Nereden başlayacağımı bilemeden Nuhcuğuma bir mektup yazmak istedim yine. İlkini 2 yıl önce yazmıştım. 3 yıldır her gün ona içimden sözler söyledim, bazen tutamayıp dışımdan söyledim. Sonra, o kadar ölüm, kıyım karşısında her sesli söyleyişimde utandım varlığımdan. Sonra sustum zaten.

Karanlıktan başlayacağım Nuhcum. Zira karanlıktan başka az şey görüyor gözlerim, kalbim. Sen gidince dünyanın benim olan yanı bir daha aydınlanmamak üzere karardı. Kalan kısmı ise tarifsiz bir karanlık ve zulüm içinde.

Bu coğrafyada ve dünyanın çoğunda ağaç, börtü, böcek ve hayvan, tüm yaşam formları biz insanların kötülüğü karşısında çaresiz ve savunmasız.

İnsanların da öteki olan her türlüsü bu kötülükten nefes alamaz halde.

Her biri başlı başına bir nesle fazla gelecek kadar acı barındıran öyle çok şey oldu ki hangisini söylesem diğeri eksik kalacak. Olan biten her şey o kadar gerçek üstü ve akıl sınırlarını aştı ki söz neredeyse bu coğrafyada hükmünü yitirdi. Söz söylerken boğazın dokuz boğumunu geçip uzaya yol alsak bile bir şey olmuyor şimdilerde. Edilecek ah, dilenecek beddua kalmadı.

Önce bombalar hayatımıza düşmeye başladı. Sonrasını sıraya koyamıyorum artık zihnimde.

Doğal olmayan ölümlerin bin türlüsünü yaşadık ve an be an yaşamaya devam ediyoruz. Tüm bunlara alışmamak için alışmıyoruz demeye devam ettik, aralarda inancımızı yitirerek.

Örgütlü bir kötülük tarafından çepeçevre sarıldık. Hayatımızın uzadıkça uzayan bir OHAL'i oldu. Sonra KHK'lar geldi. Binlerce insan bir sözle işinden ekmeğinden oldu. Çare, çıkış yolu bulamayan insanlar hayatına kendi elleriyle son verdi gözümüzün önünde. Hepimiz senaryosu, kurgusu, oyuncuları kötü olan, her yanı berbat bir filmi zorla izlettirdikleri izleyicilere dönüştük, çaresizce izledik çoğunlukla.

Hayatımız kentin bilmediğimiz yerlerindeki mezarlık yolları, duruşma salonları ve adliye koridorlarını arşınlama arasında, neredeyse alıştığımız bir rutine dönüştü. Niye alındığını bilmeden salınışına sevindiğimiz sayısız dostumuz oldu.

Seni çarkına alıp sonra atan basın herkesi attı zamanla. Sonra zaten özgür basın kalmadı. Tek devlet, tek millet, tek medya, tek tip diye sürdü her şey. Tek tiplerin içinde kendimize seçecek tip bulamadı farklı olanlarımız. Seçecek tipin olmaması ve itaat etmeme yeni yeni suçlar yarattı bizler için.

Gazetecilik suç değildir demek zorunda kaldık. Sırf işlerini yaptıkları için, kamuya haber verdikleri için, Sevgili Ahmet Şık ve yüzlerce gazeteci tutuklandı.

Her gün kadınlar kocaları, babaları, kardeşleri tarafından hunharca öldürüldü. Çetele tutulacak kadar acıklı bir halin utancı içinde boğuluyoruz. Yüzüne bakmaya kıyamadığın el kadar çocuklara tecavüz edildi. Babaları bile tecavüz etti cümlesini kurarken ölsem olduğum yerde, batsın, yıkılsın bu dünya..

Sana dair olanlara gelince, riya olduğu yerde duruyor. Yalandan göz yaşı dökmeler azalsa da devam ediyor. Sen hayattayken yüzüne bakmayanlar hala en yakın dostların olduklarını iddia ediyor. O uzak durduğun her şey, herkes senin gidişinle hayatımızın orta yerine düşüverdi.

İnatla orada kalmaya çalışanlar var. Zira daha önceki mektupta dediğim gibi ölünce kıymet vermek önemli ama daha da önemlisi gidenin yakını olmak. O payeyi taşımak için insanların düştüğü hal acınası.

O aile denilen çürümüş kurum bizim tahayyülümüzden öte bir şeymiş. Başka bir aile kuracaktık sırf buna inat ama işte olmadı, olamadı. Neyse bunları bir yana bırakalım.

Ne kadar kasvetli şeylerden bahsettim. Biraz başka konulara geçip sana buralardan haber vereyim. O çok sevdiğimiz tekel, Hıdır amcamız dükkanı kapattı. Yanındaki lahmacun, balık, köfte ne idüğü belirsiz menülü ayak üstü büfe aldı orayı. Kilim desen bankları büfeye oturacak yer sağladı. Hıdır amca gidince çarşının ruhu da onunla birlikte gitti. Yılların esnafı o ruhsuz dönüşüme ancak bu kadar direnebildi. Çok yaşlandı ve yaşlılığa bağlı hastalıkları var. Arada kızını arayıp haber alıyorum. Seni hep sevgiyle yad ediyorlar.

