Çarşamba günü Dersim’deydim. Bir duruşma nedeniyle. 7-8 yıl önce de Er Krandi’nin kaçırılması davasıyla ilgili insan hakları savunucularını savunmak üzere Dersim’deydim. Devletin Dersim’e yaklaşımında hiçbir değişiklik yok. Elazığ Dersim arasında yaklaşık iki saatlik yolculukta on beş civarında Toma saydım. Dersim’in tüm tepelerine kalekolluklar hakim. Kalekol bilindiği gibi İran’dan esinlenme militer bir odak. En son teknolojiyle donanımlı. Dersim adeta devlet nefreti ve araçlarıyla kuşatılmış gibi. Devlet Dersim’den hala korkuyor. Halk ise artık cıvıl cıvıl, coşkulu ve umutlu. 90’lı yıllarda insan hakları heyeti olarak gittiğimizde sokaklar, caddeler bomboştu. Sadece ayakkabı boyacısı çocuklar ve yaşlılar vardı. Şimdi ise her taraf canlı ve iyimser Seyit Rıza’nın anıtını ziyaretten sonra hemen yanı başındaki Selahattin Demirtaş’ı destekleme seçim standına uğradım. Bana arkadaşlar yüzde 70 oy bekliyoruz dediler. Oysa gördüğü ve halende devam eden asırlık zulümden sonra yüzde 95inin nefretsiz bir yaşam için Selahattin Demirtaş’a destek vermesi gerek.

Sık sık nefret söylemiyle muhaliflere, farklılıklara saldıran yürütmenin başı, nefret kusuntusuna bir yenisini daha eklerken hiç şaşırtmadı. 2011’de; ‘Ne Ermeniliğimiz, ne Yahudiliğimiz, ne çok afedersiniz Rumluğumuz kaldı’ diyen Erdoğan benzer nefretçi söylemi daha da koyu bir şekilde Ermeniler için söyledi. ‘… affedersin çok daha çirkin sözlerle Ermeni diyen oldu’ sözü ile TCK 216daki suçu yani ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama’ suçunu bir kez daha işledi. Cumhurbaşkanı adayı bir başbakan bu tür söylemlerde bulunursa bu coğrafyada daha çok ırkçı cinayetler, katliamlar ne yazık ki yaşanır. Bu tür söylemler kafatasçıları tetiklemekten başka bir şey değildir.

Nefret söylemi ile nefret suçları birbirinden ayrı şeyler de olsalar, sonuçta birbirlerini beslerler. Ve özellikle de nefret söylemi nefret suçuna giden süreçte ilk önemli adımı oluşturur. Yani nefret söylemi nefret suçunun ön koşuludur. AİHM, Avrupa Irkçılık ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Komisyonu, atıf yapılan mahkeme kararları ve bazı Kuzey Avrupa ülkelerinin ilgili yasalarını temel alarak şu tanımı yapıyor; ‘ ırk, etnik köken, dil, inanış durumu, fiziksel veya zihinsel engel, bölgesel farklılıklar, cinsiyet, cinsel kimlik ya da cinsel yönelimden dolayı belirli kişi veya gruplara bu temel özelliklere dayalı mevcut her türlü olumsuz önyargılardan beslenerek yöneltilen nefret ve/veya şiddet oluşturabilecek nitelikteki ifadeler nefret söylemi olarak kabul edilir’. Nefret suçlarının kavramsal olarak ortaya çıkması 1980li yılların ortalarına denk gelmektedir. Ne var ki ‘nefret suçları’ kavramının dile getirdiği eylemlerin kendisini insanlığın başlangıcına kadar götürmek mümkündür. Birçok araştırmacılar başlangıç olarak ‘Habil ve Kabil’ hikayesini alırlar. Nefret suçları, insan hakları literatüründe bir ‘insan hakları skandalı’ olarak kabul edilir. Nefret suçu olarak tanımlanan eylemlerin engellenmesine yönelik ilk girişimler 1960lı yıllarda ABD’de özellikle Yahudilere ve siyahlara yönelik saldırıları engellemek amacıyla başlatılmıştır. Ancak kavram 1986lardan sonra kullanılmaya başlamıştır. İlk kapsamlı tanım AGİT tarafından yapılmıştır. AGİT’in insani boyutundan sorumlu temel kurum, insan hakları ve demokratik kurumlar dairesidir (ODIHR). AGİT nefret suçlarının önlenmesi ve bu alandaki gelişmeleri takip için Ekim 2006 dan itibaren Polonya merkezli, ‘hoşgörü ve eşit muamele bilgilendirme sistemini‘ oluşturmuştur.

