, İstanbul'da ikincisi düzenlenecek ve yerli yabancı birçok polisiye yazarı bir araya getirecek Kara Hafta vesilesiyle buluştuğu Ahmet Ümit ile hem İstanbul'u, hem yaşadığımız günleri konuştu:
***
- Tünel'den buraya yürüyerek geldim ve Beyoğlu'nun değişimine bir kez daha hayret ettim. Beyoğlu hep değişen, hep çok hareketli bir yerdi ama son yıllardaki değişim bir başka sanki. Bir çok dükkan, kafe, mekan kapandı veya yerine Arap turiste yönelik tatlıcı vs açıldı ya da hiç açılmadı bile. Bir Beyoğlu sakini olarak nasıl yorumluyorsunuz bu durumu?
Durum çok fena. Dediğin gibi eskiden beri hareketli bir yerdir Beyoğlu, Osmanlı zamanında da. Osmanlı'da hele son derece kozmopolit bir yerdi. Rumlar, ermeniler, museviler... Her kesimden, her dinden insanlar olurdu. Sonra bu kozmopolit ortam büyük ölçüde yok edildi, yıllar boyunca çok değişti Beyoğlu ama şimdiki hali artık bir felaket resmen. Sadece Araplar kaldı. Ben onlara karşı değilim, keşke İranlılar da olsa, Pakistanlılar da... Eski kozmopolit Beyoğlu'na onlar da eklenmiş olsa keşke ama öyle değil ki. Sadece Araplar olunca, sadece onlara yaranmaya çalışan bir Beyoğlu olunca ruhunu kaybediyor semt.
 
- Bir semt, bir kent ruhunu, özelliğini kaybedince cazibe merkezi olmaktan da çıkar.
Çıktı zaten. Tüm İstanbul hem de. Batılı turist tamamen gitti. Ne yazık ki Taksim'e çıkıp baktığımda Suriyelilerin acıklı hallerini görüp çok üzülüyorum. Kimse memnun değil. Taksicilerle konuşuyorum, onlar da şikayetçi. Ne güzel işte Arap turist var diyorum, ama hiç mutlu değiller. Bir ırkçılık da başladı onlara karşı. Arap turist de kalmaz yakında.
 
'12 EYLÜL FAŞİZMİ BUNDAN FARKLIYDI'
 
- Siz 12 Eylül dönemini birebir yaşamış bir kuşaktansınız. O dönemde hapislik oldu mu sizin için?
Hayır, ben yeraltı örgütlenmesi içindeydim ve yakalanmadım. Çok arkadaşımız yattı ama ben hiç hapis yatmadım.
 
- O dönemle bu günleri karşılaştırdığınızda ne görüyorsunuz?
Tabii 12 Eylül askeri darbesi çok açık bir faşizm dönemiydi. Ama ne olduğu çok belliydi ve birkaç yıl içinde işler eskiye dönecek diye bir düşünce vardı herkeste. Şimdi öyle değil. 12 Eylül'de bir partinin tahakkümü yoktu, ya da bir toplumsal zümrenin faşizmi yoktu, tüm siyasi ayrışmanın üstünde olduğu düşünülen ordu vardı iktidarda. Bugünse bir partinin faşizmi söz konusu. Belki eski günlerdeki gibi hapishanelerde işkenceler yok, insanları cezaevinde öldürmüyorlar ama şimdi de kimi şüpheli ölümler oluyor mesela. Eskiden çok daha bariz bir yasaklama vardı, bugün o denli yok. İnsanlar mesela 2 hafta boyunca Cumhuriyet gazetesinin önüne gelip eylemler yaptılar, 12 Eylül'de anında içeri alırlardı, asla eylem, toplantı falan yapamazdınız. Öte yandan ordunun darbe yaptığı 12 Eylül'de bir bölünme endişesi yoktu, çünkü ordu herkesin ordusu diye düşünülüyordu ama bugünkü parti merkezli faşizmde bölünme riski daha yüksek. Zaten bir çok konuda bölündük.
 
'ÜRETMEYE DEVAM EDECEĞİZ'
 
- Bugün Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay, Turhan Günay gibi yazarlar, kültür insanları hapiste. Aydınlara yönelik büyük baskılar var. Seçilmiş siyasiler bile tutuklanıyor. Kimin ne zaman tutuklanacağı belli değil. Siz korkmuyor musunuz hiç? Kendinizi sansürlemek gereği duyuyor musunuz mesela?
Korkmamak mümkün mü? Korkmuyorum demek yalan olur. Yalan söylemeyeceğim, sansürlüyorum bazen. Yani sansürlüyorum derken, sözümü sakınmıyorum asla ama üslubuma dikkat ediyorum. Neyi nerede söyleyeceğime dikkat ediyorum. Çok cesurum, hiç korkmuyorum dersem yalan söylemiş olurum.
 
