Vedat Türkali’nin “Sol İçinde Solcu McCarthysm” yazısı 1989 Görüş'te yayınlanmıştı...

SOL İÇİNDE SOLCU MCCARTHYSM

Okuyanlar anımsar, Çağatay Anadol’la Görüş’te yaptığımız konuşmanın sonunda, bir ‘ne idüğü belli’nin ’51’de İstanbul Harbiye Cezaevi’ndeki açlık grevi üzerine attığı yalanları belgeymiş gibi yaymaya kalkışan birinden söz etmiştim. Adını vermediğim bu kişi Yalçın Küçük’tü. Doğal, sağlıklı kişiden beklenen, özür dileyip düzeltme yapmaktır olsa olsa, değil mi? Dergisi Toplumsal Kurtuluş’un Temmuz-Ağustos sayısında devrimci kabadayılıkla saldırıya geçmiş. Yukarda sözünü ettiğim önemli olgu üzerine de tek satır yok. İyi oldu ama; kimi gerekli şeyleri söyleme olanağı çıktı.

Çok yıllar oluyor, bir tarihte, Türkiye Üzerine Tezler diye, Yalçın Küçük imzalı bir kitap geçti elime. Sorunları yüreklice irdeliyor, kimi bilmediğim konularda kesinkes bilgiler veriyordu! İlgiyle okurken, bildiğim, çoğu içinde yaşadığım olaylardan, olgulardan söz etmeye başlayınca duraladım. Hiç bilmediği konularda, bir küçük noktayı parmağına dolayıp, akıldışı yakıştırmalara kalkıyor, kimi yerde de resmen uyduruyordu. Kitabı bıraktım; daha önce ‘öğrettiklerini’ de kuşkuyla koydum bir kıyıya.

İzledim sonraları; hep aynı yol yöntem, aynı yaklaşım, aynı biçem...

Bir rastlantıyla karşılaştık bir gün. Doktor Hikmet Kıvılcımlı konusunda konuşmak için bana gelmek istiyordu. Yolculuğa çıkacağım sıraydı. Yalnızca şunu dedim; ‘Şimdi size bir şey söyleyeceğim ya, sakın bunu övgü diye almayın! Doktor Kıvılcımlı’ya benzeyen bir yanınız var: Siz de onun gibi, pek iyi bilmediğiniz konularda bir noktayı parmağınıza dolayıp spekülasyonlara kalkıyorsunuz!’ Kızarıp bozardı, kızdığını belli etmemeye çalıştı, ayrıldık. Bir zaman sonra, Yol dergisinde çıkmış, benim adımın da geçtiği bir konuşmasından söz etti arkadaşlar. Alıp baktım, şöyle diyordu; ‘... Doktor Hikmet’i hiç sevmeyen Aziz Nesin’le, onu çok seven Vedat Türkali beni ona benzetirler. Hatta bir gün Vedat Türkali beni Doktor Hikmet’e benzetince, ‘Vedat Bey, siz bunu bana övgü için söylüyorsunuz ya,’ dedim...’ Hemen bir açıklama yazıp Yol dergisine gönderdim. Çıktı mı bilmem; Yol’un sonraki sayılarını görmedim.

