Sosyal medyadaki paylaşımları gerekçe gösterilerek 30 Nisan tarihinde gözaltına alınan İMC TV Haber Müdürü Hamza Aktan, savcılık ifadesinin ardından tutuklama talebiyle sevk edildiği nöbetçi mahkemece adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştı. 

İMC TV Haber Müdürü Hamza Aktan, yaşadıklarını “Adli kontrolle gazetecilik...” başlığıyla T24‘e yazdı:

Yaralanan insanlar genellikle yaralanma anında acı hissetmediklerini söyler. Yara çok taze ve sıcak olduğundan acısı da henüz bedene yayılmamıştır. Kimisi o anda bayıldığı için de acıyı hissetmez. Ama çoğunluk o yaralanmanın acıları ve olumsuzluklarıyla bir süre sonra baş başa kalır. Türkiye son 9 aydır böyle bir yaralanma sürecinden geçiyor. Tek tek insanlar yaralanmaların etkilerini hissetmeye başladı, ancak ülkenin tamamının bu şokun yansımalarıyla yüzleşmesine daha vakit var gibi. Bu sürecin biraz daha zaman alacak olması Türkiye’ye nasıl bir yaralanma yaşadığını söyleyenlerin iyice azalması, var  olanların susturulmaya çalışılması, kimisinin de bu yarayı gizlemesinden kaynaklanıyor. Britanya’nın 1. Dünya Savaşı dönemindeki başbakanı David Lloyd George’un dediği gibi, “İnsanlar sahiden gerçekleri bilseydi, savaş yarın durdurulurdu.” Ancak insanların sahiden gerçekleri bilmesinin önüne geçmek için 90’larda olduğu gibi şimdi de her yola başvuruluyor.

Geçen yılın 24 Temmuz’undan bu yana yaşananlar Türkiye tarihi kadar Türkiyeli Kürtlerin tarihinde de kolay kolay unutulmayacak bir dönemi ifade edecek. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki veya Osmanlı’nın son dönemlerindeki hiçbir Kürt isyanında şu son bir yılda yaşadıklarımızın kapsam ve ağırlığında bir süreç yaşanmadı. Cizre, Nusaybin, Silopi, İdil, Sur, Yüksekova ve Şırnak başta olmak üzere onlarca kentte yaşanan yıkım ve tahribatın boyutları savaşan iki tarafın bile tahayyüllerinin ötesinde bir noktaya vardı. Bu süreçte gazetecilere bırakılan tek seçenekse 90’ların Anadolu’dan Görünüm veya Perde Arkası versiyonlarının HD halini çekmek oldu. Bu teklifi kabul etmeyenlere neler yapıldığıysa artık sıradan bir Brezilyalının dahi bilgisi dâhilinde.

Buradan bakınca on yıllardır gazeteciler, hak savunucuları, siyasetçiler, tabii en başta da on binlerce Kürt’ün başına gelen yargı felaketleri karşısında benim 30 Nisan’da yaşadıklarım bahse değer değil aslında. 6 Mayıs Cuma günü gazeteci Can Dündar’ın gözlerimizin önünde, iki-üç metre ötemizde suikast girişimine maruz kalması karşısında artık söyleyecek pek fazla sözün kalmaması gibi. Yine de ilerisi için bir not düşmek, en temel, sıradan gazetecilik faaliyetinin nasıl kriminalize edilmeye çalışıldığının bir başka ve yeni örneği olarak hakkımdaki soruşturmayı ve tabii bir ön cezalandırma olarak gözaltına alınma sürecimi paylaşma ihtiyacı duyuyorum.