- Var mı sizce buradan bir çıkış? Ne yapmalı?
Şunu düşünüyorum ben açıkçası; Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Vedat Türkali gibi hepimizin yolunu aydınlatmış sanatçıları örnek almalıyız. Bu isimlerin hepsi ya yıllarını hapislerde geçirmiş, ya mahkemeden mahkemeye sürüklenmiş, sıkıntı çekmiş insanlar, ama bir özellikleri var; üretmeyi hiç kesmediler. Yazmaya, üretmeye devam ettiler. Nazım Hikmetler, Sabahattin Aliler, Yılmaz Güneyler, Ahmet Kayalar... Biz de onu yapmalıyız, kültürü yaşatmaya devam etmeliyiz. En azından kendi adıma buna inanıyorum, bunu yapmaya gayret ediyorum.
 
'CUMHURİYET MUHALEFETTİR'
 
- Cumhuriyet gazetesine ilk destek verenlerden biri oldunuz şu geçtiğimiz süreçte. Sizce hükümetin ne derdi var Cumhuriyet'le?
Sadece bu iktidara özgü bir şey değil bu aslında, Cumhuriyet gazetesi 90 küsur yıllık hayatı boyunca hep baskılarla karşılaşmış, hep sesi kısılmak istenmiş. Bunun nedeni de çok bariz aslında, muhalefet ettiği için. Ama zaten gazetecilik muhalefet etmektir bir yanıyla da. Başka türlü olmaz. Sadece AKP'ye karşı değil, iktidarda kim varsa ona muhalefet edecek, CHP ise ona, HDP ise ona. Aslolan yanlışları söylemek, muhalefet etmek. Ama muhalefet çok önemli bir unsurdur. Demokratik toplumların en önemli ayaklarından biridir. Muhalefeti susturursanız her şeyi kaybedersiniz. Bir tek sizin sesiniz çıkar ama yanlışları söyleyen kalmadığında çöküş kaçınılmaz olur. İşte Sovyetler mesela, bu yüzden çöktü bir bakıma. O yüzden ben olsam iktidarda, Cumhuriyet'e gözüm gibi bakarım, Cumhuriyet muhalefet demektir çünkü.
 
FİLM VE DİZİ UYARLAMALARI BANA AİT DEĞİL
 
- 1980'lerden beri yazıyorsunuz. Ne zaman kendinizi polisiyeye adadınız, ne zaman "Tamam ben artık polisiye yazarıyım" dediniz?
Sis ve Gece'yi yazınca. 1982'den beri yazıyordum ama 14 yıl sonra, 1996'da Sis ve Gece çıkınca, artık polisiye yazıyorum dedim. Çok sevdim polisiye yazmayı.
 
- Sis ve Gece deyince, arkanızda Sis ve Gece filminin afişi var. Sonra Bir Ses Böler Geceyi adlı eseriniz de yine filme alındı ve TV için de Karanlıkta Koşanlar adıyla, Komiser Nevzat'ın maceralarının işlendiği bir dizi yapıldı. Bu işlere nasıl bakıyorsunuz, beğendiniz mi bu uyarlamaları?
Ben o uyarlamalara şöyle bakıyorum, Sis ve Gece filmi benim değil, Turgut Yasalar'ın filmi. Benden çıkıyor artık o eser. Onları eleştirirken ya da değerlendirirken benim değil onların üzerinden değerlendirmek gerek. Bazı yazarlar o konuda yanlış düşünüyorlar ve sanki kendilerine aitmiş o film gibi düşünüyorlar ama ben öyle yapmam. Üstelik çok da hoşuma gidiyor bir romanımın filme aktarılması. hem yeni okurlar da benim kitaplarımı merak ediyor, yeni okurlar kazanıyorum hem de hayatıma hareket geliyor. Ben normalde burada yalnız başına yazan bir insanım ama bir film ya da dizi çıkınca sete gidiyorum, oyuncular, yönetmenler beni ziyaret ediyor, çok hoşuma gidiyor bu hareket.
 
