İşte Sibel Oral'ın bugünkü radikal.com.tr'de yayımlanan yazısı:
 
“Böyle bir bölgede Silahlı Kuvvetler bu Ahmet midir, Mehmet midir bilemez ki? Uludere için, ‘Hatadır,’ dedik, kaç kere diyeceğiz. Otomata mı bağlayacağız...” dediler.

“Her olay karşısında özür dilensin, dilenmesin olayı buralara getirmeyiniz (...) Bir ihmal ve hata varsa şahsen özür dilerim ama resmî bir özür dilenmesini beklemek yanlış olur. Ölenlerin ailelerine tazminat ödenecek. Tazminat ödenmesi birkaç gün içinde gerçekleştirilecek...” dediler.

“Bu hayatını kaybeden vatandaşlarımız kaçakçılık yaparken hayatlarını kaybettiler. Sağ yakalansalar kaçakçılıktan yargılanacaklardı. Daha ağır bir sonuç olunca yargılanamaz duruma gelip hayatlarını kaybedince kaçakçılık olayı gölgede kaldı...” dediler.

Düşünün, öldürülmeselerdi kaçakçılıktan yargılanmaları gerekirdi, öldükleri için yargılanamıyorlar ve tabii bu arada kaçakçılık suçları da gölgede kalıyor. Mantıksız mı diyelim, saçma mı, hangi sözcükleri kullanıp mantıklı bir cümle kuralım bu açıklama karşısında? Yıllardır “terörle mücade”le eden bir devletin gerilla ile sivili (ki yanlarında 50’ye yakın katır var) ayırt edemeyip biz onları terörist sandık vurduk açıklaması kadar mantıksız.

Ve devam ettiler demeye;

“Ölenler arasında silahlı militanlar vardı.”

“Operasyon hatası” dediler, “Teröristler” dediler, “Silah taşıyorlardı” dediler, “yanlışlıkla” dediler.

Oysa ki “Silahlı militanlar yoktu”, “Operasyon hatası” değildi, “Terörist” değillerdi, “Silah taşımıyorlardı”, asıl yanlışlık buydu. Bunun böyle olduğunu gördük.

“Unutursak kalbimiz kurusun” dedik. Unuttuk. Günlerce, aylarca dedik, haftaları, ayları yılları saya saya dedik ama unuttuk. Kalbimiz kurudu; kurudukça içe çekildi, küçüldü. Küçülen, yok olmaya yüz tutmuş kalplerimizle bugün de aynı o yıl yaptığımız gibi doğuda top atışları yapılırken anlamadan, anlamak istemeden durup bakıyor ama görmüyoruz. Dört yıl geçti. Dolu dolu dört yıl. Öldürülen sivil yurttaşların cesetleriyle, havan mermileriyle, topla, panzerle, cenaze kalabalıklarıyla dolu dört yıl...

“Unutursak kalbimiz kurusun” demiştik ya, o gün öldürülen insanların parçalanmış bedenlerinin üzerine Ankara’dan, Cizre’den, Şırnak’tan, Diyarbakır’dan başka insanların ölü bedenlerini yığdık. Onları da unutacağız, fıtratımızda bu var. Oysa unutmamız için tüm şartlar tastamamdı.

“Katliamlar batı tarafında da devam edecek”
“Ne istiyorsunuz” diye sormuştum Roboskî’de akrabalarını kaybetmiş genç bir kıza; “Şu an tek isteğimiz bu katliamı yapanların cezalandırılması. Bu vicdansızlar ellerini sallayarak bu ülkede gezdikleri sürece bu katliamlar yine devam edecek. Sadece burası değil, Batı tarafında da...” diye devam etmişti. Oldu. Batı tarafında da oldu. Çünkü “Barış” dediler, çünkü “Edi Besê” dediler, çünkü “Halklar kardeştir” dediler. Ama onlara da aynen Roboskî’de olduğu gibi “Ne işleri vardı orada” dendi. “Oyuncak götürüyorlardı” yanıtı “Yeniden kuracaklardı” yanıtı, “Barış istiyorlardı”, “Suruç canlarını çok yakmıştı” yanıtı yeterli ve açıklayıcı gelmedi. Nedense yeterince açıklayıcı olamayan bir barış isteği var bu ülkede.

Roboskî Katliamı; Sur’un, Cizre’nin, Silvan’ın, Nusaybin’in başlangıcı, bugün gelinen çatışma sürecinin habercisiydi. Çözüm sürecinin kanla ve etle kör olmuş bir düğüm olduğunun kanıtıydı ki katliamdan sonra bile, daha topraktaki çocukların kanı kurumadan bölgeye mayın döşemeye devam ettiler. Kürt halkından başka kimse de çıkıp yüksek sesle itiraz etmedi; bu nasıl çözüm, bu nasıl müzakere süreci? Türkiye medyası bu katliamı ilk yılında istediği gibi evirip çevirip sayfalarına taşırken sonraki yıllarda görmezden gelmeyi tercih etti. Katliamın birinci yılında “Allah’a şükürler olsun ne televizyonda ne gazetede Uludere’yi görmedik” bile dediler. Bazı köşe yazarları 2011-2012 yıllarında çalıştıkları/yazdıkları gazetelerde bu katliamın hesabını sormaktan çekinmezken iki yıl sonra Roboskî’yle ilgili yazanları çözüm sürecini baltalamakla suçladı. E, ne de olsa onlar da artık iktidarın kalemleriydi, kuracakları en afili cümle “Roboskî edebiyatı yapmayın” olacaktı. Türkiye medyası Roboskî’de de 90’larda olduğu gibi özünden hiçbir şey kaybetmeyerek katliamın suç ortağı olmayı sürdürdü.