Yukarıdaki benzetmem üzerinde duracağım biraz. Ortaya attığı tezlerin, savların tartışılıp değerlendirmesini şimdilik bir yana -daha doğrusu, yetkililere- bırakıp şunu belirteyim: Doktor Hikmet Kıvılcımlı arkadaş, Marksist düşünmenin doğmatik kalıplara dönüştürüldüğünü, bir tür Marksist Ortaçağ yaratılmış Stalinci Komintern dönemlerinde, Parti disiplininin sınırlarını da zorlayarak özgün düşünce, irdeleme, araştırma uğraşı vermiş, Türkiye’deki Marksist düşünceye tarih boyutunu getirmiş, bunu da en ağır cezaevi koşullarında, her türden yoksulluk içinde gerçekleştirmiş, bu konularda yazılı, basılı bir sürü yapıt bırakmış tek kişidir. Yaşamının yirmi iki yılını cezaevlerinde geçirmiş, her türden baskıya onurla direnmiş, polis işkencelerinden alnının akıyla çıkmış, yiğit devrimci kimliği de ayrı saygın yanı. Akıl almaz çalışkanlığıyla üreticiliğindeki kusuru, o ağır koşullarda doğal olan belge eksikliğini spekülatif düş gücüyle doldurmaya kalkışmasıdır. Yazık ki zamanla alışkanlığa da dönüşmüştü bu. ‘Ordu kılıcını attı,’ bildirisi, yeterli kanıt beklemeyen aceleci tutumun tipik siyasal belgesidir. Bu konuda epeyi örnek verilebilir. Yalçın Küçük’e yaptığım benzetme, Kıvılcımlı arkadaşta var olduğuna inandığım bu eksikliğe dayanıyordu. Böylesi bir taşlamadan bile Küçük, kendisini Dr. Kıvılcımlı’ya -Tersini bastırarak öncelikle söylemiş olmama karşın- övgü için benzettiğimi yaymaya kalkmıştı. Marks’ın Napolyon’la yeğeni için söylediğine benzer bir sözü vardı Nurullah Ataç’ın, pek sevmiştim: ‘Gerçek sanatçıların bir de Hacivat’ları çıkar!’ derdi. Küçük de Kıvılcımlı’nın Hacivat’ı onuruna erişebilir olsa olsa. Türkiye’nin ağızsız, dilsiz, uzun çöl yılları boyu, zindan karanlığında en ağır işkenceleri göğüsleyerek yiğit yeraltı savaşı yürütmüş bir gerçek Marksist devrimciyle 12 Eylül döneminin ağzı bol keseden söz üreten ‘Eylülist’ aydın taslağının başka ne ilgisi olabilir? Böyle bir onura kavuşması bile devrimcilik adına önemli ölçüde hoşgörü gerektirir.

Saldırısındaki bir-iki noktaya değineceğim. Tarih yazmak gibi bir savım yok. Yaşadığım, gördüğüm, doğruluğuna inandığım şeyleri, bir şey katmadan, eksiltmeden dosdoğru söyleme çabasındaydım. Sırası geldikçe de söyleyeceğim. Yerini, zamanını da ben belirlerim. Bu satırları da yanıt olsun diye değil, salt okurların, özellikle de gençlerin beklentisi olabileceğini düşünerek yazıyorum.

Şefik Hüsnü’nün Türkiye Marksist devrimci tarihindeki yeri bizi aşan nesnel bir olgudur. Onu, hele İsmail’in yerine koymaya kalkmak Doktor’a da, tarihe de saygısızlık olur. Şefik Hüsnü sağdaydı. Nâzım sola geçti. Hikmet korkusundan sağa kaydı gibi yargılar üstünde de durulmaz. Nâzım olayı sırasında, dediği gibi, ben on üç-on dört yaşındaydım, bilemezdim de; her konuda boyundan büyük laf eden bu adam kaç aylıktı? O konudaki bilgimiz, örgüt içinde duyduklarımıza, bir de belgeye dayanır: TKP’nin, 1930’da yayımladığı İnkılâp Yolu adlı dergisinin 1-2. sayısında 25. sayfada, ‘Komintern ve Fırka Vesikaları’ bölümünde ‘Türkiye Komünist Fırkası’nın Dahili Vaziyeti’ başlığı altında altı büyük sayfa tutan bir yazıdır bu. ‘Türkiye Komünist Fırkası’nın Azalarına Komintern’in Açık Mektubu’, ‘Fırkaya Dair Tezler’, ‘Türkiye Komünist Fırkası Azalarına’ başlıkları altında durum açıklanır. Suçlamalar: ‘... İşçi hareketini parçalamak, bölmek... oportünist, satılmış, korkak, Troçkist, hafiye...’ olmaktır. TKP’nin ağır yaralar aldığı ’27, ’29 tutuklamalarının ardından sesini yükseltip yönetime karşı çıkan ‘Nâzım Muhalefeti’ne saldırıdır. İki yanın temsilcileri, Komintern’de dinlenmiş, muhalefet haksız bulunmuştur öğrendiğimiz. Marksist-Leninist oldukları savına dayanmadan Komintern’e başvurma olası mıdır? Konuşmamda geçen, ‘iki yan arasında teorik temelde ayrılık olmadığı’ savı bu gerçeğe dayanır. ‘Troçkist’ sözcüğü en etkili, en kestirme suçlama yoludur o günlerin. Çatışmanın özü üzerine başka bilgileri, belgeleri olup da açıklayacak birileri çıkarsa, sağ olsunlar; öğrenir, borçluluk duyarız.