Balıkçı Cevdet bildiğin gibi. Artık sadece hal hatır sormaya gidiyorum. Et yemeyi bırakmama baya bir üzüldü.

Yunus'un tatlıları aynı hala. Senin sevdiğin tatlılar tezgahta, zihnimde sen tatlıları seçmeye çalışıyorsun, biz seni konuşuyoruz. Arada gülümsüyorum sana.

Tüm bunlar olurken, sen burada olmasan bile görmesem de, dokunamasam da gün be güçlenen bir aşka ve edebiyata sığındım. Aşk kalbi, edebiyat ruhu kurtarıyor. "Aşk zamandan ve mekandan bağımsızdır" dedim hep ve demeye devam ediyorum. Çoğu insan delirdiğimi düşündü. Güldüm geçtim. Sen gittikten sonra gülüp geçtiğim milyon tane şey gibi. Neyse ki canım Ursula yine imdadıma yetişti, Öteki Rüzgar'da aşkın, zamanı, mekanı, ölümü yaşamı aşan haline söz söyleyerek.

Canım Ursula K. Le Guin'de geldi yanına. O artık benim dünyamda değil seninkinde bir anlamda. Öte yandan senin gibi burada benimle her daim. Yaşlı ninemiz, köpek Hepa'mız da geldi yanına. Yaşlı kalbi hastalandı. Tek tesellim hastalıktan perişan olup acı çekmedi ve son günlerini mutlu geçirdi. Siz ikiniz ben olmadan iyi anlaşırsınız, ben gelene kadar keyfini çıkarıp, özleyin beni.

İkinizde olmayınca ev kocaman, gün geçtikçe büyüyüp ruhu yutan bir boşluğa dönüştü. Taşınmak evin fiziksel koşulları da dayatınca zaruri oldu.

Ruhumu hafifletecek bir eve taşındım. Taşındığımın 5. günü minnak bir kedi kurtardık araba kaportasından. Çok minik, dışarıda hayatta kalamaz, biraz toparlanana kadar kalsın diye aldım getirdim eve. Ama kediler senin de bildiğin üzere iradeyi teslim alan canlılar.

Daha kolilerin açılmadığı eve benden önce yerleşti tüm sevimliliği ile. Medra adını sevdi. Adı verildikten sonra yavru kedi olarak getirdiğim kedinin içinden bir panter çıktı. Artık atamazsın satamazsın halinde bu canavarla yaşamayı öğrenmeye çalışıyorum.

Taşınmanın en zor kısmı kütüphaneydi. Tıpkı hayatımızı birlikte yol almak adına birleştirirken 2,5 yıl en zorlandığımız alan olan kütüphaneleri birleştirmek gibiydi. En son birleştirmiştik ve gördüğümüz karşısında her gün sevinçle kitaplara bakıyorduk. Malum o dönem sen işsiz olduğun için seve seve o işi yapmıştın. 3 yıldır kütüphaneyi dokunulmaması gereken, kutsal bir mabet gibi görerek öylece korudum. Tek bir kitap ya da senin o dünyanın başka yerlerinden getirdiğin sevdiğin objelerin hiç birinin yeri değişmedi. Taşınırken de hepsini öyle taşımayı başardım ama tabii ki yardımla. Kalbi güzel, sesi güzel, gül yüzlü bir kadın günlerce benimle kitapları streçledi raf raf.

Yeni eve gelince tabii ki kitaplık aynı yerinde olamadı, parçaları eski şeklinde koyamadım ama kitapların yeri değişmeden nispeten başarılı oldum. Onca kitabı tek tek sildim. Silerken üzüldüm bir yandan senin ellerin elimden kayıp gidiyor gibi geldi bir an. Sonra tek tek elimden geçtikçe onca güzelliğin biraz bakıma ihtiyacı olduğu konusunda karar kıldım. Sen düzenlerken bana "Bir el at" demiştin. Geç ama sağlam bir el attım. O caanım Sevgi Soysal ve Peyami Safa yan yana duramazdı. Durmadı da zaten.

Şimdi heyecanla kitapların listesini yapıp, güveneceğim insanlara açacağım. Kitaplık yaşayan bir alana dönüşecek tam da senin istediğin gibi.

Böyle işte ruhumu kurtaran kitaplara, edebiyata sığınıp bu karanlığın içinde yol bulmaya çalışıyorum.

Gitmeden bir gün önce bana "Kirlenmeyelim Ferdacım, biz temiz kalalım" dediğin yerdeyim hala. Temiz kalmak en zoru. Bu zorluk içinde, incelikleri yüzünden kalbi ağrıyan, kiminin yüzünü hiç görmediğim ama kalbini kalbimde hissettiğim dostlar geldi hayatıma. Genişlettiler, yükümü aldılar tek bir cümleyle.

Kan bağından bağımsız, acının birleştirdiği kocaman bir ailemiz oldu. Bizi güçlü kılan, hiçbir kötülüğün kıramayacağı derin, sağlam ve görünmeyen bağlarımız var.

Ve ben bu varların içinde ‘aşk zamandan ve mekandan bağımsız’ demeye devam edeceğim kalbimde hissettiğim derinlikte.

İçimden seninle konuşmaya devam edeceğim sessizce.