Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni  Can Dündar Almanya’nın ünlü Stern dergisinde konuk yazar olarak yer aldı. Dündar, Suriye’ye silah sevk eden MİT tırları haberini verişlerini ve ardından başlarına gelenleri anlattı. Türkiye’deki siyasi gelişmeleri de değerlendiren Can Dündar Erdoğan’ın planlarını anlattı.

Can Dündar’ın Stern için yazdığı yazının Türkçesi şöyle:

KURŞUN GEÇİRMEZ PERDELER ARDINDA ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ

Loş odada 10 kişiydik.

5 avukat, 5 gazeteci…

Oda loştu, çünkü gazetenin mazide başına gelenler nedeniyle pencereye örtülen kurşun geçirmez perdeler, güneşi de geçirmiyordu.

Önümüzde bomba bir haber vardı:

Türk istihbarat servisine ait TIR’lar, Suriye’ye silah sevk ederken durdurulmuştu. Bu sevkiyatın görüntülerine ulaşmıştık. Görüntülerde ilaç paketleri altına gizlenmiş binlerce havan ve top mermisi görünüyordu. Bu silahların, Hükümet’in uzunca bir dönem desteklediği İslamcı terör örgütü IŞİD’e gittiği iddia ediliyordu. Türkiye’yi belalı komşusuyla savaşa sokacak kadar önemli bir belgeydi bu… Aynı zamanda Hükümet’in ve istihbaratın kendi kamuoyuna yalan söylediğinin de kanıtıydı.

Yayınlarsak başımıza gelecekleri tartıştık.

Hukukçuların görüşü netti:

“Sabah polis gazeteyi basar, gazeteleri toplatır, haberin yazarını da gözaltına alır.”

Haberin yazarı bendim.

Ve ben de Yazı İşleri’ndeki diğer yönetici arkadaşlarım gibi, bunun gizlenemeyecek kadar önemli bir haber olduğuna inanıyordum. Hükümet’in sır tutma alışkanlığına karşı halkın öğrenme hakkını savunuyordum. Ne pahasına olursa olsun, haberin yayınlanması gerektiğine inanıyordum.

Bir saatlik toplantı sonucunda riski alıp haberi basmaya karar verdik.

Cumhuriyet, ertesi gün “İşte Erdoğan’ın yok dediği silahlar” manşetiyle çıktı. Hemen altında Suriye’ye giden silahların fotoğrafları yer aldı. Görüntüler aynı anda gazetenin İnternet sitesinde yayınlandı.

Sabah, baskını bekledik; gelen olmadı.

Oysa 13 yıldır iktidarda olan AKP Hükümeti, bu tür durumlarda hızla emrindeki savcıları harekete geçirip gazeteyi toplatır, soruşturma başlatır, gazetecileri tutuklatırdı.

Bu yaklaşımıyla basın özgürlüğü ihlallerinde Rusya ve Çin’le yarışır haldeydi.

Mesaimizin önemli bir bölümünü adliye koridorlarında geçirmeye alışmıştık. Daha şanssız meslektaşlarımız, yıllarını hapiste harcamıştı.

Akşamüstü sitede yayınlanan görüntülere sansür geldi.

Bir gün sonra ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, beklenen tepkisini verdi. Bir televizyon röportajında aynen şöyle dedi:

“Bu haberi yapan kişi, bedelini ağır ödeyecek. Öyle bırakmam onu”…

Programı hayretler içinde izledim.  

Öfkeli bakışlarla peşini bırakmamaya söz verdiği gazeteci bendim.

Bir Cumhurbaşkanı’nın, bir gazeteciyi şahsen ve alenen tehdit ettiğine ilk kez tanık oluyorduk.

Ardından Cumhurbaşkanı’nın suç duyurusu geldi.  

“Suç işlemek amacıyla örgüt kurma”, “gizliliğin ihlali”, “Devlet güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme”, “siyasal ve askeri casusluk” gibi suçlardan iki kez müebbet ve 42 yıl hapsimi istiyordu.

İki kez reankarne olsam, yetmiyordu.

Yaşadığımız tecrübeden, bu suç duyurusunun, savcılara talimat demek olduğunu biliyorduk; yargı, uzunca bir süredir, bağımsızlığını yitirmiş, tamamen hükümetin denetimine geçmişti.

Ama Türkiye seçime gidiyordu. Hükümet, seçim öncesi böyle bir tartışma açmak yerine intikamı, seçim sonrasına ertelemeyi tercih etti.

Seçimde ise son 13 yılın en büyük darbesini yedi.

Oylarının yaklaşık yüzde 10’unu kaybetti. Tek başına iktidarı sona erdi.

Seçmen, koalisyon istedi.

Aslında sandık sonucu, iktidar sarhoşluğuyla Meclis’i, yargıyı, medyayı, akademyayı ele geçiren ve bir baskı rejimi kurarak büyük süratle diktatörlüğe giden partinin ve onun liderinin el freniyle durdurulmasından ibaretti.