Şefik Hüsnü’nün yakını olduğum, onunla ‘senli benli’ konuştuğum iddialarını da Yalçın Küçük kuşkuyla karşılıyormuş! (Ne yaparız şimdi?!) Doktor Şefik Hüsnü ile onun çağrısı üzerine, örgüt ilişkisi içinde yanına gittiğimde babam yaşında biriydi. TKP’nin, o günkü tek devrimci gizli muhalefet partisinin başındaki anıt gibi insandı. Hitap biçimim hep, doğal olarak, ‘Doktor arkadaş, siz’ olmuştur. Cezaevinde de ‘Doktor arkadaş’ derdik. Ne benim içten saygım, ne onun insanlarla ilişkisinde bilinen nezaketi ‘senli benli’ olmak laubaliliğine uygun düşmezdi. Anlattıklarım, olayların özüyle, içeriğiyle ilgilidir. Doğru bildiklerimi kendisine her vakit, en açık biçimde söylemişimdir. Dediklerimden, biçimsel bir yanlışlıkla, sağlıklı kişiler de böyle ters, ‘senli benli’ izlenimi almışlarsa bağışlasınlar.

 TKP ile Komintern üzerine araştırmaları olduğunu söyleyip ortaya özgün tezler atan Küçük, TKP için yaşamsal önemdeki bir tarihsel kararın Komintern’deki resmi adını ‘desantralizasyon’ sözcüğünü ilk kez duyuyor. Bu konuda ben onun bilmem nerdeki yazısından esinlenmişim! (Kırmızı atkını sevsinler!) Bakın ne diyor bir de: ‘Devlet, Aydın Üzerine Tezler’in beşinci kitabımın nitelemesiyle, iki Hikmet’i, biraz da yalnız bırakıldıkları için tepeleyebildi. Nâzım Hikmet önce, Doktor Hikmet daha sonra ve sol oldukları için TKP’den atıldılar. Bir sürüden daha kişilikli davranamayan sol aydınların çoğu, ya da tümü, kendini tasfiye etmiş TKP, iki Hikmet’in Harp Okulu ve Donanma davalarıyla uzun yıllar için hapse konmalarından çok rahatsız olmadılar ve biraz da mutlu oldular.’

 Bu keskin yargının sonuna, o dönemi yaşamış, yaşamamışlardan bir de suçlular listesi ekliyor.

 1- Ne Doktor Hikmet’in, ne Nâzım Hikmet’in aldığı cezadan namuslu kimse mutlu olmadı. TKP, resmi bir yazıyla Nâzım’ı akladı. Nâzım’ın sanatına karşı eleştiri yollu söz edenleri bile nasıl susturup sahip çıktığını Genel Sekreter Reşat Fuat’tan dinledim. Salıverildikten sonra Sovyetler Birliği’ne gidip iyi karşılanması başka nasıl olurdu?

2- Doktor Hikmet’in Parti’den atıldığı savı, ’29 Tutuklaması’nda poliste direnemeyen Laz İsmail’in, aynı soruşturmada poliste tek sözcük vermeyen Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya karşı duyduğu alçaklık kompleksiyle uydurup öç alma küçüklüğüne dayanır. Şefik Hüsnü’nün Dr. Hikmet’e olan sevgisinin tanığıyım. Dr. Hikmet’le ilgili söylentiyi yaydıkları günlerde, onunla arası pek de iyi olmayan, TKP Merkez Komitesi üyesi Ahmet Fırıncı (Dede)’ya da sordum; yanıtı şu oldu: ‘Çıkarıldı dedikleri tarihten çok sonra, Reşat Fuat, Dr. Hikmet ve ben Kurtuluş’ta bir evde Parti toplantısı yaptık. Yalan bu sözler.’

3- Yardım, destek konusunda da, o günleri hiç bilmeyen Küçük, yine bol keseden atıyor. Bugünkü ölçülere vurulamayacak kesinkes bir karanlık egemendi ülkede. Hele, yasalara komünist yargılamalarının gizli yapılması da konulduktan sonra hiçbir yerde tek satır çıkmaz, kimse olaydan söz etmeye kalkışamaz olmuştu. Basın egemen güçlerin emrinde, tek sesliydi. Sol kişiler, özellikle partililer -gerekli değilse- tanıştıklarını bile belli etmemeye özen gösterirlerdi. Küçük’ün anlayamayacağı bir şey daha var: O günkü ağır koşullarda tehlikeyi göze alarak el altından gizlice destek vermiş, yardım etmiş kişiler de bunu bugün açıklamayı küçüklük sayarlar. O günleri hiç bilmeyen birinin, ilgili ilgisiz ad sıralayarak solcuları suçlamaya kalkışması kaba bir haksızlıktır.

