Siyaset Bilimci, Nuray Mert diken.com.tr sitesindeki köşesinde bugün çok bilindik bir fıkra ile "iktidar yanlısı kalemler ve hala ortalarda ‘tarafsız demokrat aydın’ diye geçinen bazıları" dediği bir kısım yazarı sert bir şekilde eleştirdi.

"Söz konusu ettiğim portrelerin hiçbiri muhafazakar siyaset çevresinin mensubu değil. Bu da önemli çünkü bu laf cambazlıklarını çoğunlukla, ilk bakışta çok derin, ama biraz kurcaladığınızda son derece sığ bir ‘muhafazakarlık miti’ üzerine inşa ediyorlar" diyen  Mert’in Diken’deki yazısı şöyle:

İçinde bulunduğumuz hali çok iyi anlatan bir fıkra vardır. Bugünlerde tekrar tekrar aklıma düşüyor.  Eminim pek çoğunuz biliyorsunuzdur ama ben yine de en iyisi bir kez daha paylaşayım.

İki eski arkadaş yıllar sonra karşılaşmış. Hal hatır sorduktan sonra biri diğerine, “Senin cin gibi bir kızın vardı, ne oldu, okudu mu, şimdi ne yapıyor?” demiş.

Adam hemen anlatmaya başlamış; “Yok” demiş, “Okumadı ama, bir şirkette küçük bir işe girdi. Şefi hemen değerini kavradı, maaşını artırdı. Sonra patronunun da gözüne girmeyi başardı, öyle ki patron onu kendi bölümüne aldı; çalışmasından o kadar memnun kaldı ki, maaşını daha da artırdı, hatta araba aldı. Sonra patronunun bir arkadaşı, başka bir şirket sahibi, benim kızı kendi firmasına transfer etti, daha yüksek maaşla üstelik.  Ev de aldı. Sonra daha fazla yorulsun istemedi, artık işleri evden yürütüyor benim kız.”

Sonra dönüp aynı soruyu o diğerine sormuş: “Eee, senin kızın ne yapıyor?”

Adamcağız da şaşkınlık içinde, “Benim kızım da kötü yola düştü, ama ben senin kadar güzel anlatamıyorum” diye cevap vermiş.

Bir Rus, bir Çinli duysa…

Şimdilerde bazı ‘siyasi analizler’ de bu noktaya geldi. Özellikle son bir yıldır yaşadıklarımızı iktidar yanlısı kalemler, ama en tuhafı, hala ortalarda ‘tarafsız demokrat aydın’ diye geçinen bazıları öyle anlatıyor ki bir Rus, bir Çinli, bir Sri Lankalı ve benzerleri duysa, “Bizim ülkemizde de otoriter rejim var ama biz sizin gibi güzel anlatamıyoruz” demesi işten değil.

Geçtiğimiz günlerde Çin’de de Tiananmen Meydanı Direnişi’nin 25′inci yılı baskı altında kutlanamadı. Bizde ‘Gezi olayı’ birinci yılında gazla, sopayla ‘kutlandı.’ Çince bilmediğim için onlar durumu nasıl takdim ettiler bilemiyorum ama bizimkiler kadar mahir olduklarından şüphem var.

Pişkinliğin, küstahlığın ötesi

Otoriter siyasetler klasik olarak kendilerini, ‘güvenlik, dış düşman, devletin şefkati’ gibi tezlere savunur. Ama bu devirde olan bitene ‘halk ihtilali’ demek, bu konuda gerçekten çok yol aldığımızı gösteriyor.

İngilizce’ye son yıllarda yerleşen, Yidişce bir kelime var: ‘chutzpa.’ Bu kelimeyi biz de sözlüğümüze katsak çok iyi olacak; zira bu kelime pişkinlik/küstahlık anlamlarını içeriyor ama ondan daha ileri bir merhaleye işaret ediyor, bize çok lazım.

Skandallar büyüdükçe, kabiliyetler zorlanıyor

Bizim ülkemiz, bu açıdan ne hazineler barındırıyormuş meğer, skandallar büyüdükçe, kabiliyetler zorlanıyor.

