Sabah yazarı Engin Ardıç'ın ABD tarafından idam edilen Rosenberg çifti için adeta 'katli vaciptir' dediği yazıya ilginç bir isimden tepki geldi. Ardıç'ın "Hay sizin Rosenbergler'inize..." başlıklı yazısına ünlü oyuncu ve şair Orhan Alkaya tepki gösterdi: "Bu sefer fena halde kaşındı. Kanatmadan kaşıyalım öyleyse..."

Orhan Alkaya'nın T24 sitesinde yayınlanan yazısı şöyle:

Bir Muhbir Vatandaş Üzerine...

Engin Ardıç 2 Şubat tarihli Sabah gazetesinde, “Hay sizin Rosenbergler’inize “başlıklı  bir mürekkep çorbası ısıtmış. En iyi becerdiği işi,  “bir muhbir vatandaş”lığı da çorbanın dibine helmelendirmiş.
Aslında Engin’e  “bir muhbir vatandaş” derken çıkış noktam, Rosenberg alerjisine kapılıp döktürdüğü duygulu yazısını Başbakan’a tezvirat yaparak bitirmesi değil. Bu  “eskiden arkadaş” taa 1. Körfez Savaşı sırasında, bendenizi Devlet Güvenlik Mahkemesi savcılarına ihbar etmişti. Başbakan’a  “Abi seni McCarthy’ye benzetiyorlar, bir şeyler yapsana” demesi ilkinin yanında pek hafif kalır.
Aslında Engin’den hareketle bir yazı yazmayı hiç istemezdim. Eskiden arkadaşımızdı, doğrudur. Okur yazarlığı kuvvetli, şeker gibi bir adamdı. Hatırada hep öyle kalsın, diye, muhbirlik haysiyetinden bile pek söz açmamaya özen gösterdim Ama bu sefer fena halde kaşındı. Kanatmadan kaşıyalım öyleyse.
Müsabaka sporu yahut polemikçilik yapmaya niyetiniz varsa, karşınızdaki rakibe göre bir hazırlık da yapmalısınız. Fi tarihinde solculuk eylediği zamanlardan kalma birkaç bilgi kırıntısıyla karşımıza çıkması, üstelik bunu ilk Rosenbergler sataşmasının cevaplanmamasından güç alıp, latifeyle başlayıp Çengelköy zerzevatına evrilerek yapması tipik bir Engin Ardıç durumu aslında.
Bu Engin, Rosenbergler hassasiyetini, 11 Eylül 2011 tarihli Sabah gazetesi nüshasında da dillendirmişti. Cevap vermedim, bir tek Cengiz Semercioğlu sordu, ne diyorsun diye, “Engin eski arkadaşlığımızı hatırlayacağına, eski Engin’i hatırlasa daha iyi olur,” deyip geçiştirdim. Gene, es gelir tırıs gider, deyip yürürdüm ama Doğan Hızlan’ı  “yaşlı eleştirmen” diye sıfatlandıracak bir fütursuzluk karşısında meydanı göstermek zorunda hissettim kendimi.
Engin’in vardığı durakta soluk alıp verebilmesi için nelere ihtiyaç duyduğunu üzülerek anlıyorum. Mesela, insanlık tarihindeki bütün sivil itaatsizlik hareketlerini, entelektüel karşı koyuşları istihbarat örgütlerinin tezgâhladığına inanmak zorunda Engin. Bunu yapmasa, geç gelen sakallarını düzeltmek için bakmak zorunda kaldığı ayna, gözbebeklerine saklanmış son çocuk pırıltısını yakalayıp kündeye getirir... ma’zallah vicdanı galebe çalıp, ekmek parasına mani olacak bir yazı çıkıverir elinden. Sartre’ın karşısında Raymond Aron’u yeğlemesi de bu sığınma ihtiyacının bir tezahürü. Ama unutmamalı ki, “sol” ile “sağ” arasındaki en seviyeli polemikleri yürüttü bu iki adam, Çengelköy tarlalarına hiç uğramadan üstelik.
Engin’deki kavram aşınmasının bir örneği de, Shakespeare, Çehov, İbsen, Brecht dururken Rosenbergler Ölmemeli’yi yönetmiş olmama duyduğu tepkiyi dile getirdiği cümleler. Kıyas öznelerindeki fukaralığı bir yana bırakıyorum. Engin’in bu konudaki kanaati: “Çünkü solculuk yapılacak”. Vallahi havsalam duruyor, bunu yazan bir beyinsiz yobaz mı, eskiden arkadaşımız olmuş biri mi?
Fiil çekimindeki seviyeyi de bir yana koyalım, ben politik görüşlerimi ifade etmek için edebiyatı, tiyatroyu aracı kılmaya ihtiyaç duymayacak kadar sahih bir hayat yaşadım. Engin’in bunu anlamasını beklemiyorum elbette. Tiyatroma aklında kalan birkaç önemli yazarı önermesini anlayabilirim. Seyircimizin elbette böyle bir hakkı vardır. Bu yazarların hangi oyunlarını uygun bulduğunu da yazarsa, Genel Sanat Yönetmeni’ne iletirim.