 Dengesini iyice yitirip yönü karmakarışık olmuş bir saldırıya karşı örnekleri çoğaltmaya ne vaktim elverişli, ne yerim. Attığı nutuklara da bakmayın; Şefik Hüsnü’ydü, Nâzım’dı, Komintern’di, yok Laz İsmail’e sövülmesiydi, aslında hiçbiri umurunda değil. Baştan da söylediğim gibi, bir marifetinin altı çizilerek kamuoyuna sergilenmesidir onu böyle çileden çıkaran. Çağatay’la konuşmamız şöyle bitiyordu: ‘... Belki asıl sorun, ne idüğü bellilerden medet umup belge devşirmeye kalkışmak, kolayca yapılabilecek sorup soruşturma zahmetine bile katlanmadan bu zırvaları yaymayı devrimci marifet saymak! Çağ atladık deniyor, bu da bizim bilmediğimiz, devrimcilikte çağ atlamak olmalı!’

Bunun yanıtı nerde?

‘Köylüce atıyor, Kemal Tahir’ce düşünüyor’muşum! (Her karşılaşmamızda siyasal tavrından, düşüncelerinden ötürü takıştığımızı cümle âlemin bildiği Kemal Tahir her şey bir yana, edebiyatımızın roman doruklarındandır. Tırnağına kurban olası.) Köylüce atmaya dayanamıyor ama polisçe atmaları yaymayı görev biliyor. Aynı ‘ne idüğü belli’ kişinin evine gidip röportaj yapıyor; onun Mit ajanı olamayacağı yollu bildirisine de hak vererek bu kırk yıllık ne idüğü belliye kefil olup aklatmaya kalkışıyor.

Bu da doğal! Tarihsel Marksist liderliğin kendisiyle başladığı kuruntusunu engelleyen her şeyi yok etme manisiyle, doğru dürüst bilmediği TKP’nin geçmişini yadsımaya varacak biçimde küçümseyen, karalayan, solun değerli kişilerine azgınca saldıran kimsenin, böyle birine yakınlık gösterip destek vermesinde şaşılacak ne var? Bu adamın da ne idüğü açık seçik belli artık, tanıyı koyabiliriz.

Kurumlar, kişiler olarak soldaki tüm değerlere yalan dolanla saldırıp çürütmeye çalışmak, namuslu kişileri, aklınca, yıldırıp alanı namussuzlara açmak, egemen güçlerin kurnazca hoşgörülerinin gölgesinde, ortalarda serseri mayın gibi dolanıp da deneyimsiz safalak gönlünü çelerek tek başına kahraman kesilmek. Yolu, bu. Yöntemi, sol içinde tipik solcu McCarthysm’dir (Azılılarından birinin zimmetine para geçirmekten cezaevini boyladığı, bir zamanlar Amerika’yı kasıp kavuran ünlü şantajcı faşist akım!) Talihsizliği, bugün roman kahramanı bile çıkmaz böylelerinden; Dostoyevski eskitti bunları. Gençlerin sırtında ihtilalcilik oynayan bu solcu McCarthist, mantarı tüketip elinde oyuncak tabancasıyla ortada kalacak bir gün ya, ne olacaksa ardına taktığı çocuklara olacak...

‘Burada duruyorum,’ diye bitiriyor yazısını, inanmayın, duramaz! Sadi’nin ünlü bir beyti vardır, pek kullanırdı eskiler: ‘Niş-i akrep ne ez reh-i kinest mukteza-yı tabiateş inest.’ Akrebin sokması kötülüğünden değil, doğası gereğidir, anlamına gelir. Doğayı burada, sol için yüklendiği, sosyo-politik McCarthist görev diye alacaksınız.

Biz yaşlandık, bir gün gideceğiz. Düşünüyorum da, kuşaklar boyu katlanılan acılar, alan, namuslu devrimcilerin daha sağlıklarında, mezarlık müdürlüğüne kalkışan bu “çağ atlamış devrimci”lere bırakılsın diye çekilmedi herhalde...

Burnunuzu tıkayarak başınızı çevirmek yerine herkes sevabına bir taş atsa kuruyup gidecek bir çirkefi kokuşmaya bırakmak, ne dersiniz, daha mı doğru?”