GÖZALTI

30 Nisan Cumartesi sabahı saat 05:30’da İstanbul’daki evimin kapısı daha önce hiç vurulmadığı bir gürültü ve sertlikte çalındı. Yataktan fırlayıp kapıya koştum, “kapıyı aç, polis” bağırtıları arasında kapıyı açtım. Yüzleri maskeli, ellerinde uzun namlulu silahların olduğu polislerin “yere yat” komutu üzerine yavaşça oturdum, hemen içeri giren polisler hızla evin içine dağıldı. Yüzü maskeli polislerden biri bana mahkeme kararını gösterdi, uyku sersemliğiyle okumaya çalıştım, “örgüt propagandası” vs gibi şeyler gözüme çarptı, “peki” dedim. Polisler içeride arama yaparken beni salondaki koltuğa oturttular. Kendilerine “zili çalsaydınız da kapıyı açardım, telefonla arasaydınız gelir ifade verirdim” dedim, “yapmışsındır bir şeyler” demekle yetindiler. Sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı kentlerle ilgili bir rapordan sayfalar masanın üzerindeydi, önce onu sordular, anlattım. Yarım saatten fazla süren ev aramasında her yere baktılar, gözlerine ilişen kitap veya kağıtları gelip sordular, bir tek “Kürt Gerçeği” isimli, Kürtlerin bir millet olmadığını, Türklerin bir boyu olduğunu kanıtlamaya çalışan kitabı merak etmediler. İki bilgisayarım, cep telefonum ve flashdisk’ime şifrelerini de tek tek alarak el koydular. Sonra evden çıktık, önce Haseki Devlet Hastanesi’ndeki muayeneye, ardından Vatan Emniyet Müdürlüğü’ndeki nezarethaneye götürdüler. Herhalde şanslı bir Kürt/gazeteci olduğum için ilk kez 33 yaşında nezarethaneyle tanıştım. Öğle saatlerine kadar uyumaya çalıştım, olmadı. Bir polisin “şurada kitaplar var” deyip yönlendirdiği dolaptaki 20’ye yakın kitaptan “Kara Kitap’ın Sırları”nı aldım. Orhan Pamuk’un 33 yaşındayken yazmaya başladığı Kara Kitap’ı nasıl yazdığını anlattığı çalışmasını hayli uykusuz olduğum için sadece resimlerine bakarak okumaya çalıştım, çok güldüğüm notlarıyla karşılaştım. Öğle saatlerinde avukatlarım Dilan Öğüz Canan ile Zeynep Ceren Boztoprak da vardığında polis ifadesine başladık. Dosyayı önceden gören avukatlar konunun geçen yıl attığım tweet’ler ve bazı retweet’ler olduğunu söyleyince daha da şaşırdım.

9 tweet’ten sorgulanıyordum. 4 tweet benim yazdıklarımdı, 5’i de retweet ettiklerimdi. Polis sorgusunda bu tweet’leri ne amaçla yazdığım, 4 gazeteci arkadaş ile Conflict News sitesine ait bir tweet’i neden retweet ettiğim soruluyordu.

'TWEET’LER


İkinci tweet 11 Eylül 2015 tarihli. O gün BBC, Cizre’deki sokağa çıkma yasağıyla ilgili Avrupa Konseyi’nin açıklamasını “Turkey ‘must ensure access’ to besieged Cizre, says Council of Europe” (Avrupa Konseyi, Türkiye’nin abluka altındaki Cizre’ye girişe izin vermesi gerektiğini söyledi) başlığıyla haber yapmış, haber metninin altına da “Şu an Cizre’de misiniz, son birkaç günde neler yaşadınız” diye sorup Cizrelilerden görüş ve bilgilerini kendileriyle paylaşmalarını istemişti. Ben de bunu Twitter’da “BBC, şu an Cizre’de olanlardan görüntü ve bilgi varsa kendileriyle paylaşmalarını istiyor. İletişim bilgileri şöyle” yazarak sözkonusu haberin sayfasını paylaştım. Polis bu tweet’i “BBC’ye istihbarat sağlama, dış basında kamuoyu oluşturma çabası” olarak yorumlayıp bunu neden yaptığımı sordu. Önce BBC’nin nasıl bir haber kuruluşu olduğunu anlatmaya çalıştım, ardından paylaşma sebebimi izah ettim.

Üçüncü tweet, 19 Eylül 2015 tarihli. Burada da “90’ların ne çirkinliği varsa bir bir uygulanıyor. İçişleri Bakanı Altınok, 5 bine yakın korucu alınacağını duyurdu” diye yazmıştım. Polis bunu yazmamdaki amacı sordu, ben de anlattım.

Dördüncü tweet 2 Ekim 2015 tarihli. Burada da “Kürt kentlerinde OHAL var. Hergün insanlar öldürülüyor, neler yaşandığı gizleniyor. Ve biz haber almak için aa’ya, star’a mahkûm ediliyoruz” diye yazmıştım. Polis bu tweet için de “halkı devlete karşı kışkırttığım” suçlamasını yöneltti, bense son süreçte bilgiye-habere ulaşma imkânlarının iyice zayıflatıldığını, tweet’i de mevcut durumun bir eleştirisi olarak yazdığımı anlattım. 

