2007 yılında PVSK [Polis Vazife Ve Salahiyet Kanunu]’da yapılan değişikliklerden sonra öldürmeye yönelik polis şiddetinde korkunç bir tırmanma yaşandı ve yaşanıyor. Kuşkusuz bunun tek nedeni yasadaki faşizan düzenlemeler değil. İktidara egemen olan yasakçı, nefretçi, ötekileştirici zihniyet ve politikalar.

Baran Tursun Vakfı’nın verilerine göre 2007/2014 sürecinde tam failin polis olduğu 159 ölüm olayı var. (gaz bombalı toma saldırıları, dur ihtarına uymama gerekçeli öldürmeler, yargısız infaz, karakolda işkence sonucu öldürmeler v.s)

Üstelik bu rakamlara yine polisin maddi ve manevi şiddetinin neden olduğu, gözaltından bırakıldıktan sonraki ölüm ve intihar olayları dahil değil. Onur Yaser Can’ın katli gibi.

Bu cinayetlerden dolayı açılan soruşturma ve kovuşturmalarda yargı adeta suç işleyen kolluk güçlerine siper oluyor. Başbakan ise nefret suçu kapsamında ayrımcı sözler ve vur emri niteliğinde buyruklarla polis şiddetini körüklüyor.

Berkin Elvan’ın annesini mitingde yuhalatarak, “her ölenin hatırası için tören mi yapılacak, öldü geçti”, “Allah aşkına bütün bunlara karşı polis eli kolu bağlı mı kalacak? Nasıl sabrediyorlar anlayamıyorum” diyerek. Daha dün gezi sürecinde de “polisler destan yazdı” diyebilmiştir. Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde kullandığı nefret suçu kapsamındaki ‘Ermeni dölü’ benzeri ‘İsrail dölü’ sözleriyle korku ve nefret yayıyor.

Savcılar da şiddet içermeyen barışçıl gösteriler için 97 ceza davası açıyor.            

Duraksamaksızın hedef gözeterek öldürme yetkisi Terörle Mücadele Yasasıyla yürürlüğe yansımıştı. Daha sonra Anayasa mahkemesi temel insan haklarına aykırı bularak bu düzenlemeyi iptal etti. Ne var ki 2006 TMY 10. madde düzenlemesiyle tekrar mevzuata kondu. 2007 değişikliğiyle de PVSK’da ihtar yapılmadan da zor kullanmaya cevaz veren düzenlemeler yapıldı. (PVSK madde 16 değişik 2.6.2007-5681/4.md.)

Türkiye’de polis AİHM kararlarında vurgulanan ‘etkili, kanuna uygun ve insani hizmet’ kriterlerini yürütmenin emriyle sürekli ihlal ediyor. Bu kriterlerde AİHM iki ilkeye vurgu yapıyor. Buna göre kolluk güç kullanımında öncelikle ‘orantılı olmalı’ ikinci olarak da ‘kademeli’ davranmalıdır. Örneğin AİHM Santana kararı, Diaz Ruano/İspanya kararı, k.t 26.04.1994. Olaya şöyle yaklaşıyor; Santana kolluğun yakaladığı bir suçludur, polisler avukatın yanında yaptıkları sorgunun ardından, bir kez daha bu kez avukatın yokluğunda sorgulamak istedir. Bu esnada çıkan tartışmada, Santana’nın bir polisin silahını belinden alıp, diğer polislere yöneltmesi durumunda polis merkezindeki bir başka polis tarafından öldürülmesinde polisin haklı olabileceğinin (meşru müdafaa hali) fakat polislerin tahriklerinin ve Santana’nın vücudundaki darp izlerinin varlığı nedeniyle tam anlamıyla meşru müdafaa uygulanamayacağı yönündeki temyiz mahkemesi kararına vurgu yaptı. Böylece, polisin işlemlerini yaparken kurallara uymasının zorunlu olduğu fikrini vurguladı.

AİHM’in aradığı bir diğer unsur ise; kolluğun somut olayda kademeli davranıp davranmadığı yönünde. AİHM Oğur/Türkiye kararında; “Terör örgütü mensubu olmaları halinde bile, yeterli uyarı ve ikazın yapılmasının ön şart olduğu ve somut olayda bu imkan varken, doğrudan atış yapılmak suretiyle şahsın öldürülmesinin; ‘operasyonun planlanması ve uygulamasındaki şimdiye kadar görülen tüm eksiklikler yasa dışı şiddetten korunmak veya maktülü tutuklamak için karşı kuvvet kullanılmasının ne uygun ne de kesinlikle gerekli olduğu sonucuna vardı. Bu itibarla yaşam hakkı ihlali yani sözleşmenin 2. maddesinin ihlali söz konusu.’”

