Diyarbakır’ın orta yerinde, 1925’te Şeyh Said’in asıldığı alanda, Dağkapı Meydanı’nda gerçekten bir ucube heykel var. Bir Atatürk heykeli. İki öğrencinin elinden tutmuş, sarı renkte bir heykel.
Ucube heykeldekinin Atatürk olduğundan emin olamadığım için meydanı boydan boya geçtim, yakından göreyim diye. Bunca zamandır Diyarbakır’a gelip giderim, hiç dikkat etmemişim.
Heykelin dibine sokulup, baştan aşağı süzdüm. Atatürk idi. Ucube bir heykel ve Atatürk. Tabii ki ucubeliğinden ötürü kimse yıkamaz, yıktıramaz onu. Ucube de olsa Atatürk heykeli o.
Hem Şeyh Said’in asıldığı meydanda mümkün mü, ucube gerekçesiyle de olsa, daha iyisini yapacağız dense de, bir Atatürk heykelini yıktırmak. Değil. Olmaz.
Dağkapı’ya heykel tetkikatı yapmak için gitmemiştim. Gittiğim vakit gördüm. Tümüyle rastlantı. 

Sivil cuma namazı
‘Sivil cuma namazı’nı görmeye gittim. Kim katılıyor? Ne kadar kişi katılıyor? Kürtçe ezan diye bir şey yok, elbette. Ama hutbe Kürtçe idi. Biraz daha öğrensem dili, hutbenin tümünü anlayabilecekmişim. Epey bir bölümünü anladım. Gayet dini içerikliydi. Güncelle bağlantı kuran.
‘Sivil cuma’ların hutbeleri de, Diyanet’in ‘merkezi’ kararla gönderilen hutbelerinden daha iyi oluyor anlaşılan.
Meydan da bayağı kalabalıktı. Zaten, her Diyarbakır’a gidişimde mutlaka yerine getirdiğim Dağkapı-Mardinkapı arasındaki, Hançepek önünden, Balıkçılarbaşı’ndan geçen yürüyüşümü yaparken, yolumu kesen kimisi takkeli ya da sakallı çok sayıda insan, ayaküstü sohbet sırasında cumaya gittiğini söylemişti. Kalabalık olacağı anlaşılıyordu.
Dağkapı Meydanı’ndan ayrıldıktan sonra, belediyenin önünde biri kesti yolumu. İlahiyatçıymış. Hal hatır sordu. “Cumaya mı gidiyorsunuz” diye sordum; onaylayınca, “Ben de oradan geliyorum” dedim. “Ama ben ‘sivil cuma’ya gitmiyorum” deyince fark ettim, iki tür cuma olduğunu. Biri camide kılınanı, diğeri meydanda. Belki de asıl sorulması gereken şu: Ucube bir Atatürk heykelinin önünde, cuma namazı kılınması caiz mi? Cevabını bilmiyorum.
Diyarbakırlı dostlardan ‘örgüt’ün ‘sivil cuma’ için bastırmadığını, bu yönde bir kampanya yürütmediğini öğrendim. Haftalar önce yapılan çağrıya, insanların önemli bir bölümü uymuş. Kendiliğinden oturmuş ‘sivil cuma’; baktım, gidenlerin ezici çoğunluğu cami cemaati. Mütedeyyin insanlar. 

