Her meşum olayı, her kararı, her eleştiriyi durmadan 'Ergenekon'a bağlamak, trajik olmanın ötesinde artık komik!

 

Aysel Tuğluk’un Radikal’de yayınlanan yazısı:

 

Sis ve gece*

 

Tarihin en çok bilinen hikayesidir. Cesetlerle kaplı ovaya bakan bir tepede komutan subayına dönerek şu sözü söyler, Pyrrhos (Pirüs. İ.Ö.279): “Böylesi bir zafer daha kazanırsak halimiz haraptır.”

 

2290 küsur yıl sonra aynı yeryüzünün Mezopotamya coğrafyasında cesetlerle kaplı ovaya bakar o ülkenin başbakanı ve general subayına dönerek “teşekkür” eder. Tarih tam o anda hükmünü yazıverir tekerrürle; halimiz haraptır! Çocuksu bir çare midir bilinmez; berbat bir yıldan sonra barışmaya dair tükenmeye yüz tutmuş umudumuzu yeni yıl vesilesiyle tazelemeye hazırlanıyorduk. Hani “belki” diyorduk. Neden olmasındı? Nihayetinde insani bir meseleydi. Biraz vicdan, biraz akıl, biraz kardeşlik diye düşünürken, diye beklerken, diye umar iken… Roboski’de katledilen Kürt çocuklarının paramparça olmuş cesetlerini gördükten sonra, kalan o az umudumuzu da gömdük geldik toprağa... Mezopotamya ovası o gün cesetlerle kaplıydı ve gökyüzünden utanç yağıyordu.

 

Manzara resmi

Kürt meselesi o denli ölümlü, korkunç acılarla yüklü trajik ve devasa bir toplumsal sorun ki, neresinden örtülmeye çalışılsa da olmuyor, açıkta kalıyor. Kadınlar, gençler, çocuklar tomar tomar tutuklanıyor çünkü. Tonluk bombalarla öldürülüyor. Ölüm de inkara gelmez ya!

 

Başbakan bir zamanlar “düşünmezseniz Kürt sorunu yoktur” diyordu. Şimdilerde “göstermezseniz yoktur” diyor. Önemli olan gerçeklik değil, görünümdür! Başta “şehzade” medya ve basın hazır kıta olarak pek gönüllü, diğerleri (mesele Kürtler olduğu için) yarı gönüllü-yarı zorunlu içtima aldı. Öyle ki, 34 Kürt insanın öldürülmesi saatlerce haber konusu dahi yapılmadı. Çünkü ölenler Kürttü. Öldüren de devletti! Yüzyıllık yalnızlık hikayesi...

 

Basının bu umarsız tutumu üzerine okuduğum en güzel yazıyı Taraf’ta Ümit Kıvanç yazmıştı. 31 Aralık 2011 tarihli “Beddua” başlıklı yazısını belge olsun diye yazdığını söylüyordu. Okudukça utancımızın bizi küçülteceği, giderek yok edeceği bir belge… Çünkü Mezopotamya ovası o gün cesetlerle kaplıydı. Ve yüzümüzden akan utançtı!

 

Aklımda nereden kalmış bilmiyorum; otoriter rejimlerin birinde canlı yayın sırasında TV’de istenmeyen bir durum yaşandı mı, yayın tamamen kesilir ve durum tekrar kontrol altına alınana kadar manzara (doğa) görüntüsü girilirmiş. Sular akarmış, kuşlar ötermiş, dallar çiçeklenirmiş! Entegre stratejiden bu yana Kürt meselesinin önüne bir manzara görüntüsü girilmiş. Sonuç; sular akarmış, kuşlar ötermiş! Özel timin biri üşümüş Kürt gerillasına parkasını verirmiş, bir diğeri alıp annesine götürürmüş!

 

Kopuş derinleşiyor

Kürt meselesi tüm gerçeğiyle gösterilmezse de, tartışılmazsa da, yazılmazsa da düne göre daha fazla var oluyor, daha fazla yaşanıyor… Entegre strateji kapsamında siyasi soykırım uygulamaları “KCK Operasyonları” diye yutturulsa da, fiziki soykırım düzeyindeki öldürmeler “kaza” diye sunulsa da, bu sorun “iç savaş” eşiğinde daha fazla canımızı acıtmayı sürdürüyor. En doğal, en temel hak talepleri ve mücadelesi “terörle mücadele” adı altında güvenlik politikalarının gerekçesi haline getirilip tanınmazsa da, daha fazla “bölücü” oluyor. Ve giderek “kopuş” derinleşiyor. Ülkenin doğusunda gündem başka oluşuyor, hakikat başka, duygu ayrı, ruh ve psikoloji apayrı… Kardeş iki halk giderek birbirini anlamaz, umursamaz, tanımaz ve birbirine dönüp bakamaz oluyor. Belki de yüzümüz tutmuyor artık. İşte tam da bu yüzden halimiz haraptır!

