu ülke genç bir ülkedir, fikirlerimiz gençtir. Bizim de fikirlerimiz yaşayacaktır, bu bir umut cümlesidir. Ütopik gelse de bir gün bütün ütopyalar yaşanacaktır.

Evet, bir kırılma noktasındayız büyük bedeller ödeyerek geldik… Bu ülkenin sanatçılarının parmakları kesildi, Ruhi Su’nun pasaportu onaylanmadı. Kimi sanatçılarımız devlet destekli estetik için yurtdışına giderken, Ruhi Su doğal bakımını yapmak için pasaportunu alamadı. Bir anlamda ölüme terk edildi. Düne kadar Grup Yorum’un üyeleri içeride değil miydi? Ferhat Tunç tutuklu değil miydi? Onlarca arkadaşımız özgürlük şarkısı söylediği için bedeller ödemediler mi? Ama bunlar iktidara göre sanatçı değil, solcuydu. Oysa sanat ve sosyalizm kol kola yürüyen kavramlardır. Sanat zaten yaşamın savunucusudur. En son çıktığımız Newroz’da Susurluk çetesinin elebaşı, devlet adına cinayetler işlemiş ‘tip’ bugün işbirlikçilik üzerinden arkadaşlarını ihbar etmeye başladı. Ama aynı zamanda da Newroz’da gelip çocukların arasında zafer işareti yaptı. Yürüyen bir bombaydı benim için. Fakat tövbekâr olduğunu söylüyordu… Ben de diyorum ki, bir gün herkes sosyalizme yüzüne çevirecek. Çünkü emeğin, sanatın yanındaysa, bunu bize ne dinler sunacaktır ne de liberal hayatlar… Bunu bize mutlaka sol ve sosyalist değerler sunacaktır.

“TÜRKİYE’DE HALKLAR ŞARKI SÖYLEYEMEZ HALE GELMİŞTİR”

-Dediğiniz gibi bu ülkede ağır bedeller ödendi. Bir yanıyla da iyileşmeler görmeye başladık, konuşulmayanlar konuşuldu, pek çoğu müzik diliyle ifade edilebiliyor artık. Aynur yıllardır kendi dilinde şarkılar söylüyor, ama bugün hassas bir döneme denk geldiğinde söyletilemeyebiliyor, demek ki değişmemiş bir takım şeyler de var, ne dersiniz?

Bu ülkede anadili için yerlerde sürüklenen hiçbir insanın yanında yer almadı Aynur, görüntü vermedi. Ben niye Aynur Doğan’ı bir gün cumartesi annelerinin yanında, bir gün 1 Mayıs’ta, bir gün yargısız infaz ya da toplu mezarların açıldığı yerde görmedim. Ben burada Aynur Doğan şahsında kişiselleştirmek istemiyorum meseleyi, bu ülkede anadilini kullandığı için ne bedeller ödeyen insanlar var. Böyle bakıldığında Aynur Doğan’ın şarkı söyleyememesi bir lükstür. Ama benim derdim şudur: Aynur Doğan da dâhil herkes istediğini istediği platformda yapabilmelidir. Eğer başkaları haksızlıklara uğruyor ise onun yanında yer alıp çoğalabilmelidir. Bu bir örgütlenme meselesidir. Ben Aynur’u hiç alanda görmedim. Burada tabii derdim Aynur’u eleştirmek değil; ben yine Aynur’un yanında, bu söylediğim evrensellik içinde varım ama Aynur olduğu için değil, bir insan ana dilinde şarkı söyleyemediği için. Benim Aynur’a özel bir saygı duymam için Aynur’un alanlarda, başka haksızlıklara uğramış insanların yanında omuz verip çoğalması, şöhreti, şanı, sesi gereğinde onlarla paylaşmayı, bölüşmeyi bilmesi gerekir.

