Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun, Freedom House'un, Türkiye'yi basın özgürlüğü konusunda "özgür olmayan ülkeler" kategorisine göstermesi karşısında gazetecilerin cevap vermesi yönünde yaptığı çağrıya yanıt, tutuklu Kürt gazeteci Tayyip Temel'den geldi. 3,5 yıldır cezaevinde tutulduğu cezaevinde bu güne kadar kendisini tek cümle bile savunamayan Temel, "Tutuklu bir gazeteciden Sayın Ahmet Davutoğlu'na açık mektup" başlığıyla gönderdiği mektupta, Kürt ve gazeteci olmanın ne demek olduğunu kendi hayatı ve hakkındaki suçlamalarla gösterdi.

ANF'den yayınlanan mektubun tamamı şöyle:

“Gazeteci olarak hukuksuz bir şekilde tutuklanmak bir yana, siz muktedirlerin sürekli olarak yok sayıcı açıklamaları yaşanan zulmü katlandırmaktadır. Freedom House’un basın özgürlüğü ihlallerini içeren raporunu yalanlayıp raporun reddedilmesini istiyorsunuz ve Türkiye’de gazetecilerin tutuklu olmadığını iddia ediyorsunuz. Oysa tutuklu olan 40’tan fazla gazeteci meslektaşlarımdan sadece biri olarak mesleki yaşam öykümü, tutuklama sürecini, hukuki durumumu ve yargılama boyunca yaşanan saçmalıklar ile beraber şuan zindanda olmanın asıl nedenini kalemimin yazdığı oranda aktarmaya çalışacağım. KCK adı altında gerçekleştirilen cadı avında muhalif Kürt basını da payına düşeni almış, gazete, dergi, ajans ve matbaalar basılarak onlarca meslektaşın gözaltına alınarak aynı gerekçeler ile tutuklanmıştır. Bu yüzden durumum kişisel olmaktan öteye karşı karşıya olduğumuz zulmün sadece bir örneğini teşkil etmektedir.

Ancak özellikle bilmenizi isterim ki 3 yıla yakındır devam eden tutuklama sürecim boyunca savunma adına ne sözlü ne de yazılı tek bir cümle söyleyemediğimden dolayı yazdıklarım biraz uzun ve can sıkıcı gelebilir size. Şimdiden hoşgörünüze sığınıyorum.

Hakkari'de, savaşın en şiddetlisinin yaşandığı coğrafyada doğdum. Çocukluğum ve gençliğimin ilk yıllarında yakılmış köyümüzden yükselen dumanları soludum. Yakınlarımın ve sevdiklerimin ölüm haberlerine giderek aşina olan duygular içinde en zamansız anlarda baskınlarla uyanmayı ve çocuk yaşta gözaltına alınarak hakaretlere uğramayı yaşadım. Evlatlarının yasını tutmaya çalışan annelerin gözyaşlarına bile nasıl engel olunduğuna tanıklık ettim.

Bir dilekçeye 7 ay hapis

Kürtlüğün yokluğu ve hiçliği üzerine kurgulanmış olan anti demokratik devlet zihniyetinin soğuk yüzüne şahitlik ederek geçirdiğim orta öğrenimimden sonra üniversiteye girdim. 2001 yılında Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Sosyoloji Bölümünde okurken, anadilim Kürtçe'nin üniversitede seçmeli ders olarak okutulması talebini içeren bir dilekçeyi rektörlüğe verdim. Bu dilekçeyi verdikten birkaç dakika sonra rektörün odasının kapısı önünde gözaltına alınarak, emniyette anlatılması zor ağır işkencelere maruz bırakıldım ve onlarca öğrenci ile beraber hazırlanan düzmece ifadeler ile tutuklandım. 7 aylık tutukluluk sürecinden sonra DGM'de görülen ilk duruşmada beraat ettiğim için tahliye edildim. Kötü muamele ve haksız tutukluluk nedeniyle devletten tazimat aldığım bu dava bile şuan yargılandığım dosyada delil haline getirilmiştir.

Başıma gelen bu olayı bütün yaşamım boyunca unutmadım. Bu yüzden başında demokratik değerlerden bu kadar uzaklaşmış bir rektörün olduğu bir üniversiteye devam etmeyeceğime yemin ederek okulu bıraktım. Sanırım bir bilim insanı olarak bunu en iyi siz anlarsınız. Ayrıca yaşananlara karşı duyduğum öfke ve tepkinin de etkisiyle sonraki bütün yaşamımı belirleyen bir karar daha aldım. Buna göre hayatım boyunca anadilim olan Kürtçe'nin yaşaması ve gelişmesi için elimden gelen her şeyi yapacağıma dair kendime söz verdim.