TARİH KİMSEYİ TAKMAZ
 
- Bundan 100 yıl öncesini anlatan "Elveda Güzel Vatanım" romanınız geliyor aklıma. Acaba diyorum bu günlerin romanını kim, nasıl yazacak? Tarih nasıl şekillenecek, hiç merak ediyor musunuz siz de?
Tarih çok ilginç bir şeydir, kimseyi takmaz. Örneğin 1914 yılında Rusya'da Romanof hanedanının hükümranlığı var. Belki dünyanın en güçlü adamı iktidarda orada o zaman, müthiş bir güce sahip. Ama sadece 3 yıl sonra, 1917 Ekim'inde devrim oluyor ve Romanof diye bir şey kalmıyor ortada. Osmanlı'da da mesela İttihatçılar var değil mi, Enver paşalar, Talat, Cemal paşa... Mustafa Kemal diye biri yok görünürde. Çok gerilerde bir figür o sıralar Mustafa Kemal, tamam başarılı b ir subay falan ama ön planda değil. Sonra ne oluyor, 2 Kasım'da Enver paşa ve diğerleri gidiyor 1918'de, hemen 6 ay sonra 19 Mayıs'ta Mustafa Kemal tarih sahnesine çıkıyor. Kimsenin öngörebildiği bir şey değil. O yüzden ben hep öyle bakarım tarihe, kimseyi, hiç bir şeyi takmaz ve ne olacağını kestirmek zordur.
 
- "Elveda Güzel Vatanım" için bir hayli araştırma yapmıştınız. Ne kadar sürdü romanı yazmak?
Üç yıl araştırma yaptım yaklaşık. Bir yıl da yazımı sürdü. Toplam 4 yıl diyebilirim. Ama keyifli bir dönemdi, çok seyahat ettim araştırma için. Paris'te ilk Jön Türk oluşumunun filizlendiği mekan mesela hala ayakta, oraya gittim. Manastır'a gittim, bir hayli dolaştım.
 
- Şu sıralar "Vatanım Sensin" diye bir dizi var. Sizin anlattığınız döneme yakın bir hikayesi var. Nasıl buluyorsunuz diziyi, izlediniz mi hiç?
O dizide bana ilginç gelen şu oldu: "Elveda Güzel Vatanım"ın sonunda bir bölüm var, Şehsuvar Sami'nin terk ettiği sevgilisi Ester'e yazdığı son mektupta "Ölüm şehirlerimizi kaybetmeyle başlar, vatanımızı kaybetmekle neticelenir" diye başlayan bir bölüm var. Orada "Neydi vatan" diye sorar ve "Anladım ki benim için tek vatan varmış, o da sensin" sözleriyle biter. Kimseye bir şey söylemiyorum tabii ama benim o cümlemden yola çıkılması ilginç tabii. Orada şunu hiç unutmamak lazım, bu bir dizi. Tarih değil yani. O dizi olsun, Osmanlı'yı anlatan diziler olsun, hep bir merak uyandırır izleyicide ve merak uyandırdığı müddetçe iyidir. Ama onu gerçek kabul edip yetinmemek lazım. Aksine bu bir dizi. benim romanlarım da öyle, hepsi kurmaca. Ama işte üzerine gidip, araştırmak, öğrenmek... Bu anlamda insanları harekete geçiriyorsa ne ala.
 
EN SEVDİĞİM 5 POLİSİYE
 
- Size sorsam, bir polisiye yazarı olarak sizin için en kıymetli 5 polisiye eser hangileridir?
Sofokles'in "Oidipus"unu da katarım ben böyle bir listeye, Tevrat'taki Kabil'in Habil'i öldürdüğü kısmı da katarım. Shakespeare'den "Hamlet", Dostoyevski'den "Karamazov Kardeşler" de bu listede olur. Bir de Umberto Eco'nun "Gülün Adı" adlı kitabını çok severim. Dikkat edersen bunların içinde klasik polisiyeler yok. Ben kendimi de yazar olarak biraz daha bu saydıklarıma yakın hissediyorum çünkü. Cinayet tabii ki önemli ama daha önemlisi o suçun ardındaki psikoloji. Örneğin bana hep sorarlar Dan Brown'ı beğenir misin diye. O da çünkü şehirleri yazar belki bana yakın buluyorlar ama Dan Brown benim yazarım değildir. Kendi kulvarında başarılıdır elbette, onun da okunması lazım, ama onun romanlarında önemli bir eksiklik var, karakter yok. Karakter çok önemli oysa, Sherlock Holmes da mesela bir karakterdir.
 
- Bir de Shakespeare olsun, Kafka olsun, hatta George Orwell, tüm bu yazarların eserlerinde biz bugüne dair çok önemli öngörüler görüyoruz. Bugün, yazıldıktan çok uzun yıllar geçse de bize bir şeyler söyleyen eserler hepsi. Çok sağlam çözümlemeleri, insana dair çok önemli gözlemleri var. Buradan hareketle, bugünün Türkiye'sini en güzel anlatan roman hangisi olurdu?
1984 çok güzel oturur mesela. Shakespeare'in 3. Richard'ı da öyle. Bir de ilginçtir Üç İstanbul da bu dönemi güzel anlatır. Mithat Cemal Kuntay'ın o romanı da bugünkü gibi bir değişim, kırılma döneminin anlatıldığı bir eserdir.
 