Hızla giden bir aracın el freni çekildiğinde nasıl bir ses ve iz çıkarsa, seçim sonrası aynı cayırtıyı işittik.

Hükümet kendi derdine düştü; IŞİD’e giden silahları, ajanlık suçlamalarını, gazetenin yargılanmasını unuttu.

Koalisyon görüşmeleri başladı.

Muhalefetin öncelikli talebi, bir başkanlık sistemi hayal eden Erdoğan’ın yetkilerinin sınırlanması, geçmişteki yolsuzluk dosyalarının hesabının sorulmasıydı.

Erdoğan ise, seçim yenilgisinin aslen Kürtlerle barış politikasından kaynaklandığını, çözüm sürecinin sandık yenilgisine yol açtığını hesapladı. Oysa o açılım sayesinde devlet PKK ile ateşkesi ve çözümü görüşmeye başlamış, silahlar bir süreliğine olsun susmuş, barış umutları yeşermişti.

Ne var ki Erdoğan, açılım sürecinin, kendi tabanını oluşturan milliyetçi oyların kaybına yol açtığını düşününce, bizzat kurduğu müzakere masasını devirmekten çekinmedi ve son 5 yıldır uyguladığı Kürt açılımına son verdi.  

Ani bir siyasi manevrayla ülkede bir Kürt sorunu olmadığını açıkladı. Kürtleri uzlaşmazlıkla suçladı. Milliyetçi, kışkırtıcı, ırkçı bir söyleme geri döndü.

Oysa bu söylem ve bu söylemin kışkırttığı politikalar, geçen 30 sene boyunca 40 bin civarında insanın ölümüne ve büyük yıkıma yol açmış, Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan beri sürdürdüğü Avrupa Birliği perspektifinden uzaklaşmış, Irak ve Suriye batağına dalmış, güvenlikçi politikalarla baskıcı bir yönetim altına girmişti.

Aynı zamanda Türklerle Kürtler arasında bir kardeş kavgası da başlamış, kutuplaşma Güneydoğu’dan büyük kentlere sıçramıştı.

Erdoğan’ın politika değişikliğinin ardından 22 Temmuz günü, Suriye sınırındaki Suruç’ta, Suriye’ye yardım götüren gençlerin arasına dalan bir canlı bombanın kendini patlatmasıyla 31 kişi öldü.

Ve uzun süredir suskun duran silahlar, birden yeniden çekilip ateşlenmeye başlandı.

İzleyen 10 günde PKK yeniden çatışmaya girdi, operasyonlar başladı, silahlar konuştu ve 30 kişi daha öldü.

Bu, cılız barış hayallerinin sönmesi ve kanlı 90’ların daha ağır koşullarda dönmesi demek…

Kamuoyu yoklamaları, tırmanan şiddetin, kitlelerde güvenlik duygusunu artıracağını, koalisyon umutlarının azalacağını ve Erdoğan’ın tek başına iktidar beklentisine yarayacağını ortaya koyuyor.

Olabilir mi?

Birçok siyasi gözlemci, olabileceği görüşünde…

Almanya’daki gibi iki büyük partinin bir büyük koalisyonda buluşup ülkenin devasa siyasi ve ekonomik sorunlarını çözme çabası sonuçsuz kalabilir.

Erdoğan, kendi siyasi pozisyonu tartışmaya açılacağı için zaten hiç arzu etmediği koalisyondan umudun kesildiğini açıklayabilir.

Ve Türkiye’yi, sonuncusunun üzerinden 6 ay geçmeden, sonbaharda erken bir seçime götürebilir.

Seçim öncesi tırmanan şiddet ve sert güvenlik politikaları, AKP’nin milliyetçiler için bir çekim merkezine dönüşen rakibi MHP’den oy devşirmesine yol açabilir; AKP’ye tek başına iktidar kapısını aralayabilir.

En azından Erdoğan’ın hedefi bu…

Peki 30 yıllık çatışmada 40 bin ölü veren Türkiye, bütün bu acı deneyimi baştan yaşamayı göze alabilir mi?

Ciddi bir sandık darbesi yemiş AKP ve güçlenerek Meclis’e giren Kürt hareketi, yeniden çatışma iklimini göğüsleyebilir mi?

Yoksa aklıselim galip gelip Türkiye’nin ve bölgenin kana bulanmasını önleyecek bir uzlaşmayı başarabilir mi?

Bunu önümüzdeki haftalarda göreceğiz.

Erdoğan’ın Avrupa’daki dost liderleri, destekleriyle yarattıkları “Türk Putin”den memnun mudur, bilmem; ama o destekle ortaya çıkan, Avrupa hayalini çoktan terk etmiş, bütün komşularıyla kavgalı, içerde temel hak ve özgürlükler ve demokrasiye kapalı bir ülke portresidir.

Bizimse şimdilik yapabildiğimiz, kurşun geçirmez perdeler ardında, gerçeği, hukuku ve demokrasiyi savunma mücadelesini sürdürmekten ibaret…