Sözümün gereği olarak, o zamanlar haftalık yayınlanan tek Kürtçe gazete Azadiya Welat'a abone olup okumakla başladım işe. Anadilimde okuma ve yazmayı bu gazeteden öğrendim. Daha sonra DİHA’nın başlattığı Kürtçe stajer muhabirlik kampanyasına katılarak gazeteciliğe ilk adımımı attım. İki yıllık bu deneyimden hemen sonra 2003'te Azadiya Welat'ın yayın merkezini Diyarbakır'a taşıması kararını duyar duymaz, gazetecilik mesleğimi haftalık olan bu yayında devam ettirdim. Haftalık olarak yayınlanan bir gazetenin Kürtlerin okuma ihtiyacına cevap olamayacağına dair tartışmalar sürekli olarak devam etmekteydi ve kendim de bu tartışmaların içinde yer aldım. Bu kapsamda 2006'da Azadiya Welat günlük yayına başladığında, gazetenin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlendim. Sözün kısası okuyucusu olduğum ve bana anadilimde okuma ve yazma öğreten gazetede yayın yönetmenliğinin yanısıra, yazı da yazmaya başlamıştım.

Bir gazetenin başına gelenler

Tabii bu konumumdan dolayı hakkımda çeşitli davalar açıldı. Bütün çabalarımıza rağmen Diyarbakır’da bulunan Özel Yetkili Savcı ve Mahkemelere, Kürtçe yayın yapan bir gazetenin Kürt Sorunu ve Kürt coğrafyasında yaşanan savaşa kayıtsız kalamayacağı gerçeğini anlatamadık. Yayınlanan haber, yazı ve hatta fotoğraflar nedeniyle Sorumlu Yazı İşleri Müdürleri, yüz yılları aşan hapis cezalarına maruz kaldılar. Hukuk ayıbı olan bu cezalardan ben de payıma düşeni aldım. Yazılarımda propaganda yaptığım iddiasıyla iki ayrı dosyadan ceza aldım. Söz konusu dosyalar çıkarılan paketler kapsamında Yargıtay’dan döndü ve hüküm geriye bırakıldı. Dava ve verilen yayını durdurma cezalarının yanısıra gazetecilik mesleğim boyunca birçok çalışma arkadaşım gibi ben de tehdit, karalama, iftira ve kara propagandalara maruz kaldım. Özellikle derin devlet tarafından muhalifleri teşhir etmek için kurulduğu ortaya çıkan andıç sitelerinde günlerce 'PKK Medya Patronu' olarak gösterildim ve her yurtdışı seyahatim, daha üstünden birkaç gün geçmeden ‘PKK kamplarına gitti’ şeklinde yalan haberlere konu yapıldı. Kaldı ki bir gazeteci için söz konusu yerlere gidebilmek dün olduğu gibi bu gün de mesleki bir başarı olarak sayılmaktadır.

2010 yılının başlarından gözaltına alındığım 3 Ekim 2011’e kadar daha önce çalıştığım yayın kuruluşu olan DİHA’da Kürtçe Haber Editörü olarak gazetecilik faaliyetimi sürdürdüm, Azadiya Welat’ta ki yazılarıma ise devam ettim. Daha dışarıdayken 14 Nisan 2009’da ki siyasi darbe ile başlatılan KCK operasyonlarından sonra hazırlanan iddianamede yerel seçimler ile ilgili haber ve röportaj amaçlı bazı DTP’liler ile yaptığım telefon görüşmelerimin yer aldığını gördüm. Herhangi bir suç unsuru taşımadığına duyduğum inançla söz konusu tapeleri hiç mi ama hiç önemsemedim. Ve mesleki faaliyetimi sürdürdüm.

Yaşam öykümü uzattığımı, asla yapmamam gerektiği kadar kendimden söz ettiğimi ve hiçbir zaman istemediğim halde yaptıklarımdan fazlasıyla bahsettiğimin farkındayım. Ancak şimdi anlatacağım gözaltı, tutuklama ve yargılama sürecinin asıl nedeninin daha iyi anlaşılması için gerekli gördüm.

Tehdit, takip, tutuklama

3 Ekim 2011 günü Diyarbakır’da bir yerel TV’de canlı yayınlanan bir programa katılmak üzere gittiğim televizyonun kapısında KCK/TM üyesi olduğum iddiasıyla gözaltına alındım.

Gözaltında sorulan tek soru KCK’ye üye olup olmadığıma ilişkin idi. Onun dışında hiçbir suçlamaya dair herhangi bir soru sorulmadı. Savcılık sorgusunda ise soruşturmaya dair ayrıntı verilmeden basın-yayın camiasından tanıdığım bazı meslektaşlarımın ismi zikredilerek tanıyıp tanımadığım soruldu. Tabii belirtilen birçok şahsiyeti tanıdığım ve mesleğim gereği birçoğu ile zaman zaman haber konulu görüşme ve konuşmalarımın olduğunu belirtmeme rağmen, tutuklamaya motive edilmiş savcı ve hâkim bu ilişkileri yasadışıymış gibi ele aldı. Ayrıca haber ve mesleğim gereği yaptığım tüm yurtdışı seyahatlerim sırasında Kandil’e gidip gitmediğim soruldu.

