Aynı yere bakıyoruz, hiç farkında olmadan. İkiz derinliklerde buluşuyoruz. Avucumuzun altından kayıveren, mutluluk arayışından vazgeçiren, sabra ve şükre davet eden, zoraki deneyimler.

Neredeyse aynıdır, geri dönüşlerimiz ve kaybedişlerimiz. Ne sitemkâr bir yenilgidir bu. Huzurdan bu kadar hızlı kaçışımız, kaçarken düşüşümüz ve düştüğümüzde üşümemiz, ne çoktu. Bulutlu gözlerin, dalgın bakışlarımla buluştu, bir füzyon bu, tuhaf bir hüzün doğdu. Kendine has entropik ve kaotik ortamında, kaçınılmazdı o ruhların sevişmesi.

Kirlenmeden arınılmaz, yaşamadan anlaşılmaz. Böylece, mutluluk arayışını bırakınca, rahatlar bu ruh. Hele ki, vuslat hicrandan beterse, bazen özlemek yeterse. Güneş yakınca ve ayın ışığı yanağıma vurunca, her gün sevebilmeyi de, her gün öldürmeyi de öğrendim. Gerçek mi güzellikte, güzellik mi gerçekte gizli? Ara bu sırrı... Ve fark et!

Güneş de ay da çıktı karşıma, ben hep güneşi tercih ettim. Aklım ayda kaldı. Akşam oldu ağladım, gün doğduğunda yine şendim. Ayla güneşin aynı anda, iki yanda olabileceğini bilmeden yaşadım, gerçi kısa bir müddet. Ama o ana değermiş. Veya bunu bilmeye...

Gidecek yerin var mıydı, limanı terk ederken? Sığınağın rahat mıydı, yakın mıydı kıblen? Söyle ey sevgili firari, yüreğinde hiç korku kalmamış mıydı, sağanakta ıslanırken?

O kadar yaklaşmışken, işte derken, görüyorken. Elimizi uzatacak dek sarihken, bahtımız açık ve netken, kaybetmek, ne fena. Bir elimde güneş, bir elimde ay varken... Hele, ben senken... Al canımı, ver bana seni.