Başbakan’ın yanlışları
Başbakan’a yanlış bilgi verilmiş yani. Zaten galiba Başbakan, Diyarbakır ve Kürtler hakkında her şeyi yanlış öğrenmiş. Örneğin, kepenk kapatma şeklindeki protestolardaki ‘gönüllü’ katılımı da bilmiyor. Baskıyla kapatıldığını sanıyor. Ya da seçim rekabetinin ateşi içinde öyle sunmayı ‘taktik’ bir gerekçe haline getiriyor. Bilmiyorum.
Diyarbakır’a ilişkin bildiğim, seçimden 48 saat önce geldiğimde, bir kez daha sınadığım bilgim, Başbakan’ı bölgede savunmanın giderek zorlaştığı ve hatta imkânsızlaştığı bir mecraya girilmiş olduğu.
Buna en büyük katkıyı Başbakan’ın kendisi yaptı. Devlet Bahçeli ile uzun süredir giriştiği ‘milliyetçilik’ yarışında, aksi halde Diyarbakır surlarının üzerine yerleşebilecek itibarı sürekli irtifa kaybediyordu. Ama bu ‘milliyetçilik’ yarışının son virajında yaptığı ‘atak’, korkarım, inanılırlığı ve Diyarbakır insanındaki güvenilirliğini yerle bir etti.
Şu ‘Abdullah Öcalan’ın idamı’ konusunda söyledikleri. 2007 seçim kampanyasının en çirkin tabloları, Devlet Bahçeli’nin idamı simgeleyen yağlı urganı, miting kürsülerinde yere fırlatması ve ‘Öcalan’ın idamı’nı Türkiye’nin gündemine geri getirmesiydi.
Başbakan, seçime doğru şu son virajda, Bahçeli’ye ‘milliyetçi’ yönden vurma uğruna, 2007’de Bahçeli’nin yaptığının da ötesine geçti.
Şu sözlerinin Diyarbakır’da, bölgede ve Türkiye’de ‘demokrat ruh’un egemen olduğu her yerde pek unutulabileceğini sanmıyorum:
“İmralı’dakiyle ilgili ceza kesinleşti. Nedir bu ceza? Ağırlaştırılmış müebbet hapis. AK Parti bunun üzerinde asla oynamaz. Tayyip Erdoğan sağ oldukça, böyle bir şeye müsaade etmez. Ancak bir şey daha var. İdam Türkiye’de kalkmadığında ABD geldi, Öcalan’ı teslim etti... İdamın ertelenmesine karar verildi. O zaman bunu sumenaltı yapmasaydınız bu iş çoktan bitmiş olacaktı. O anda koalisyonda olsaydık uygulanması gereken cezayı uygulardık. Ya idam edilirdi ya da istifa ederdik, çekilirdik.”
Kral FM’de önceki gün söylenmiş bu talihsiz sözleri, gece ATV’de de devam ettirdi ve işin içine ‘şehit aileler’i ve ‘intikamcı zihniyeti’ de soktu:
“... Bunun ertelenmesi neticesinde de o zaman teröristbaşı bundan kurtuldu ve şu anda millet ondan kurtulamadı. Ama böyle bir olayda Türkiye’nin beklentileri vardı, bütün şehit ailelerinin beklentileri vardı. Şehit ailelerinin beklentileri bu kadar ucuza satılmamalıydı. İşte o günün kararı bugüne böyle yansımış vaziyette.”
Böyle bir zihniyetin, bu yaklaşımın doğal sonucu, AK Parti’nin idam cezasını geri getirebilecek bir parlamento çoğunluğu elde etmesi halinde, idam cezasını geri getirmesi ve Abdullah Öcalan’ı asması olacak.
Olacak şey mi bu? 1999’da yapılmayan, 1999’dan 2002’ye, Ak Parti’nin iktidarına kadar yapılmayan, 2002’den bu yana AK Parti iktidarı döneminde yapılmayanı, 2011’den sonra, ‘Türkiye 2023’e doğru yapmanın bir anlamı, gerekçesi var mı?
Yok. Öyleyse niçin böyle konuştu Başbakan?
Buna ‘seçim gereği’ desek, böyle bir ‘seçim gereği’ olabilir mi? 

Türkiye için riskli gelecek
Başbakan’ın ‘pragmatik’ siyasi kişiliğini biliyoruz. Ama sözlerini bu noktalara vardırdıktan sonra, 12 Haziran’dan sonra makarayı nasıl geri sarabilecek?
O kadar yaydı ki filmi; öylesine düğümler attı ki, makarayı geri sarabilmeyi çok zorlaştırdı.
Ayrıca, sarmak istiyor mu; onu da bilmiyoruz.
Diyarbakır’da son söyleminin oluşturduğu burukluğu ve can sıkıntısını hissettim. “Hakkâri’de kötü karşılanması ve kepenklerin indirilmesi üzerine, tüm Kürtleri kafasından silmesi ve böyle intikamcı bir duyguya kapılması kabul edilemez. O, Başbakan” diyorlar.
Biliyorum, Başbakan, ‘getirilen hizmetler’den, “Kürt meselesini ret, inkâr ve asimilasyondan çıkarttığını’ vurgulayarak ‘Kürt kardeşlerini’ kafasından silmesinin söz konusu olamayacağını söyleyecektir.
Son söyleminden sonra, bu sözlerinin en azından Diyarbakır ve geniş çevresinde bir karşılığı olmadığını ise ona kimse söylemeyecek herhalde. Oysa, ne yazık ki öyle.
Son söylemini, seçim sonrası politikaya dönüştürürse, bölgenin ve dolayısıyla Türkiye’nin geleceği ‘risk’li olacak. Suriye’deki gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde hayli ‘riskli’ olacak hem de.
Seçim sonrasına dönük olarak, Diyarbakır’da bunun böyle olacağını daha net biçimde görebiliyorum.
Bana ‘balkon konuşması’ umudu ve beklentimi hatırlatacaklar için şimdiden söyleyeyim:
Mucizeler olmaz değildir ama bir ‘balkon mucizesi’ni şu gün beklemiyorum.