Bu kısa ve mesnetsiz sorulara verdiğim birkaç cümlelik ifadeden sonra 8 Ekim 2011’de çoğunu BDP’den tanıdığım 17 kişi ile beraber tutuklanıp, Diyarbakır D Tipi Cezaevine konuldum. Yaklaşık 4 ay sonra hazırlanan iddianame elime ulaşınca, 2009 yılından tutuklandığım 2011 yılına kadar kesintisiz olarak dinlenip, izlendiğimi öğrendim. Bu kapsamda çalıştığım gazetenin e-mail adresine gelen ve giden her türlü elektronik ileti ve kullandığım tüm telefonlar aynı gerekçeler ile üç yıl boyunca kesintisiz olarak dinlenmiştir. Örgüt üyeliği iddiasıyla tutuklanmıştım ancak iddianameyi hazırlayan savcı hızını alamayıp iddianamede ‘Örgütün Faaliyetlerini Düzenlemek Suretiyle Örgüt Yönettiğimi’ ileri sürerek ‘3713 Sayılı Yasanın 7/1 maddesi delaletiyle 5237 sayılı TCK’nin 314/1 yasası’ kapsamında cezalandırmamı istedi.

Sanırım ‘Onlar gazetecilikten yargılanmıyor’ dediğinizde siz de ‘acar savcıların’ bu şaheser iddianamelerine atıfta bulunuyorsunuz. Ancak ben de sizin dayanak olarak gösterdiğiniz iddianamedeki suçlamaları paylaşmak istiyorum.

Eskiler ‘Silah icat oldu, mertlik bozuldu’ demişti. ‘Seç-kopyala-yapıştır’ retoriği de günümüzde suç isnadı oluşturmanın gayr-i ahlâki yöntemi haline geldi ve suçsuzluğunu ispat etme zorlaştı. İddianameme konu yapılan birçok dijital verinin aslında daha önceden Andıç İnternet Sitelerinde yayınlanan kara propaganda haberlerinden kopyalanıp e-mail adresine gönderilerek delil haline getirildiğini tespit ettik. İlgili-ilgisiz gazeteye gelen iletilerin yanısıra yüzlerce dijital veri dava dosyasına konulmuştur. Söz konusu dijital delillerin nasıl üretildiğini bilmiyorum ancak bu kadar alakasız verilere yer verildiği halde, ne gariptir ki TİT, JİTEM vb. imzalarla gazetemize gönderilen yüzlerce tehdit, şantaj ve küfür mesajlarından tek biri bile iddianameye girmemiş olması oldukça manidar geliyor.

Muhabir ve editörlere talimat zırvası

İddianameyi hazırlayanlar bir gazetenin örgütlenme şeklini ve departmanlarını bilemeyecek kadar konuya yabancı olduğu tüm açıklığıyla ortaya çıkmıştır. İddianameye konulan bütün telefon görüşmelerim gazete veya çalıştığım ajansın muhabirlerine yaptığım haber önerileri ve abone çalışmaları ile ilgilidir. Örneğin bir editörün hangi haberi başlığa taşıması gerektiğine dair söylemlerim talimat olarak yorumlanmış, editörlere manşet önerilerim örgütsel ferman olarak isimlendirilmiştir. Kısacası gazetedeki Yayın Yönetmenliğim ‘Örgüt Yöneticiliği’ olarak ele alınmış, muhabir ve editörler ile diyaloglarım ise ‘örgüt üyelerine verilen talimatlar’ olarak tanımlanmıştır. Sanırım savcının kendi ağzından birkaç suçlamayı dile getirmem daha açıklayıcı olacaktır;  'Muhabire yazının ve manşetin nasıl olacağının talimatını verdiği...', 'Kimlerin köşe yazacağını ve kimlerin haber editörü olacağına karar verdiği...', ‘DTP’nin meclis grubuna 30 adet Azadiya Welat gazetesi gönderilmesi talimatını verdiği’ 'Örgüt propagandası yapan Meş filminin tanıtımına yardımcı olduğu...' (Altın portakalda ödül kazanan Kürtçe film) vb..gibi akıl ve mantık ile izah edilemeyecek suçlamalar yapılmaktadır. 