Sorguya konu edilen diğer 5 tweet gazeteci arkadaşlarımız Zehra Doğan, Nurcan Baysal, Mutlu Çiviroğlu ve Bekir Güneş ile Conflict News sitesinin birer tweet’iydi. Bu 5 tweet’i de neden retweet ettiğimi tek tek anlattım, tümünün de birer gazetecilik faaliyeti çerçevesinde olduğunu belirtme ihtiyacıyla.

Bir ülkede siyasal, sosyal veya entelektüel alanın bilinçli olarak daraltılması o alanlarda olmayan veya oraya müdahale hakkı olmayan aktörleri her türlü müdahaleyle birlikte o alanın birer doğal üyeleriymiş gibi özneleri haline getirir. Tıpkı bugünlerde yazdığımız sıradan haber-eleştirilerin polis editörlüğüne açılması gibi. Medya eleştirisi veya “sorgusunun” gazeteciler, iletişim fakülteleri veya akademilerden alınıp polise devri, işte böyle niyet okumaya kadar varacak bir ifade-basın özgürlüğüne yönelik müdahaleyi beraberinde getiriyor. Polis artık somut olarak önünde duran metni bile aşıp yeni metin veya anlamlar üretebiliyor, bu metni yazan kişinin niyetini sorgulayabiliyor. Bu niyet okumayı da gazeteciye hayatı zindan edecek bir suça kılıf olarak kullanma saikiyle yapıyor.

Polis sorgusunun ardından savcılığa çıkarılmak üzere Bakırköy Adliyesi’ne götürdüler. Savcının polisteki ifademi yeterli görüp serbest bırakılmamı isteyeceğini sanıyordum. Ancak tam tersi oldu, savcı ifademi almaya bile gerek görmedi, polisteki ifadelerimi de serbest kalmam için değil, tutuklanmam için yeterli gördü ve bu taleple de mahkemeye sevk etti.

HÜKÜM

Hâkimlikteki ifademde de tekrarla gazeteci olduğumu, suçlamalara konu edilen ifadelerin gazetecilik faaliyeti kapsamında olduğunu vurguladım. Beni savunmaya gelen 4 avukat arkadaşımız da aynı vurgularla savunmalarını yaptı. Neyse ki hâkim, savcı gibi düşünmedi, adli kontrol şartıyla serbest bırakılmama karar verdi. 15 günde bir polis karakoluna gidip imza vermem gerekeceğini, imza atmamam durumunda bunun tutuklanmama yol açacağını vurgulayarak.

Tutuklanmadım ama o gün Bakırköy Adliyesi’nden çıktığımda söylediğim şeylerden ilki gözaltına alınma şeklimin kendisinin bir cezalandırma olduğuydu. Evimin şafak vakti basılması, eşyalarımın dağıtılması, duruşmaya kadar ellerime kelepçe vurulması, sıradan gazetecilik faaliyeti nedeniyle bir yargılama-sorgulamaya konu ediliyor olmam, telefon ve bilgisayarlarıma el konulması ve nihayet bundan sonra adli kontrole tabi olacak olmam zaten ayrı birer cezaydı.

Türkiye’de bu tür yargı süreçleri kadar sonrası da mutlaka yeni mağduriyetlere yol açıyor. Polise gazeteciliğinize, yazdığınız eleştiri veya haberlere müdahale imkânı tanınması gibi, sokaktaki kişi de hayatınıza müdahale etme hakkını, cüretini kendinde görebiliyor. Örneğin kiracısı olduğum evin sahibi aynı gün kardeşimi arayıp “ne oluyor, terör merör ne yapıyorsunuz evimde?” diye çıkışıyor. Ertesi gün de “komşularımız bunları nereden buldunuz diye soruyor” deyip kendine ayrılan müdahale görevini yerine getiriyor. Bir başka konu, gözaltına alındığım günden bu yana telefonsuz ve bilgisayarsız kalmış olmam. Polisin el koyduğu bu temel iletişim araçlarını almak için başvuru yapacağız, ancak avukatlar geri alma sürecinin en iyi ihtimalle bir-iki haftayı bulacağını söylüyor.

İsimlerini saymaya kalksam bir rapor uzunluğuna varacak, benden çok daha zor, haksız süreçlere maruz kalmış gazeteci arkadaşlara karşı yine mahcubiyet duygusuyla, bu ülkede bu haliyle gazetecilik yapmanın ne derece güçleştiğini ben de bizzat kısa da sürse adaletsizlik stajından geçerek deneyimlemiş oldum. İnsanların sahiden gerçekleri öğrenmesinin, dolayısıyla savaşın yarın durdurulmasının önüne geçmek için daha neler yapılacak, hep beraber göreceğiz.