 

Vaziyetin resmi

Kürt meselesi geçmişten beri esas olarak bir eşitsizlik, bir adaletsizlik ve haksızlık sorunudur. Vaziyeti iyi izah eden bir fotoğrafı dikkate sunmak isterim.

 

Yer Hakkari, tarih 2009. Kocaman bir devlet özel polisi, küçücük bir Kürt çocuğunu silahının dipçiğiyle öldüresiye dövüyor (eşitsizlik). Çocuk, dört gün komada kalıyor ve babasının anlattığına göre halen psikolojik ve fizyolojik travmalarla yaşıyor.

 

Hukuki süreç sonunda o çok özel polis, kasten vurmadığı gerekçesiyle (hepimiz şahidiz buna!) altı ay “ceza” alıyor ve iyi hal vs. derken bu “ağır” cezası da erteleniyor (adaletsizlik). Çocuk ölesiye dayak yemeyip yakalansa, taş atmaktan dolayı on yıllarca ceza alacak ve cezaevinde ömür tüketecekti (haksızlık), öyleyse haline şükretsindi (meselenin çözümü)!

 

Kürt meselesinde durum nedir diye anlamak isteyenlere, vaziyetin resmi işte budur derim. Bir travma bitmeden diğerini yaşatıyorlar. 90 yıldır bu böyle. Her gün yeni bir felakettir başımızdan eksik olmayan...

 

Kürtler ne yapsın sahiden? Her gün onlarca tutuklanıyorken, onca öldürülüyorken, durmadan aşağılanıyor, habire haksızlığa uğruyorken, hakları verilmiyorken Kürtler ne yapsın? Derdini kime anlatsın? Bir dinleyeni, bir seveni, bir bağrına basanı çıkar mı acep? Bu yalnızlık hali değil midir, Kürdün yüzünü dağlara döndüren? Bu haksızlık, bu adaletsizlik, bu eşitsizlik hali değil midir isyana teşvik eden? “O zaman dağa çık” tahammülsüzlüğü değil midir Kürdün kendini durmadan dağlara vurup bitmesine sebep? Anlamak zor değil. Bu bir onur mücadelesidir en nihayetinde.

 

Kendini inkar etmeden, kimselere itaat etmeden, kimliği ve dili için isyan etmeden ama mutlaka eşit ve özgür yaşamak istiyor. Ya toplu mezara, ya topluca zindana doldurulmadan özgür iradesiyle kendi demokrasisini kurmak istiyor. Kendi kültürüyle, kendi tarihiyle, kendi siyasetiyle, kendi değerleriyle, özgünlüğüyle, yanlışı-eksiği-doğrusu-fazlasıyla başka bir şeye zorlanmadan, aşağılanmadan, horlanmadan, hakarete maruz kalmadan yaşamak ve öyle kabul edilmek istiyor. Kendi olmak istiyor. Onu yoksul, onu dilsiz, onu kimliksiz, onu eşitsiz, onu özgürlüksüz bırakan ne varsa hepsinden kurtulmak ve kendi var oluşunu tamamlamak istiyor.

 

Tanrı nasıl yarattıysa öyle, nasıl doğduysa, nasıl olmak ve yaşamak istiyorsa öyle... Bu herkesin hakkı. Kürtlerin de hakkı. Bu insanlık durumudur. “İnsanlık durumu, yaratılmış olma durumudur; öldürücü bir hastalığın bireyin geleceğine hükmetmesi gibi hükmeder insanın alınyazısına. Bu durumu ortadan kaldırmak, yaşamı ortadan kaldırmaktır: Öldürmektir.” (Andre Malraux) Yaşayacaksa onuruyla, ölecekse yine onuru için. Kürdün 90 yıllık hikayesidir bu.

 

Utancın resmi

Roboski katliamına dönük yapılan tartışmaları, uydurulan gerekçeleri sunulan teşekkürleri, anlamsız -kurgusal- izahatları dinlerken, Kürtlere karşı yapılan kötülüğün ne kadar sıradanlaştığını bir kez daha dehşetle fark ederim. O yüzdendir ki, Roboski katliamı devletin geleneksel Kürt politikasından yalıtılarak anlaşılmaz, değerlendirme konusu da yapılamaz!