Karanlıktan beslenen yarasalar

Kendini gizleyen, karanlıktan ve bilinmezlikten beslenenlerin gıdası yalan ve aldatmacadır. Dolayısıyla gizli tanıkların yani dününü inkar edip bugününü garantiye alanların doğruları söylemesi mümkün değildir. Nitekim böylesi kişiliklerin kendini kurtarmak için her türlü yalan ve iftiraya açık olduğu biliniyor. Birçok dosyada olduğu gibi benim ile ilgili iddianamede de 'KCK Basın Komitesi' üyesi olduğuma dair gizli tanık iftiralarına yer verilmiştir. Ancak her kurgusal senaryoda olduğu gibi senaristler hata yapmıştır. Gazetede fotoğrafım ve ismimle köşe yazısı yazdığım halde gizli tanıklar takma isim kullandığımı yani gerçek ismimi saklayarak faaliyet gösterdiğimi iddia etmişler. Gel gör ki düzmece ifadeler verdirilmiş iki tanığın iftiralarında farklı farklı takma isim kullandığım illeri sürülerek çelişkiye düşülmüştür. Tam da yıllar önce andıç sitelerinde ki mesnetsiz suçlamalara parelel olarak bu yalancı tanıklara göre, pasaportumla her yurt dışına gittiğim tarihte aslında Kandil'e gidiyormuşum. Yani sözkonusu tanıkların ifadelerinde geçen tarihler ile yurtdışı seyahatlerimin tarihleri kusursuz olarak uyumlu hale getirilmiştir. Aslında böylesi tanıkların varlığından bile şüpheliyim. Çünkü Diyarbakır 7. Ağır Mahkemesi çağırdığı halde tanıklar duruşmaya gelmemiştir.

Kanatılmaya devam edilen yaram: Anadil

Bir insan için en ağır hakaret ve zulüm, kendisini ifade edemeden, suçlamalara karşı savunma yapamadan, ona düşman gibi bakan muktedirler tarafından yargılanmasıdır. Yıllardır böyle bir acıyı derinliğine yaşıyoruz. Yukarıda ancak yüzde birini belirttiğim iftira ve yalanlarla dolu yüzlerce sayfalık iddianameye karşı şimdiye kadar tek kelime savunma yapmadım. Çünkü dava dosyamızın Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen 3 duruşması boyunca Kürtçe savunmaya izin verilmediğinden dolayı sürekli olarak susturulduk. Öğrencilik yıllarımdan kalan anadil yaram bir kez daha acımasızca kanatıldı. İki yıl boyunca Kürtçe başlayan her cümlemiz ağzımıza tıkatıldı ve tutanaklara ‘bilinmeyen bir dil’ olarak geçti. Böylece anadilimize hakaret edildi.

Yok sayılmanın dayanılmazlığı

Daha sonra dosyamız Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen KCK Ana Davası dosyası ile birleştirildi. Yüzlerce siyasetçi, insan hakları savunucusu ve sivil toplum temsilcisinin yargılandığı bu dosyada 5 yıldır tutuklu olanlara bile hala söz sırası gelmemişken, benim savunma yapmamam hem teknik olarak mümkün değil hem de ahlaki olarak artık anlamsız geliyor. Hukukçu değilim ancak şunu biliyorum ki evrensel yasalara göre bir tutsak, ona düşmanca hisler besleyen, yani ona karşı nefret duyduğu açıkça bilinen yargıçlar tarafından yargılanamaz. Suçlanan kişilere karşı peşinen yargı sahibi olmuş, yargılanana karşı nefret, öfke ve kinle yaklaşanların aynı zamanda onu yargılayanlar olması adalet ölçüleriyle uyuşmaz. Duruşmalar boyunca insani ve iyi niyet göstergesi sayılabilecek tek bir yaklaşım ile karşılaşmadık.

Son söz olarak; bu satırları gökyüzünün bile dikdörtgen göründüğü soğuk duvarların arasından yazıyorum. Politik tutsaklar için uygulamaları son derece acımasız olan zindanlarda ayakta durmak, umudu ve inancını korumak büyük bir iradeyi gerektiriyor. Ölümün eşiğinde bulunan yüzlerce hasta tutuklunun hala tutuklu olduğu bir ortamda kendi hastalıklarımdan söz etmeyi de abes-i iştigal olarak görüyorum. Şu günlerde yargı ve hukukun tarafsızlığını yitirdiğinden yakınıyorsunuz. Ancak bilmelisiniz ki, mahkeme ve yargıçlar hiçbir süreçte biz Kürtlere karşı tarafsız ve adil olmadılar. Çokça söylendiği gibi yargıçları değiştirmek, mahkemelerin yetkilerini almak değildir çözüm. Asıl çözüm devletin her yönüyle tam demokratikleşmesi temelinde yargının faşist zihniyetinden kurtularak, topluma karşı devleti değil bireyi ve toplumu devletten koruyan bir felsefeye sahip olmasıdır. Tüm dillerin, dinlerin ve renklerin birlikte eşitçe yaşadığı bir Anadolu’da özgürce yaşamak umudu ve inancıyla…”