KARA HAFTA
 
- "Kara Hafta" konsepti nasıl doğdu, nasıl gelişti?
Aslında sadece bize, sadece İstanbul'a özgü bir şey değil bu, dünyada zaten var olan bir şey. Özellikle Avrupa'da, İspanya'da... Ve ülkelerin değil şehirlerin yaptığı bir etkinlik Kara Hafta. Dünyadan polisiye ve suç yazarlarının bir araya geldiği etkinlikler bunlar. Hem kendi yazım süreçlerini, kendi yazım tarzlarını tartıştıkları, hem de o şehirdeki suç, yani nasıldır, nedir gibi ve bu suçun edebiyata yansıması nedir, onların konuşulduğu bir etkinlik, Black Week Barcelona, Black Week Madrid gibi. Edinburgh'da da var mesela. Biz de oradan hareket ettik. Burada Adnan Özer, Metin Celal gibi yazar, şair ve yayın dünyasından dostlarımızın katılımı oldu. Tabii ki Pera Palace gibi İstanbul için anıt binalardan biri olan bir mekanın işin içinde olması, Agatha Christie'nin oradaki geçmişi, Simenon'un da orada kalmış olması, Hemingway gibi pek çok yazarın orada kalması, otelin kendisinin de bir tür gizem taşıyor olması itibariyle bir anda doğal partnerler çıkmaya başladı. Bu sene işte Denizbank sponsor oldu ve bundan sonra da sanırım devam edecekler; böylece yeni bir edebiyat festivalimiz oldu.
 
- Yabancı yazarlar da gelecek, Sam Wilson (Güney Afrika), David Walton (ABD), Philip Kerr (İngiltere) ve Mari Jungsted (İsveç) gibi. Onları burada daha uzun süre ağırlayıp, burada eserler vermelerini, romanlar yazmalarını sağlamak da iyi olabilir belki.
Olabilir, bu hem Kara Hafta'nın içerisinde, hem de dışında olabilir. Aslında Türkiye'nin yaşadığı olağanüstü koşullar yüzünden doğan kamplaşmalar olmasa ve belediyelerle uyum içinde çalışabilsek mesela Büyükada'da veya Heybeli'de bir yazarlar evi açabilirdik. Buraya dünyanın çeşitli yerleribnden yazarları davet edip burada yazmalarını sağlayabilirdik. Belediyelerin böyle olanakları da var ama ne yazık ki bu çatışma, bu kamplaşma nedeniyle bu tür işlerde işbirliği sıkıntılı oluyor. iki taraf da birbiriyle işbirliğine giderken temkinli davranıyor maalesef.
 
- Sinemada da Kara Film dendiğinde akla bazı şehirler gelir, Los Angeles gibi, San Fransisco gibi. Sizce İstanbul da böyle bir şehir kimliğine sahip olabilir mi, kara polisiye geleneği açısından?
Kara polisiye, özellikle Dashiell Hammett öncülüğünde, 1929 Amerikan ekonomik buhranından sonra doğuyor. Agatha Christie ve Conan Doyle'da suç biraz fantazidir. Sherlock Holmes diye bir karakter olmaz aslında. Tümüyle beyinden oluşan bir adam, tek tutkusu afyon, ne kadın var hayatında ne bir şey... Ama Dashiell Hammett suçu alıyor ve paranın üzerine, ekonomik bunalımın üzerine oturtuyor. Şu günki İstanbul'a ve Türkiye'ye o kadar benziyor ki. Sermaye el değişiyor o sırada, kara para var, içki yasağı var, şehirlere hükmeden çeteler, zengin aileler var. Aynısını bugün Türkiye'de görüyoruz. Amerika'nın 1929'dan sonra yaşadığı problemin daha karmaşık, daha sert, daha acımasız olanını yaşıyoruz bugün. İstanbul o anlamda kara polisiye yazmak için dünya ölçüsünde ideal şehirlerden biri.
 
- Bir de kara polisiyeler de genelde adalet tecelli etmez. Bu anlamda da sanki paralellik kurabiliriz Türkiye'yle.
Tabii artık adalet yok, hukuk yok, yani aslında bir anlamda ilkel çağlara geri dönmüş oluyoruz. Hatta kısasa kısas yok. O da bir tür hukuktur çünkü. Adamın elini kestiyse gider o da onun elini keser. Şimdi o da yok bizde, adam elini kesiyorsa, gücü yeterse gidip diğer elini de kesiyor. Kısasa kısas medeni bir hukuk değil tabii, geri bir hukuk ama bizde o da kalmadı maalesef, iyice geri düştük.