 

Katliama dönük resmi açıklama-ma-lar “yanlışlık-kaza” ya da “komplo” vs. etrafındaki “yarı-resmi” analizler, değerlendirmeler en hafif deyimiyle etik ve vicdan adına bir körlüğü ifade eder. Körlük, görmemek değildir. Gördüğünü inkar etmektir. Tutuklandığında alkışlıyorsunuz anladık. Bari öldüklerinde yapmayın. Günahtır. Vebali ağırdır. Hesabı ne bu dünyada ne öte dünyada verilmezdir!

Ayan beyan yapılmış bir katliamı “komplo teorileri”yle, sivil-asker vesayet (iktidar) çatışmasını işaret ederek, yani devleti işin içinden telaşla sıyırmaya çabalayanlara hatırlatmak isterim: 12 Eylül 2010 tarihinden itibaren bu minvaldeki değerlendirmeler tedavülden kalkmıştır! Ayrıca her meşum olayı, her kararı, neredeyse her eleştiriyi durmadan “Ergenekon”a bağlamak trajik de olmanın ötesinde artık komik! Kesin olan husus şu: Kürt meselesinde olup biten her şey, ama her şey dün olduğu gibi bugün de “devlet” kararıyla gerçekleştirilir. Ve AKP, bu aynı devletin bir parçası, dahası şu an yürütmesidir.

 

Bu somut ve açık duruma rağmen bir anlığına bu gerçeği unutalım. Diyelim ki, askeri vesayeti sürdürmek isteyen bazı odaklar (Ergenekon vs.) sivil iktidarı zor duruma düşürmek için bu katliamı planlamış ve yapmış olsun veya kurumlar arası iktidar çekişmesinde biri diğerini “tuzağa” düşürmüş olsun veya hatta aklımıza gelebilecek envai komplo teorilerini doğru kabul edelim. Öyle olmadığını biliyoruz ya, sevgili Ece’nin (Temelkuran) dediği gibi bir anlığına “aptal” olalım ve diyelim ki öyle!

 

Allah aşkına, bu gözü kara iktidar savaşlarında neden hep Kürtler “kurban” edilir? Bu kadar mı değersiz canımız? Bu kadar mı ucuzdur hayatımız? Kürtler kobay mı, köle mi, böcek mi, nedir? Gelenin ezeceği, gidenin söveceği bir bela mıdır? Güç oyunlarına alet edilecek, alınıp satılacak mal mıdır, nedir? Niye kimse bunları sorgulamaz, neden Kürtlerin de insan olduğu anlatılmaz? Bu nasıl kardeşliktir böyle?

 

Kürtler nedir sahiden? Biz neyiz, kimiz? Bazen kaçakçı, çoğu zaman terörist miyiz? Ya tutuklu ya ölü müyüz? Bazen kaçak sigara işini masaya yatırmak için vesile midir 34 canımız? Kürtlerle nasıl yaşanacaktır? Bir cevabınız var mı? Hakları neden verilmez? Dili neden yasak? Kimliği neden tanınmaz? Nedir bu cehennem sessizliği böyle?

 

Onurun resmi

Yasaları bile değiştirmeye niyet göstermiyorken, bizi yeni anayasa masalıyla uyutmayın. Arkeolojik kazı yaparken Kürtlerin kemiklerine tesadüfen rastgelince, “devlet geçmişiyle yüzleşiyor” diye kandırmayın. Kürdü sokak ortasında öldürenleri yargılamayıp, zılgıt çeken anaya 7 yıl ceza verirken adalete-hukuka inanmamızı beklemeyin. Ve Kürtlere bir-iki hak vermemek için tüm ülke ne rezil ne sefil duruma getiriliyorken, kaderimize razı olacağımızı da sanmayın. Böyle bir kader olmaz. Kimseler kabul etmez. Nasıl yazıldıysa öyle de bozulacaktır. Başka türlü birlikte yaşanmaz!

 

“Hata varsa şayet” diyordu Kürt menşeili sözcü. Hata var elbet. Hata bizde. Hata Kürtlerde. Kürt olmalarında. Kürt kalmalarında. O coğrafyada doğmalarında. Orada yaşamalarında. Oradan kaçak geçmelerinde. Hata bizde. Biz özür borçluyuz hepinize...

 

Yaşamımıza “on paralık” değer vermediniz, anladık. Ölümümüze bir “değer” biçmeyin bari bezirganlığınızla. Özür mözür de istemez hani. İyiliğiniz de incitiyor artık!

 

“Sis ve Gece” içindeyiz hepimiz. Halimiz haraptır…

 

AYSEL TUĞLUK: Van bağımsız milletvekili

*Sis ve Gece; Nazilerin toplu imha programının adı.