Nefret suçları aynı zamanda ‘önyargı’ suçları olarak da tanımlanmaktadır. Nefret suçları insan hakları fikrinin bizzat kendisine yönelik bir saldırıdır. Tüm insan hakları hukuku belgeleri ‘bütün insanların onur ve haklar bakımından eşit doğduğunu‘ vurgular. Bu suçlar temel argüman olan eşitlik ilkesinin ihlalidir, ayrımcılıktır. Nefret suçları aynı zamanda tüm insan hakları hukuku sözleşmelerinde garanti altına alınan kişinin ‘zihinsel ve fiziksel bütünlük’ hakkına da yönelik bir saldırıdır. Nefret suçları ‘yaşam hakkı’nın da ihlalidir. Önyargılar nedeniyle saldırılara maruz kalan bireyler ve ait oldukları topluluklar yaşadıkları travmayı uzun bir süre üzerlerinden atamadıkları için zihinsel ve fiziksel bütünlükleri de zarar görür. Toplumun diğer fertleriyle birlikte eşit korunma hakkından yararlanamayan mağdurlar giderek artan oranda diğer haklardan da yoksun kalırlar. Çalışma hakkının, eğitim hakkının, sağlık hakkının, barınma hakkının vb. diğer hakların da ihlalini beraberinde getirir. Türkiye hala nefret söylemini ve nefret suçunu önlemeyi amaçlayan birçok ulusalüstü belgeye de imza atmamıştır. Örneğin, Avrupa Konseyi Siber Suçlar Sözleşmesi’nin ırkçı yabancı düşmanı içeriği cezalandıran Ek Protokolü imzalamadığı gibi, BM Irkçılıkla Mücadele Sözleşmesi’ni yürüten komitenin 2009da eşitliği güvence altına almaya ek olarak ayrımcılıkla mücadeleyi içeren açık düzenlemeler getirmesini talep etmesine karşılık Türkiye bu yönde de adım atmamıştır.

Pazar günü önemli bir seçim var. Türk İslam sentezci iki adaya karşı, çok eşitsiz koşulda ezilenlerin sömürülenlerin adayı Demirtaş, umudun sesi olarak yankılanıyor. Standlarına ırkçılar birçok yerde saldırdı. Ne yazık ki bir sol eğilim de bazı mahallelerde stand açılmasını istemediler veya izin şartı getirdiler. Sola yakışmayan üzücü olaylar yaşandı. Hele hele enternasyonalistlik iddiası taşıyan sol düşünceye tamamen ters davranışlar. Aklıma 1990lı yılların ilk yarısında yayınlanan ve İHD bünyesinde çok tartıştığımız Uluslar arası Af Örgütü’nün ‘Yokohoma Bildirgesi ‘ geldi. Uluslar arası Af Örgütü 1990 lı yılların ilk yarısında Japonya’nın Yokohoma şehrinde önemli bir genel kurul yaparak faaliyet alanını genişleten yeni insan hakları politikaları açısından ilke kararları aldı. O zamana kadar sadece cezaevi koşulları, ifade özgürlüğü ve yaşam hakkı ihlalleri ile ilgilenen Af Örgütü bundan sonra faaliyet kapsamına farklı cinsel tercihi olanlara yönelik ihlallerle ilgilenmeyi de ayrıca alternatif iktidar odaklarının da yani muhalif örgütlerin de hak ihlallerinin eleştirel politik tutumunu da kapsamına aldı. Kuşkusuz bu bildirgeyi tartışmaya açtığımızda solda bazı kesimler kıyamet kopardı. Hatta ‘Yokohoma mı Bokohoma mı’ diye düzeysiz söylemlerle güya tartıştılar. Fakat yaşam, pratik bu ilkelerin doğruluğunu o zaman karşı çıkanların çoğuna dahi kabul ettirdi. Aslında bu bildirgedeki ilkeler Marksist öğretideki, ‘bireysel şiddet’, ‘sağ ve sol sapma’ eğilimlere ilişkin ilkelerle insan hakları argümanı açısından örtüşen ilkelerdi. ‘Falan mahallede ben hakimim, iznim olmadan başka eğilimlere adım attırmam’ benmerkezci anlayışının sosyalizmin özgürlükçü anlayışıyla en ufak bir ilgisi yoktur. Hal içindeki çelişmelerde, tartışmalarda şiddetin yeri olmamalıdır. Dostlukla tartışma dostlukla, bilimle ideolojik ve pratik çelişmeleri çözme esas olmalıdır.

Nefretsiz bir coğrafya ve nefretsiz bir yaşam için Pazar günü oylarımız Selahattin Demirtaş’a!