BU HALKIN ŞARKISI YARIM KALMIŞTIR

-30 yıldır süren bir savaştan söz ediyoruz. 30 yılda da binlerce yarım kalmış hayat var… Buradan bakarsak popüler kültürün içine girmiş bir dilden de söz ediyoruz aslında… Kabul görmüş bir dil.

Düne kadar Ajda Pekkan değil miydi Aynur için, seninle birlikte düet yapalım diyen, ama bugün aynı Ajda Pekkan Egemen Bağış’ın önünde eğilip sizin yolunuzda ölmeye hazırım diyor. Dolayısıyla bu çifte standartlar üç beş aylık hafızalarla anılabilirler. Benim derdim Aynur Doğan’ın yarım kalmış şarkıları üzerinden gidip meydanları doldurmak değil, bu halkın yarım kalmış şarkıları için meydanların doldurulması gerektiğinden yanayım. Aynur şarkı söyleyemeyebilir, ben söyleyemeyebilirim. Sezen Aksu destek verebilir, Kardeş Türküler’le etkinliğe çıkabilir, önemlidir ama bu halkın şarkısı yarım kalmıştır. Türkiye’de halklar şarkı söyleyemez duruma gelmiştir. Doğal olarak ben ana diliyle, ana sütünden emdiği diliyle şarkı söylenmesini, mahkemede de konuşulmasını savunan biri olduğum için orada görmediğim arkadaşlarımın bugün çuvaldız değil, iğnenin ucunun kendilerine battığında nasıl feryat etiklerinin ikilemi içindeyim.

“DİYARBAKIR CEZAEVİNİN GERÇEĞİNİ BİR OKUSUNLAR”

-Türkiye’de ciddi bir tahammülsüzlük örneği yaşanıyor. Anadili unutturulmaya çalışılan bir coğrafyada şarkıları da söyletmemek için korku kültürü yayıldı. Dolayısıyla bugün bu korku kültüründen de sanatçılar pay aldı ve sessizce söylüyorlar şarkılarını, türkülerini…

Bugünün gençleri Diyarbakır cezaevinin gerçeğini bir okusunlar. Evladına Türkçe bilmediği için Kürtçe “nasılsın, seni özeldim” diyen annelerin dramlarını okusunlar önce, sonra o annelere el uzatsınlar… Çifte standartı yok bunun, ya varsınızdır tüm gövdenizle ya da yoksunuzdur. Koskoca Yaşar Kemal bile o alanlara kendini taşırken, Vedat Türkali 90 yaşında BDP’nin kongresine bir yazı yollama ve “Hewal Apo” deme ihtiyacı duyarken bir takım gencecik arkadaşların alanlarda olmaması, kendi gizemli hayatlarını sürdürüyor olmasını pek anlaşılır bulmuyorum.

Ben daha evrensel, daha insani bir yerden bakıyorum. Anandan süt emmediğin memeden bakıyorum, o ak memeden. Anan seni Kürtçe uyuttuysa, Kürtçe saçlarını okşadıysa, Kürtçe dövdüyse, sen mahallede Kürtçe büyüdüysen, topunu Kürtçe oynadıysan, bebekliğini öyle yaşadıysan bu dil bugün tutsaklık içindeyse, yok sayılıyorsa, aşağılanıyorsa, bir kimlik meselesi ile 30 yıldır bedel ödeniyorsa, bu ödenen bedel üzerinden sen tüm bunları sadece şarkı, sanat lüksüne indirgeyemezsin.

Yoksa ben ucube denilen heykel için de Mehmet arkadaşımın yanındaydım, sanata saldırı anlamında, doğal ve kuşkusuz ki hiçbir ön yargı olmadan Aynur’un da yanındayım. Ama Aynur’un şunu bilmesi gerek: “eee Aynur, sadece senin şarkıların yarım kalmadı bu ülkede, bugün yanında insanların çoğalmasını istiyorsan, yarım kalan insanların yanında sen de boy vermelisin. Mesele budur. Yoksa bir elitler korosu yaratırız ki sistemin işine yarar diye düşünüyorum.