Roboskî’den sonra bize ne oldu?
Unuttuk diyorum ama düşünüyorum da nasıl unuttuk? Sonra ne oldu da unuttuk? Hiçbir şey olmadı mı? Evler taranmadı mı, siviller öldürülmedi mi? Cizre’de, Silopi’de, Sur’da, Nusaybin’de, Silvan’da son birkaç aydır süren çatışmalar, yaşam hakkı ihlalleri... Hadi bırakalım doğuyu, gelelim Ankara’ya... Gelelim Suruç’a... ve sonrasında olanları; yayın yasaklarını, takipsizlikleri, mecliste reddedilen önergeleri...

Devlet Roboskî’yi unutmamamız için her şeyi yaptı. Kanımızı kuruttu da, dondurdu da... Taybet Ana’nın cesedi sokakta günlerce bekledi, kanı kurudu. Cemile Çağırga’nın cesedi derin dondurucuda dondu. Devlet Roboskî’yi unutturmamak için her şeyi yaptı.

Fırat Elma, Davut Nas, Nihat Kazanhan, Sait Nayici, Bünyamin İrci, Orhan Aslan, Mazlum Turan...Bu isimler Cizre’de bu yıl öldürülenlerden sadece birkaçı.

Roboskî’de öldürülen Erkan Encü gibi, Salih Ürek gibi, Zeydin Encü, Osman Kaplan, Selam Encü, Celal Encü, Şivan Encü, M. Ali Tosun... 34, 52, 100 rakam değil, insanlar... Bu insanlar bize ne yaptı? 9 yaşında üç kurşunla öldürülen Helin Şen bize ne yaptı? Tahir Elçi, Roboskîli ailelerin, faili meçhullerin avukatı Tahir Elçi, göz göre göre öldürüldü. Roboskî dâhil biz bütün bu katliamlar karşısında ne yaptık, ne yapıyoruz? Ferhat Encü “Keşke Kürdistan’da da Gezi Parkı olsaydı” derken haksız değildi, Silvan’dan “Ağaç dersem çık, Silvan dersem çıkma”, “Bir ağaç kadar değerimiz yok,” diyen o genç haklıydı. Ülkenin batısı doğudaki katliamlarda kolektif bir şekilde örgütlenip hareket edemedi. Birbirimizi ayırmadan birbirimizi parçalamadan, lime lime etmeden yaşayamıyoruz. Ölene, öldürülene insan diye değil, çocuk diye değil; Kürt diye bakıyoruz. Cizreli diyoruz, Hakkârili diyoruz... “Barış” diyemiyoruz ağız dolusu, ama inanarak ama gerçekten dirençli bir şekilde savaşı isteyenlerin üzerine yürüyerek...

Hiçbir şey yapmıyoruz. Gerçeği görüyoruz, hakikati biliyoruz ama hiçbir şey yapmıyoruz.  Roboskî Katliamı ile ilgili araştırma yaparken biraraya gelip konuştuğum Mithat Sancar şöyle demişti: “Roboskî’nin gerçekliği katledilen insanlardır, uçaklardır, bombalardır. Hakikati ise, bunun ruhlarda açtığı yaralar, algılarda yarattığı dalgalar ve hayatın ritmine yaptığı etkidir. Roboskî’nin hakikatini anlayabilmek için, hem katledilen insanların yakınlarının, hem o yörede yaşayan insanların, hem bu ülkede yaşayan Kürtlerin, hem de sınırın öte yakasındaki Kürtlerin ruhlarını görmek ve duymak lazım.”

Bugün geldiğimiz noktada, dört yılda olup biten her şeyi göz önünde bulundurduğumuzda bunun hem batıda hem de devlet tarafında imkânsız hale geldiğini görüyoruz. Değil Roboskî’nin, Kürt halkının yaşadığı gerçekliği de hakikati de görmüyoruz.

Roboskî devam ediyor...
Bana Roboskî Katliamı’nın dördüncü yılında gelinen süreci yazar mısın, diye sordu gazeteci arkadaşlarım. Yazarım dedim, uzun uzun düşündüm. Uzun uzun unuttuğumuzu gördüm. Roboskî bugün Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de, Silvan’da devam ediyor... Bugün bu satırları çatışma bölgesine yakın bir yerden yazıyorum. Arka mahallemde Roboskî devam ediyor, iki arka masamdan yükselen sözcükler: faşizm, faili meçhul, devlet, barış, Ortadoğu...

Bu günleri unutamayın...