Engin’in tutturdukları da iddiaları da kulaktan dolma ile yalancı dolmanın aynı tabakta sunulmasından ibaret. Morton Sobell, Engin’i açığa düşürecek biçimde, atom sırlarını Sovyetler’e vermediklerini açıkladı. David Greenglass, kızkardeşi Ethel’i yalancı tanıklık yaparak suçladığını açıkladı. Ki bu Greenglass, Sobell-Rosenberg davasında kararı etkileyen tek doğrudan tanıktı. Kruşçev’e kim ne bilgi verdi, onu bilemem ama iyi bildiğim şeyler var.
1951 yargılamasında, Greenglass dışında, suçlandıkları konuda Rosenbergler aleyhine doğrudan tanıklık yapan bir kişi bile yoktu. Rosenbergler’in, uranyum atomunun parçalanması ile elde edilen atom bombasının yapım sırlarını Sovyetler Birliği’ne verdiklerine dair en ufak bir kanıt ya da belge de mahkemeye sunulmamıştı. Yargılama, Rosenberglerin dünya görüşleri üzerinden yürütüldü. Cumhuriyetçi Başkan Eisenhower’ın Adalet Bakanı Herbert Brownell Jr.’u  bile karşı koymaya yöneltecek kadar adalet duygusunu inciten bir karardı New York Eyalet Mahkemesi’nin kararı.
2008’de New York Eyalet Mahkemesi’ne yapılan bir başvurunun reddedildiğini de Engin öğrenmek istemez. Sobell-Rosenberg Casusluk Davası Jüri tutanaklarının açıklanması talebi Mahkeme tarafından reddedildi. İşte böyle eskiden arkadaş, senin deyiminle “dön dolaş illa Rosenbergler”.
Bu oyunu neden seçtiğimi, Ocak ayı gazete ve televizyonlarını tarayanlar (fazla zahmet gerektirmiyor artık) okuyup dinleyebilirler. 1950’ler Amerikan siyaseti, benim ülkemin, insanlarımın zehirlenmesinin de müsebbibidir. Türkiye’nin NATO’ya girmesi ve ardışık olarak Gizli Katiller Ordusu’nun (göbek adı Ergenekon, İtalyancası Gladio) kuruluşu tam bu döneme denk gelir. Askeri darbelerle, emekleyen demokrasi kültürünün yerle bir edilişi de bu dönemin hasatıdır. Etnik kışkırtmalar, kitlesel katliamlar, suikastler için kerteriz arayanlara da Hür Dünya palavrasıyla paranoyaklaştırılan bir dünyanın kuruluş günlerine bakmalarını tavsiye ederim.
Gelelim yazının başlığına, Engin’in “bir muhbir vatandaş” olarak tezahürüne... 1. Körfez Savaşı sırasında yazdığım “Savaşmıyorum Mr. President” başlıklı yazımı DGM savcılarına ihbar edişine şimdilik fazla atıfta bulunmayacağım. Bizim eskiden arkadaş tartışmaya devam etmek isterse, yeni bir malzeme daha olsun da yazılar renklensin.
“Amaç, güya mazlumu savunup Amerika’nın McCarthy dönemine, ‘cadı avı’na vurmaktır, damdan düşer gibi, aradan altmış yıl geçmiş olsa bile.  Bu, görünen amaçtır. Gerçek amaç da, durduk yerde bir Rosenberg gündemi açıp ‘Tayyip Erdoğan tıpkı McCarthy gibi davranıyor, zavallı masumları içeri tıkıyor’ mesajını vermek...” deyip baklasını Ankara’ya savuruvermiş Engin.
Kavramlara bakın Goebbels’inizi ya da McCarthy’nizi görün: Görünen Amaç – Gerçek Amaç! Külyutmaz vatandaş, şıpınişi gerçek amacımı görüp vazifesini yerine getirmiş ve ifşaatta bulunmuş. Üstelik bu günlük yazar, seyretmediği bir oyun üzerinden ikinci yazısını da yazarak sorumluluğunu ifa etmiş.
Öncelikle, McCarthy kimseyi içeri tıkmıyordu. Başta Ayn Rand olmak üzere, çetesiyle birlikte operasyonun logic bölümünü yürütüyor, yalan üretimini son sürat sürdürüyor, ortada tek bir muhalif, entelektüel, ilerici kalmayana kadar sürdürmeye yemin ettiği “kutsal” savaşının kılıcını “Hür Dünya”nın üzerine doğru sallıyordu.
Dolayısıyla, bir McCarthy anolojisi kurmaya kalkışmış olsaydım, fazla uzağa gitmeme gerek kalmazdı Engin, senden bahsetmem yeterli olurdu. Dahası, düşünüyorum da, senden Ayn Rand’ı da içeren bir karma bile çıkabilirdi.
Nedir, senin oyun seyrettiğin yıllarda politik tiyatronun pek sevdiği anoloji, benzeşim, anıştırma vb. metotlarını hiçbir oyunumda kullanmadım. Ne söylemek istiyorsam onu söylerim, sen de ne anlamak istiyorsan onu anlarsın.
Şimdilik bu kadar. Rosenbergler üzerine, hele Venona Kriptoları açıklandıktan sonra söz söylemek, elbette daha derin, daha sofistike bakışlar gerektiriyor. Sen de, bu topa yeniden girmek istersen, biraz çalış da öyle gel.

Engin Ardıç'ın, ''Hay sizin Rosenbergler'inize...'' başlıklı yazısı için tıklayın...