Zamanında AKP’nin 2002 seçim başarısını ‘yanlış seçim’ diye içine sindiremeyen, ama hızla ‘demokratlaşan’, iki lafından biri Foulcault, diğeri Baudrillard olan biri, bakın 17 Aralık için ne diyor: “Başbakan Erdoğan’ın kişisel gücü ve iradesiyle, kendi tabanını mobilize ederek krizi bir seçim başarısına dönüştürmesi bir zaferdi, karşısında eğilip susmak gerekirdi.”

Foucault ile yorma o kafayı, koyver gitsin

Siyasi gücü, ‘hesap verebilirlik’ ilkesinin baskılanması yönünde kullanmak ne zamandan beri karşısında susup oturmayı gerektiriyor; veya hangi dünya görüşüne göre diye sormak boşuna. Onun yerine, “Birader, demokratik siyasetin işleyişinin en temel kurallarına boşvermeye bu kadar hazır bir kafayı neden Foucault ile filan yoruyorsun, koyver gitsin?” demek daha doğru.

Soma faciası ardından ana muhalefetin, iki hafta önce verdiği önergeyi iktidar partisinin reddetmesi gündeme gelince, bir profesör hanım imdada yetişiyor, “Bu konuyu Meclis gündemine getirenler çözümün buradan çıkacağını umarak mı yapmışlardı, bilmek kolay değil. Kaç yaşamsal konu meclis soruşturmalarıyla sonlanıp toplum vicdanına değen kararlara dönüştü?” diyor.

Sahi ne okudun?

Ona da, “O halde Meclis’i de kapatalım, boşuna yer işgal etmesin” demek yerine, “Hanım, madem siyasete dair algın bu noktaya varacaktı, neden kendini yorup onca zaman okuyup yazdın, sahi ne okudun?” demek lazım ama demeyelim, geçelim.

Maksadımız kimseyi kırmak değil, bir dönemin resmini çizmeye çalışmak. Aynı olaya ilişkin olarak, herhalde yeryüzünün en katı anlayışlı liberali olan bir başka profesör, “Kömür madeni kazalarında ölen insanların sayısı mesela trafik kazalarında ölen insanların sayısı ile karşılaştırıldığında çok daha azdır” diye yazabildi. Ona bir şey demek içimizden gelmiyor.

‘Baskın kişileşme’ kurnazlığı

Sonra, ‘diktatörlük zırvalıkları’na isyan eden bir demokrat aydının, hafiften eleştirellik adına icat ettiği ‘baskın kişileşme’ kavramı nasıl bir zeka ürünüdür? Arkasında sırıtan kurnazlığa bakar mısınız; hem ‘baskın kişi’ kızdırılmayacak, hem ona ‘diktatör’ deme küstahlığına dur denecek.

Sonra baskın kişiye kavramsal bir iltifatla yola devam ediliyor; “… ortada lider merkezli kararlılık ve cesaret üzerine oturan bir yol açma, buz kırma işlevi var” buyuruluyor. “Sevgili kardeşim, ‘lider merkezli kararlılık ve buz kırma’ meselesi her otokrat için geçerli. ‘Bazen ilerleme için otokratik liderliğe gerek vardır’ diye düşünüyorsanız, bunca yıl Kemalizmi niye eleştirdiniz?” dememek mümkün mü?

Sıradan ve hazin portreler

Bunlar içine düştüğümüz halin sıradan ve hazin portreleri… Bunu bir girizgah olarak yazmadan edemedim. 

Söz konusu ettiğim portrelerin hiçbiri muhafazakar siyaset çevresinin mensubu değil. Bu da önemli çünkü bu laf cambazlıklarını çoğunlukla, ilk bakışta çok derin, ama biraz kurcaladığınızda son derece sığ bir ‘muhafazakarlık miti’ üzerine inşa ediyorlar.

Asıl tartışılması gereken konu bu, gelecek sefere kaldığım yerden devam ederim. (gazeteciler.com)