Yine AİHM Gül/Türkiye kararında da; “ polisler muhtemelen, kapı sürgüsünün çekilmesi sırasında çıkan sesi, karşılaşacakları teröristlerin ateş etme hazırlığı zannederek, bu sese karşılık ateşe başladılar. Kadın ve çocuklar gibi masum sivillerin oturduğu bir apartmanda görülmeyen bir hedefe otomatik silahlarla ateş edilmesinde çok büyük orantısızlık var” kararına vardı.

Ayrıca kademeleme açısından da sorun olduğuna dikkat çekiliyor. AİHM, operasyon açısından daha farklı bir yöntemin izlenmesi mümkünken, polisler tarafından kullanılan gücün, yaşamı korumak için ‘olmazsa olmaz düzeyinde gerekli’ ve bir güç olarak görülemeyeceği kanaatinde.

Kaldı ki 2007-2014 sürecinde polis cinayetlerinin büyük kısmı ifade özgürlüğünü kullanan toplulukların şiddet içermeyen barışçıl gösterilerine gaz bombalı, toma saldırısı sonucunda gerçekleşti.

AİHM gaz bombalı toma saldırısı nedeniyle yapılan ihlal başvurularında da İsmail Altun/Türkiye 22932/02 ve Ali Ekber Düzova/Türkiye 4310/06 kararlarında da yaşam hakkının ihlali saptamalarını yaptı. Yine Abdullah Yaşa vd./ Türkiye kararında da 44827/08, orantısızlık nedeniyle sözleşmenin 3. maddesinin ihlali kararını verdi. Bu yöndeki kararlar gittikçe yoğunlaşmaktadır. Kaldı ki AİHM’in bu kararlarında da caydırıcılık açısından eleştiriye muhtaç noktalar vardır. Barışçıl etkinliklerde kesinlikle bu silahların kullanılmaması yönünde verilecek AİHM kararlarına ihtiyaç bulunmaktadır. Sorun sadece orantılılık ve kademelilik açısından ele alınmamalıdır. Bu tür gazlara ilişkin ulusalüstü sözleşmeler ve yönetmeliklerde de demokratik düzenlemeler yapılmalı, şiddet içermeyen barışçıl etkinliklerde bu tür gazların kullanılması yasaklanmalıdır.

Her halükarda gerek kasıtlı, gerek orantısızlık ve kademesizlik sonucu oluşan tüm bu yaşam hakkı ihlallerinde, ulusalüstü hukuk belgeleri açısından da sadece kolluğun, emniyet müdürünün, valinin değil doğrudan siyasi iktidarın ve yürütmenin de sorumluluğu bulunmaktadır. BM ekonomik ve sosyal konseyinin 24.05.1989 tarihli ‘yasadışı, keyfi ve seri infazların önlenmesi ve soruşturulmasına dair 89/65 sayılı karar ve buna ilişkin 15.12.1989 tarihli 44/162 sayılı kararla teyit olunan ilkelerin 19. maddesine göre sadece tetik çekenler değil üst düzey yetkililerde sorumludur.’ Nitekim 18.01.1978 tarihli İrlanda/Birleşik Krallık kararında da, 159 nolu paragrafta şöyle denmektedir; “ ……bir devletin üst düzey yetkililerinin bu tür uygulamaların varlığından habersiz olabilecekleri, en azından habersiz olma hakkına sahip olabilecekleri düşünülemez. Dahası bu yetkililer, sözleşmeye göre kendi memurlarının eylemlerinden tamamiyle sorumludurlar.”

20 Nisan 2000 BM İnsan Hakları Komitesinde kabul edilen 2001’de BM genel kurulunca onaylanan ‘ işkence, zalimane, insanlık dışı, aşağılayıcı muamele ve cezaların soruşturulması için el kılavuzu İstanbul protokolünde de benzer ilkeler vardır.

Şimdi mevcut anti demokratik PVSK daha da faşizan hükümlerle katılaştırılmak isteniyor. Polise yeni sınırsız, çok geniş yetkiler verecek düzenlemeler hazırlığı yapılıyor. Bu düzenlemeler yasalaşırsa polis niyet sorgulayarak hakim ve savcı talebi de olmadan önleme gözaltıları yapabilecek, 12 ile 24 saat tutabilecek, gözaltı süresi uzatılabilecek. Ayrıca yüz kapatmaya ilişkin, patlayıcı bulundurmaya ilişkin fiillerde yine direnme ve mukavemet fiillerinde cezalar 2-3 katına çıkartılmak isteniyor.

AK parti iktidarı plebisiter faşizm yolunda MİT ve polise sınırsız yetki ve özgürlük, hak arayanlara ise sınırsız OHAL rejimini dayatıyor. Bu bir diktatörlüğün çırpınışıdır. Ne olursa olsun hiçbir zulüm ebedi olamayacaktır.